1
Yazı

İktisat Dergisi: Ekim-Kasım 1990

İktisat Dergisi: EKİM-KASIM 1990

Körfez Bunalımı Üzerine

 

Üç ayını dolduran Kuveyt’in Irak tarafından işgaliyle başlayan Körfez bunalımı, olası tüm senaryoların gündeme getirilmesine karşın sürprizlere gebe niteliğini korumaya devam etmektedir. Vietnam bataklığından ağır bir yenilgiyle çıkan ABD, Arabistan çöllerinde kum fırtınasına yakalanmadan sorunu çözmek istemektedir. Bunalım “dünya enerji politikası” yakından ilgili görünmektedir Irak ve Kuveyt’ten çıkan petrolün devre dışı kalması bir yandan Dünya’daki tüm ekonomik dengeleri altüst ederken petrol fiyatları tırmanışa geçmiştir. Böyle bir atmosfer içinde Irak’a karşı Birleşmiş Milletler’in (BM) kararları büyük bir çoğunlukla alınmıştır. Kuşkusuz BM, Irak’a karşı aldığı yaptırım kararları ve BM üye devletlerinin buna uymaları BM’de benimsenen kurallar açısından tartışılamaz. Ancak olayların kronolojik gelişimine göz attığımızda ABD açısından “istim arkadan gelsin”, anlayışının varlığını da yadsıyamayız. Bunalımın başlamasıyla birlikte ABD olaya müdahale etmiş, daha sonra eylemine uyarlı BM’nin kararları alınmıştır. ABD ve SSCB’nin bunalıma karşı ortak cephede yer almaları bazı yorumcularca BM bugüne kadar görülmemiş başarısıymış gibi sunulmaya çalışılmış ve bu konu dünya kamuoyunca da onaylanmıştır. Tüm bu oluşumlara karşın olayda her iki tarafın da uzun ve yakın erimli ortak çıkarlarının varlığı olgusunu da göz ardı etmememiz gerekir.  “İstim arkadan gelsin” mantığıyla hareket eden ve bu tavrına BM kararlarıyla yasal destek sağlamayı beceren (!) ABD’nin dünya  jandarmalığına soyunmasının onun emperyalist tutumuna uygun olduğu söylenilebilir.

İdeolojilerin etkilerinin zaman içinde değişebildiği yaşanılarak öğrenilmiş bir gerçektir. Ancak, emperyalizm var olduğu sürece sömürenler ile sömürülenler arasındaki çelişkilerin varlığı da aynı ölçüde doğrudur. Bu, yadsınması olanaksız gerçek karşısında emperyalist ülkelerle ilkesel ve eylemsel birliktelik içine giren “mazlum uluslar” ve onların liderleri, bu tuzağa düşmemekle ancak ülkelerine hizmet edebilirler.

Hatırdan çıkarmamamız gereken, ”İngiliz emperyalizmi şerdir, ABD emperyalizmi ehvenişerdir. Fakat unutulmamalıdır ki ehvenişer şerlerin en büyüğüdür” ve “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve kapitalizme” karşı çıkan anlayış “Ulusal Kurtuluş Savaşı”mızın şiarları arasında bulunmasıdır. Her ne kadar 1970’li yıllardan bu yana “İkinci Kurtuluş Savaşı”ndan söz edenlerin sesleri kısılmaya çalışılmışsa da emperyalizme karşı çıkılmadan ne ulusçu, ne enternasyonalist, ne de dindar olunabilir.

Kanımızca Kuveyt’in işgali ABD’ne beklediği bir fırsat vermiştir. “ABD, Körfez bunalımını kullanıp dünya petrol ve hammadde kaynaklarını tümüyle kontrol edebilecek bir konumda dünya liderliğine soyunmaktadır.” Eğer bu hedefine ulaşabilirse “mazlum uluslar”ın bağımsızlığı, ulusalcılığı ve onuru paspas gibi çiğnenecek, ekonomileri emperyalizmin değirmenine su taşıma konumunda yaşatılacaktır.

— Robert Samuelson, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görev, komünizmi durdurmaktı. Bugün ise sanayileşmiş dünyanın bağımlı olduğu enerji kaynaklarının çıkışını garanti altına almaktır”

(1) şeklinde emperyalistlerin niyetlerini açıklamaktadır. Körfez bunalımına katılmaya hevesli görünen ülkeler, emperyalistlerin çıkarları ile kendilerinkiler arasındaki çakışma ve çatışma ilişkisini hesaba katmak zorundadırlar.

