1
SÖYLEŞİ

Kanal Biz, 5.Boyut Programı, 12.1.2009

 

KANAL BİZ, 5.Boyut Programı, 
Merdan Yanardağ – Talat Turhan söyleşisi, 
12 Ocak 2009

Merdan Yanardağ: İyi akşamlar sayın seyirciler 5.Boyut’la karşınızdayız. Bu akşam yine Ergenekon Operasyonu soruşturmasını konuşacağız. Dalga dalga genişleyen ve giderek Türkiye’nin geleceğini yeniden şekillendirildiği bir soruşturmaya dönüşen, genellikle liberallerin kullandığı kavramla ifade edersek bir tür toplum mühendisliğinin siyasal zor kullanarak gerçekleştirilmeye çalışıldığı operasyonun şimdi derinliklerine ineceğiz. Bugün çok önemli bir konuğumuz var; Sayın Talat Turhan. Emekli Kurmay Yarbay Sayın Talat Turhan hepinizin yakından tanıdığı bir isim. Hoş geldiniz.

Talat Turhan: Teşekkür ederim.

Merdan Yanardağ: Sevgili seyirciler şimdi masamızı görüyorsunuz. Masamızda Türk bayrağı ve bir Filistin bayrağı var. Konuğumuz Sayın Talat Turhan, Emekli Kurmay Yarbay Sayın Talat Turhan bu programı bir anlamda Filistin halkıyla, Gazze halkıyla dayanışma için yapıyor. Kendisi bu programı Filistin halkıyla dayanışmaya ithaf ediyor, Filistin halkına ithaf ediyor. Hemen fark edeceğiniz gibi şu anda taktığı kravatta da yine Türk ve Filistin bayrakları var. Bu programı biz de Sayın Turhan’ın önerisine uyarak Filistin halkına ithaf ediyoruz. Buradan bir kez daha dayanışmanızı kendilerine iletiyoruz. Evet, sevgili seyirciler Talat Turhan kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim. Talat Turhan Türkiye’de ilk kez Kontrgerillayı deşifre eden, 12 Mart 1971 yargılamaları sırasında ünlü “Bomba Davası” yargılamaları sırasında kontrgerillayı yani Süper NATO veya Gladio diye bilinen yasadışı örgütlenmeyi yani “Derin Devlet”i Türkiye’de ilk defa deşifre ederek kontrgerilla kavramını siyasal literatürümüze sokan isim. Kendisi ordudan devrimci faaliyetleri nedeniyle ihraç edildikten sonra, 1972’de gerçekleşen bir operasyonla tutuklandı ve Ziverbey Köşkünde kontrgerilla denilen, kendilerini böyle ifade eden ekiplerce, asker ve sivil ekiplerce sorgulandı. Sayın Turhan tam 5000 sayfalık bir savunma yazdı ve mahkemedeki ilk duruşmadan başlamak üzere kontrgerillayı Türkiye’deki derin devlet örgütlenmesini deşifre etti. 40 Yıla yakın bir süredir kontrgerillanın peşini bırakmadı. Büyük bir cesaretle kontrgerillanın üzerine gitti. Bugüne kadar 25’in üzerinde kitap yazdı. Bu kitapların yine büyük bir bölümü, Türkiye ve Dünyadaki kontrgerilla örgütlenmelerini, gizli NATO örgütlenmesini, kendi halkına karşı olan çıkar çevrelerini, sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarını savunan yasadışı örgütlenmeleri, hukuk dışı örgütlenmeyi deşifre etmeyi sürdürdü. Her kontrgerilla veya Gladio tartışmasında Talat Turhan adeta bilirkişi gibi davrandı. Kendisi arkadaşları, kamuoyu ve askeri çevreler tarafından “Atatürk’ün Yarbayı” olarak tanınır, isimlendirilir. Biz kendisine bir kez daha hoş geldiniz diyelim.

Talat Turhan: Tekrar teşekkür ederim.

Merdan Yanardağ: Ben birkaç değerlendirme okumak istiyorum. Mesela Dündar Seyhan…

Talat Turhan: Kurmay Albay Dündar Seyhan 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin önde gelen kişilerinden birisidir. 238 generalin bir gecede emekli edilmesi operasyonunun başını çekmiştir. O dönemdeki komuta heyetinin değişikliğini komutanları uçağa bindirip fiilen gerçekleştirmiştir1.

Merdan Yanardağ: Dündar Seyhan diyor ki: “Sayın Talat Turhan Türk Silahlı Kuvvetleri Birliğinin kuruluşundan 22 Şubat 1962’ye kadar Milli Savunma Bakanlığı’nın Özel Kalem Müdürlüğü’nü yaptı ve  Başyaverdi. Olayların başından sonuna kadar içinde yaşamıştır. Kara Ordusu’nun bugüne kadar yetiştirdiği kurmaylar arasında diyebilirim ki kafa, ruh bilgi, karakter ve çalışkanlık bakımından eşine güç rastlanabilir bir subaydı. Yurtseverliği, medeni cesareti ve insani meziyetleriyle, normal ölçülerin hep dışında kaldı”. Evet, Dündar Seyhan Talat Turhan’ı böyle tanımlıyor. Sayın Turhan hakkında çok sayıda yazı var. Yine mesela bunlardan biri Emekli Hakim Albay Remzi Şirin sizin “Bomba Davanızı”  değerlendirmiş. Yine burada sizi övüyor ve size: “Bomba Davası Savunmanızı tekrar okudum. Aynı frekansla takdir ediyor ve sevgilerimi sunuyorum” demiş.

Talat Turhan: Remzi Şirin 12 Mart 1971 darbesinin baskısını sürdürdüğü bir dönemde İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün vermiş olduğu yasadışı emre rağmen, 84 sanıklı davada beraat kararı verdiği için sürgün edilmiş, mahkemesi lağv edilmiş değerli bir askeri yargıçtır.