Batının kontrolünde bulunan basın yayın organları, ajanslar, diğer haber ve istihbarat kaynakları emperyalistlerin çıkarları ile “mazlum uluslar”ınkini koşut göstermek için yoğun bir çaba içine girmişlerdir. ABD ve İsrail’in saldırganlığına karşı suskunluğunu koruyan bu çevreler, Saddam’ı canavar gibi göstermekte, onu sık sık Hitler’le özdeşleştirmektedir. (Günümüzde de Kaddafi’ye aynı oyun oynanıyor…)

Amacın ABD’nin mutlak liderliği olduğu görülüyor, şöyle ki:

“Soğuk savaşın bitişinden sonraki ilk büyük bunalım, uluslararası denge, serkeş bir ülke tarafından tehdit edildiğinde, Amerikanın liderliğinden başka bir seçenek olmadığını gösterdi” (2)

“Ben Birleşik Devletlerin ilerde de bir süper güç olmak istediğini düşünüyorum(3)

“Washington’un krize balıklama dalarken sanki soğuk savaş sonrasında da dünya lideri olduğunu gösterme fırsatının çıktığından memnun olmuş bir hali vardır”(4)

1950’lerden bu yana gözü kapalı ABD’ye bağımlılığı ilke edinen iktidarlar ile 12’li darbe dönemleri iktidarlarından ulusal çıkarlara uygun çözümler beklemek gibi kendimizi bir hayale kaptıracak değiliz. Ancak gözü kapalı ABD’nin dümen suyunda olanlara, demokratik yöntemlerin tümünü zorlayarak karşı çıkma en hayati sorun olma niteliğiyle sürekli gündemde tutulmalı ve Türkiye’nin savaşa sokulma tertipleri önlenmelidir.

ABD ve CIA ilgililerinin açıklamalarına bakıldığında Irak’ın Kuveyt’i işgal edeceği, olaydan önce ABD yetkililerine bildirilmiştir.(5) Bunun yanında günümüzdeki teknoloji uydular aracılığıyla Irak’ın hazırlığını saptamayı olanaklı kılmaktadır. Bunun dışında Irak yönetiminin Kuveyt hakkındaki emelleri ta 1960’lı yıllardan bu yana açıklığa çıktığı gibi, Kuveyt’in yanı sıra Birleşik Arap Emirlikleri’ni de (BAE) ihanetle suçlayan Saddam Hüseyin(6) 1978’de “Savaşı prenslerin yatak odalarına kadar sokacağız”(7) diyerek niyetini açıklamıştır.

Daha da önemlisi başta ABD olmak üzere tüm silah satan ülkelere yıllarca pazar oluşturan Irak’ın askeri gücünün yaratacağı tehlikenin öngörülmediği varsayılamaz. ABD, SSCB’nin kendi sorunlarıyla uğraştığı bir dönemde Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenliğini kesinleştirmek için gereksinim duyduğu Kuveyt’in işgaline göz yumduğu düşünülebilir. İşgalin dünyayı olumsuz yönde etkilemesini hesaba katıp BM’yi amaçlarına alet etmesi de söz konusu olabilir. Eğer böyle ise, uluslar ve devletler dünya tarihinin en büyük şantajıyla karşı karşıya bulunuyorlar demektir.

CIA’nın “Kirli İşler” Bölümü’ndeki anlayışı “Beyaz Saray”a taşıyan “Watergate ve Irangate” skandallarına sebep olan Başkanların entrikaları bütün dünya kamuoyuna yansımıştır. Eski CIA patronu olan George Bush’un “Beyaz Saray”da “kara işler” çevirmeyeceğini kim garanti edebilir? Sorunların bu boyutta algılanması gereken bir dünyada, Türk dış politikasının dizginleri beceriksiz ve basiretsiz bir iktidar tarafından sorumsuz bir kişinin yönetimine terk edilmiştir. Telefon görüşmeleri ve kapalı kapılar ardında tüm iktidar yetkilileri dışlanılıp yürütülen politikanın, ülkemizin başına ne belalar açacağı belli değildir. Bu aşamada iktidarın arkasında kamuoyu desteği bulunmaması, etkin güçler ve muhalefet partilerinin savaşa karşı olmaları, güvence olarak görünmekte ise de olası sürprizlerle Türkiye sıcak bir savaşa sürüklenebilir.

Batı Turgut Özal’a destek vermekte ve tüm isteklerini bu destekten yararlanıp somutlaştırmaktadır. Türk halkı daha şimdiden zamların ağırlığı altında ezilirken, iktidar pervasızlık ve vurdumduymazlık içinde gaflet uykusuna yatmış bulunmaktadır. Batı’nın abartılı bir T. Özal imajına gereksinimi olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin:

“Bir petrol ambargosunun başarıya ulaşması Türkiye Cumhurbaşkanı Özal’ın desteğine bağlı.”  (8)

“Atatürk’ten beri gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı olduğuna çok kişinin inandığı T. Özal Bizans ustalığıyla ülkesinin çıkarlarını korumasını biliyor.” (9)