Merdan Yanardağ: Evet değerli bir yargıç… yine Prof. Dr. Hikmet Özdemir, “Bomba Davası’nı okudum. 1960 sonrası Türkiye’nin siyasal gelişimi üzerine çalışan bir araştırmacı olarak çok yararlandım. Size şükran duygularımı iletmek istiyorum” diyor. Aziz Nesin size sizin hakkınızda bir değerlendirme yapmış: “Karanlık ve kirli bir dönemde ışık tutup,  dönemin çirkin içyüzünü gözler önüne seren Bomba Davası Savunmanızı yararlanarak, öğrenerek okudum. Sağolun, ellerinize sağlık” demiş. Değerli seyirciler bu “Bomba Davası” konusunu konuşacağız. “Bomba Davası”ndaki provokasyon, tertip, komployla bugünkü Ergenekon Soruşturması arasında çok büyük bir benzerlik var. Sayın Turhan onu anlatacak. İlhan Selçuk benzer bir şey yazmış sizin için. “Bomba Davası”nı, Fransa’yı 1800’lerden 1930’lara kadar uğraştıran “Dreyfus Davası” ile eşdeğer bulmuş ve sizin yaptığınız savunmanın yüksek değerini ifade etmiş. İlhan Selçuk diyor ki: “Bomba Davası’nın Silahlı Kuvvetlerin üst düzeyinde bir hesaplaşma ürünü olduğu söylenebilirse de, bu yaklaşım olayı köklerinden soyutlamak olur” sizin savunmanızda ortaya çıkardığınız gerçeğe işaret etmiş ve demiş ki: “Ziverbey İşkence Köşkü’nde yapılan, buna da şunu belirtelim 12 Mart’tan sonra 1971–1972 İstanbul Sıkıyönetim komutanı Orgeneral Faik Türün’ün kontrgerilla operasyonlarının bir sonucu olarak tutuklattığı devrimci subaylar, yurtsever subaylar, aydınlar ve diğer muhaliflerin sorgulandığı Ziverbey’deki MİT Köşkü, kontrgerilla köşkünden söz ediyor. İlhan Selçuk’un yazdıklarına devam edelim: “Gerçekte Bomba Davası’nın dosyası Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Cunta Lideri Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, Orgeneral Faik Türün, Tümgeneral Memduh Ünlütürk gibi kişileri kapsamaktadır”. O dönemdeki komuta kademesi ve üstü. Ertuğrul Kürkçü THKP-C kurucularından ve Dev-Genç Genel başkanı Virgül dergisi’nde Sayın Talat Turhan’ın kitapları hakkında yazdığı bir yazıda şunu söylemiş: “Türkiye, Kontrgerilla denilen ucubenin farkına ilk kez 12 Mart’ta vardı. Kontrgerilla ile ilk tanışanlarsa, 12 Mart rejimine karşı siyasal faaliyet yürüten grupların 1971–1972 kışında gözaltına alınan üyeleriydi. Onların kontrgerilla diye bir kavramı belki de ilk kez gözleri bağlı olarak götürüldükleri sıkıyönetim sorgulama merkezlerinde sorgucuların ağzından duydular. Kimileri askeri, kimileri sivil giyimli, birbirilerine askeri rütbelerle hitap eden adamlar sorguya alınanlara şöyle diyorlardı; Genelkurmay’a bağlı kontrgerilla örgütünün elindesin. Burada anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevap verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen… Öyle de oldu, insanlar yaptıkları kadar yapmadıkları şeyleri de itirafa direndikleri ölçüde kontrgerillanın gazabından paylarına düşeni aldılar. Ankara, İstanbul, Adana, Diyarbakır, İzmir askeri cezaevleri ayaklarının tabanları falakada patlamış, bedenleri elektrik akımıyla kavrulmuş, tecavüze uğramış, ruhları örselenmiş insanlarla doldu taştı… Ateş düştüğü yeri yakarmış. İşkence kurbanlarının her türlü maddi ve manevi acının pençesinde örselendikleri bu merkezlerde kendilerine kontrgerilla adını verenlerin işkencecilikle özdeşleşmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Ama tutuklulardan biri Kara Kuvvetlerinden emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, açık duruşmaya çıktığı günden başlayarak kontrgerillaya başka bir düzlemden bakılması gerektiğini haykırıyordu: Kontrgerilla, CIA güdümünde politik bir örgüttür. Doğrudan doğruya Pentagon’dan yönetilen dünya karşıdevrim örgütünün Türkiye’deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi’ni 1971’de yakan, 1972’de tersanedeki gemileri batırıp ateşe veren kontrgerilladır… Bütün bu işleri sola yıkmak için düzmece davalar icat edenler onlardır. Talat Turhan’ın parmağını ona uzatmasının üzerinden 25 yıl geçtikten sonra kontrgerillanın varlığı, onu çevreleyen resmi yalan halesine karşın kimse için bir sır değil”. Böyle devam ediyor. E. Tuğamiral Vedii Bilget ise, “Talat Turhan aklını kullanıyordu. Türkiye’de ne gibi oyunlar döndüğünün derinlemesine bilgisine erişilmeden, Silahlı Kuvvetler içinde tam bir amaç uyumu ve birliği olmadan, harekât ertesinin tüm plan ve uygulamaları önceden kotarılmadan herhangi bir atılıma geçmeyi zamansız buluyordu” demiş. Yine aynı şekilde Tuğgeneral Ömer Lütfü Erol sizden söz etmiş. Bütün bu isimler sizin yazdıklarınızı doğruluyor. Mesela E. Tümgeneral Celil Gürkan sizin için başka bir şey söylemiş: “İstanbul’da Kuzguncuk’ta annesinden kalan bir evde yaşıyor. İstese çok parlak işlere de girerdi. Bir ona bakıyorum bir de Adapazarı’nda toprak devrimi diye masaları yumruklayan başkalarına. Ne gariptir ki 12 Mart döneminde asli fail olduğu iddia edilen 12 Mart yönetimi onlara dokunamamış ama Talat Turhan’ı en ağır işkencelere tabi tutmuştur”.

 Talat Turhan: Celil Gürkan TSK’da iki dil bilen ender generallerden biriydi. Bu değerli kişi Ziverbey İşkence Köşkü’ne alınmış, benim gibi işkence görmüştür. Bir generalin işkence görmesine tahammül edenler, suskun kalanlar bugünkü ortamın bir anlamda hazırlayıcısıdır diye düşünüyorum.