“Türkler yoksuldur ve Irak boru hattından gelir sağlıyorlardı. Bu nedenle Cumhurbaşkanı T.Özal, hattı kapatarak takdir edilecek bir cesaret örneği gösterdi. Türkler arasında daha da yayılan İslami akım düşünülecek olursa kararı daha da cesur bulunur.” (10)

“Türkiye’nin soğukkanlı ve kararlı bir şekilde boru hattını ve sınırı kapatması, herkesten çok tek bir kişiye yaradı: Cumhurbaşkanı T. Özal’a.”(11)

Frankfurter Allegemeine Zeitung gazetesinde: “Cumhurbaşkanı T. Özal’ın son on yılın yetiştirdiği ‘tek siyasi kabiliyet’ olduğu, belirtildikten sonra ‘cami sayısı giderek artarken İslam’ın yaygınlaşan nüfuzu, Saddam Hüseyin’e karşı, Batı’yla birleşen hükümetin işini şüphesiz, kolaylaştırmıyor” denilmektedir. (12)

Cumhurbaşkanı T. Özal, “Batı’ya yaranmaya çalışıyor. T. Özal’ın amacı, Ortadoğu’da kurulacak yeni düzenden kârlı çıkmak”. (13)

Görüldüğü gibi Batı Özal miti yaratmak için yoğun bir propaganda kampanyası sürdürmüş, kuşkusuz sonuçlarından da yararlanmıştır, yararlanmaya devam etmeyi ummaktadırlar. Oysa Almanya’da yayınlanan etkin bir dergide, (14)

“T. Özal’ın aldığı kararların milletin eğilimlerine muhalif olduğu” belirtilmiş, T. Özal’ın, “kraldan çok kralcı” olduğuna dikkat çekilmiştir.

  1. Özal’ın dış politika çizgisini Saddam Hüseyin’in devrileceği, Ortadoğu haritasının değişeceği fikri üzerine oturttuğu kaydedilen yazıda “T. Özal’ın kapalı kapılar ardında Körfez Krizinin çözümünü aradığı” görüşüne yer verildi.

Dergide T. Özal’ın bu rizikolu politikasının pek anlayışla karşılanmadığı belirtilirken, “Körfez bölgesine asker ve malzeme gönderilmesine Türklerin dörtte üçünün karşı çıktığı” açıklanmıştır. Batılı kaynakların yorumuna göre Türkiye İslam âlemine ve ülke içinde yükselen İslam’a karşın yeğlemesini Batı’dan yana yapmıştır. Eğer bu gözlem doğru ise, Anavatan Partisi’nden (ANAP) günümüzde ortaya çıkan kanatlar arası sürtüşme çatışmaya dönüşebilir ve böyle bir bunalımda ANAP’ı tarikat şeyhleri bile kurtaramaz. Çıkabilecek bir savaşın “Müslüman-Hıristiyan” çatışmasına dönme olasılığı gündemindeki yerini korumaktadır. Nitekim bu konuda İslam âleminden sesler yükselmektedir. İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney yaptığı konuşmada görüşünü, (15)

“Müslüman milletlerin ABD’nin bölgede kalmasına izin vermeyeceği” ve “ABD siyasetine, planlarına ve saldırılarına karşı gelmenin Allah yolunda cihat ve bu yolda ölenlerin şehit olacağı” şeklinde açıklamıştır. İran’ın üst düzey dini liderlerinden Ayetullah Ali Meşkini ise:(16)

Körfezde bir savaş çıkarsa İran’ın ABD’ye karşı savaşacağını” açıklamıştır. Bu arada(17) Amman’da Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Arap ülkelerinden gelen delegelerin katıldığı “Arap Halk Güçleri Konferansı”nda temsilciler “Amerikan tehditlerine karşı ulusal mücadelesinde Irak’ı destekleyeceklerini” belirtmişlerdir Bunun gibi, Cezayir dini liderlerinden Mahfuz Nahnal(18)

“Sorunlarımızı yalnızca kan çözebilir ve İslam düşmanlarına karşı koyabiliriz” derken Tunus dini liderlerinden Raşid Ganuşme,(I) “Biz uluslararası entrikalarla, gizli planlarla karşı karşıyayız, etrafımızı yabancı donanmalar çevirmiş ve içimizde hainler var. Eğer Allah yolunda gidersek, bütün bu güçlerin bir örümcek ağı gibi yırtıldığını da görebiliriz” diye konuşmuştur.

ANAP iktidarı güçlü bir ikilemin kancası içinde İslami liderlerin yorumlarına göre “ihanet cephesi” içinde yer almış görünüyor. Gerçekte izlenen kişisel ağırlıklı dış politika, buram buram ABD hayranlığı ve teslimiyetçiliğinin izlerini taşıyordu. Ambargo uygulamasının çok kısa sürede Irak’ı pes ettireceği düşüncesini olaylar bugüne kadar doğrulamamıştır. Sıcak bir savaş durumunda ABD’nin karşısına çıkacak gücü “tahtakurusu gibi ezip geçeceği” görüşünün de abartılı olduğunu zaman gösterecektir.