Merdan Yanardağ: Uğur Mumcu’nun söyledikleri var mesela. “NATO’nun Gizli Orduları” kitabının yazarı Danile Ganser’in bir makalesi var ve sizin dünyada ilk kez aslında kontrgerillayı suçüstü yakalayan ve ölümü göze alarak bunu yazmakta ısrarla devam eden bir kişi olduğunuzu söylemiş. İlk basımı 2005’te Güncel Yayınları’ndan çıkan kitabında diyor ki; “Turhan Türkiye’de Gladio biçimindeki Özel Kuvvetler, halk tarafından kontrgerilla adıyla bilinir diye açıklıyor ve tüm çabalarıma ve siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin ve medyanın girişimlerine karşın kontrgerilla hala soruşturma altına alınmadı diyerek, “AB’yi konuyla ilgili soruşturma yöneltmeye davet ediyorum” diyor, şeklinde yazmış kitabında.Rafet Ballı ile söyleşi Milliyet 16 Kasım 1990

Talat Turhan: Daniele Ganser dünyada bu konuda çok özgün bir kitap yazdı. NATO’daki gizli yapılanmayı bundan daha açık ortaya koyan bir kitap bugüne kadar yazılmadı. Onun için bu konuları öğrenmek isteyenlere referans olarak öneriyorum.

 Merdan Yanardağ: Elimde “Çeteleşme” diye bir kitabınız var. Siz 1924 doğumlusunuz.

 Talat Turhan: Evet, 2 Eylül’de 85 yaşına gireceğim.

Merdan Yanardağ: Umarım daha uzun yaşarsınız.

Talat Turhan: İşlevi olacaksa yaşayayım.

Merdan Yanardağ: Kuleli Askeri Lisesi (1942), Kara Harp Okulu (1944), Topçu Okulu (1946), Kara Harp Akademisi (1958), Yüksek Komuta Akademisi’nde (1962) askeri öğreniminizi tamamlayarak mezun olmuşsunuz.

Talat Turhan: Bu sorularınızın kapsamlı yanıtları web sitem ve Google’da bulunabilir (www.talatturhan.com.tr). Google’da Talat Turhan olarak, aratabilirsiniz.

 

Merdan Yanardağ: Sizin web sitenizi de arkadaşlar yazı olarak ekrana versinler. Sitesinden, Sayın Talat Turhan’la ilgili çok ayrıntılı olarak bilgi edinebilirsiniz. Ayrıca bu programda konuşacağımız pek çok şeyi çok ayrıntılı olarak bu sitede okuyabilirsiniz. Kitapları ve makalelerine ilişkin bilgiler ve özet bölümlerde yine bu sitede yayınlanıyor. Siz bir fotoğraf getirdiniz. Bir talebinizi daha karşılamak istiyorum, daha doğrusu Filistin bayrağının yanı sıra, Nazi toplama kamplarına gidip Yahudi soykırımına karşı bir aydın, bir entelektüel olarak bir tutum almışsınız. Bu konuda da Yahudi soykırımına karşı da etkin bir tutum içindesiniz.

Talat Turhan: Benim vurgulamak istediğim gerçek şu: Atatürk mazlum ulusların, mazlum hakların, ezilenlerin yandaydı. Yahudi soykırımı ne kadar yüreğimizi yaralıyorsa, günümüzde de soykırıma uğramış Yahudilerin Filistin halkına yapa geldiği özelikle Gazze’de yaşanan zulüm de o kadar yaralıyor.

Merdan Yanardağ: Hızla bugüne gelelim. “Bomba Davası”, 12 Mart 1971’de ve “Ziverbey Köşkü”ndeki sorgulamaları ve Kontrgerilla-Ergenekon arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Buradan başlayalım, biraz gerilere gidelim. Türkiye’deki “Süper NATO” veya “Kontrgerilla” diye bilinen örgütün derinliklerine inelim, buyurun.