Bülent Ecevit(19) ve Necmettin Erbakan(20) Irak’a ilişkin gözlemlerinde ambargonun etkisini kanıtlayacak belirtilere tanık olmadıklarını açıklamışlardır. İngiltere’de yayımlanan etkin bir dergide(21)“Irak’ın ambargoyu delebileceği ve halkını 6 ya da 8 ay daha besleyebileceği” açıklanmıştır. Kaldı ki, Irak’ın Kuveyt’in işgalinden yaklaşık bir ay sonra (1 Ekim 1990) karne sistemine geçmiş olması ve en temel ihtiyaç maddesi olan eti karne dışı bırakması bu konuda hazırlıklı olduğunu kesinlikle göstermektedir.

Körfez bunalımının uzamasından ABD ve SSCB’nin ortak çıkarları bulunmakta ve OPEC(II) ülkeleri dolarlarına dolar katmaktadır. Oysa, Türkiye gibi ülkelerde durumun farklı olduğu peş peşe gelen zamlarla daha bugünden yaşanılarak görülmektedir. Bir varsayım uğruna elinizdeki kozları ABD’ye teslim edeceksiniz, sonra da zararların karşılanacağını hayal edeceksiniz. Bu politikayı anlamak mümkün değildir.

Olası bir sıcak savaş durumunda Saddam’ın üç kozu bulunduğu açıklandı:(22)

  1. Suudi Arabistan’daki petrol bölgelerinin füzeyle vurulmasıyla Batı ekonomilerinin tahribi.
  2. İsrail’e füzelerle saldırı, ayrıca Suriye ve Mısır’ın da vurulması
  3. Avrupa, ABD ve Japonya’da biyolojik silahlarla terörist saldırılar.

Bunların yanında Irak’ın güçlü ve deneyimli ordusu, üstün zırhlı ve kimyasal silah gücü yanında, nükleer teknolojisinin çok ileri bir aşamada olduğu da bilinmektedir(23-24) [III]

ABD havadan ve denizden baskın tarzında bir saldırıyla Irak’ın hava kuvvetleri, zırhlı gücünü, kimyevi ve nükleer tesislerini  hava meydanlarını, ulaşım sistemini ilk aşamada yok etmeyi planlamakta ancak baskına karşın Irak’ın elinde kalacak güçle Saddam’ın vereceği karşılıktan da çekinmektedir. Bu amaçla yapılan yığınak tamamlanmak üzeredir. Kuşkusuz iklim koşullarının da savaşa uygun olması düşünülmektedir. Böyle bir harekâtta Türkiye’nin üslerinden ve kara gücünden yararlanmak için planlar yapılmış olduğu anlaşılıyor:(25-26) [IV]

“Türkiye ile ABD’nin hem askeri hem de istihbarat alanındaki işbirliğini son Körfez Krizi nedeniyle önemli ölçüde genişlettikleri ve Körfez’de olası bir savaş durumunda Türkiye’nin ABD savaş ve bombardıman uçaklarına bu ülkedeki üsleri kullandırmak için NATO görevi görünümü altında izin vermeyi kapsayacağı”(27) ima edilmiştir.

Bunun gibi ABD’nin eski Genelkurmay Başkanlarından Amiral Thomas Mourer(28)

“ABD’nin Körfez’deki askeri yığınağındaki temel hedefin, dengeyi kara ordusunda 2’ye 1 oranında Amerika lehine bozacak bir askeri güce ulaşmak olduğu”nu söylemektedir. Yani Irak kara ordusunun iki misli kara ordusu… Batı’nın bu sayıyı bulmasının tek yolu Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasından geçmektedir. Bu nedenle T. Özal’a övgüler düzülmektedir.(V)

Bazı ABD stratejistlerinden(28) James Schlesinger (ABD eski savunma bakanlarından), Zbigniew Brzezinski (Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı) ve Barry Rubin’in (Yakındoğu Enstitüsü’nden) zamanın ABD’nin lehine işlediği kanısında olmalarına karşın, Richard Perle (ABD eski savunma bakan yardımcısı) Irak’ın nükleer ve kimyasal yeteneğinin tahribini istemektedir. Güvercinler ile şahinler ne düşünürlerse düşünsün Türkiye’nin dış politikadaki ilkesizliği bugünden ekonomisini sarmış bulunuyor. Bu gidişe son verilmelidir…

Tek güvencemiz olası bir savaşa karşı Türk ve dünya kamuoyundan yükselen seslerdir…

İnsanlık belki ilkeler adına savaşa sürüklenebilir ama başkalarının çıkarları adına asla… (29-31) [V]

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....