Talat Turhan: İzin verirseniz büyük Atatürk’ün özdeyişiyle sözüme başlamak istiyorum: “Medeniyetin coşkun seli karşısında dayanmak boşunadır. Medeniyet gafiller ve dinlemeyenler için amansızdır. Her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudreti karşısında, çağdaş kalmış düşüncelerle, basit masallarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar”. Durum saptamasına bu noktadan başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de devrim-karşıdevrim süreci Atatürk’ün vefatından günümüze kadar sürekli ivme kazanıyor. Şimdilerde ABD ve AB destekli karşı devrim süreci zirve yapmış gibi görünüyor. Emperyalist güdümlü bir cemaat yapılanması her geçen gün gücünü artırarak kurumsallaşıyor. Eski CIA ajanı Graham Fuller “Yeni Türkiye Düzeni” aldı kitabından3 söz edebiliyor. Kuşkusuz bu günlere bir günde gelmedik. 1947 yılından günümüze karşıdevrimci iktidarlar, ülkemizi emperyalizme peşkeş çekmekte sakınca görmediler. “Geçmişten ders almayanlar, onu bir daha yaşamaya mahkûmdurlar” diye bir özdeyişi anımsıyorum. Örneğin; Atatürk devrimciliği görüşlerimden rahatsız olan işbirlikçiler 1963–65 yıllarında “Genç Kemalistler Davası” adlı davada beni “siyaset” yapmakla suçladılar. TSK’da siyaset yapan benden başka kimse yok demek ki. Siyaset yasak ama savunmamda kamuoyuna mal ettiğim, Genelkurmayın 1965 yılında yayınladığı bir kitapta4 “Ordu pratik siyasetle meşgul olmalıdır” diyor. Tabii ABD emperyalizminin çıkarına hizmet ediyorsa… Bu uydurma davayı bahane edip TSK ile ilişkimi kesmeyi başaranlar peşimi bırakmadılar. 1972–75 yılları arasında TSK’ya yönelik bir provokasyonu “Bomba Davası” ile gündeme taşıyıp dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan hakkında iddianame düzenleyip, “Marksist-Leninist Cunta” üyeleri iddiasıyla “Bomba Davası”nda sanık yapmak istediler. Güçleri bu üç komutanı içeri almaya yetmeyince “Bomba Davası”nda sadece ayakları yapılmış ‘1’nci Boğaziçi köprüsünü, yapıldığında bombalamayı düşünmek gibi sayısız uydurma suçlamalarla yargılanıp göğüslemek bana kaldı. Dava sonucunda bu alçak tertipleri düzenleyenler kendi ayıplarını örtmek için 1800 üst sayılı af kanunu çıkartarak “Bomba davası”nı ört bas ettiler. Müfteriler bu ölçüde düzene egemendiler(*). 1975 yılında 4283 sayfalık savunmayla bu görevi başardığımı sanıyorum. Bu savunmayı üniversiteye mal etmek için, İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’na bağışlayacağımı söyleyerek götürdüm. Bu girişimime karşın yanıt alamadım. Savunmamı yine o dönemin Barolar Birliği Başkanına gönderdim. Kendisi dostum olmasına karşın ilgilenmedi, beş ay sonra geri almak zorunda kaldım. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Üç yıl emek veriyorum, aç duruyorum, borç alıyorum, bir daire parası harcıyorum 4283 sayfalık tarihi bir belge elimde kalıyor, zamanın ve olayların beni doğrulamasına karşın… Eğer TSK “Bomba Davası”nı mercek altına alsaydı bugün Ergenekon sürecinin hedefi olmazlardı. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra Ergenekon sanıklarının bir bölümünün “Bomba Davası” adlı kitabımı okuduklarını biliyorum.

 Merdan Yanardağ: Her şeye rağmen “Bomba Davası”nın önemli belgelerini iki cilt olarak yayınladınız. Bu “Bomba Davası”na gelirsek, tam nasıl bir dava? Kontrgerilla orada karşınıza nasıl çıktı?

Talat Turhan: “Bomba Davası” nasıl bir dava? Üç aylık bir çalışma sonucu hazırladığım şemada “Bomba Davası”nı özetliyorum. 10 Mayıs 1972 gecesi saat 23.00’te bir bombanın patlamasıyla sahneye konan bu davada benzer eylemlere de yer verildiği için adını oradan alıyor. Gece saat 23.00, bombacı genç bir ara sokakta ve polisler eylem yerinde! Bomba patladıktan sonra polisler genci hastaneye götürüyorlar ve kurtarılmasını sağlıyorlar. Ben bu genci cezaevinde tanıdım. Ne yazık ki iki kolunu bir ayağını kaybetmişti. Bu eylemden sonra yeni tutuklamalar yapılıyor, işkenceyle yeni isimler alınıp sanık listesi artırılıyor. Bu süreç Temmuz 1972’ye kadar devam ediyor. Emniyet ve kontrgerilla örgütü hazırlık ifadelerinde, tüm eylemsel ve cuntasal faaliyetlerden sorumlu tutularak suçlamaların odağı haline getirildim. Şemada tüm suçlamaların odağında ben varım. Üzerimde bir komplo düzenleniyor. Çünkü böyle olmasını MİT istiyordu5. Neden MİT böyle bir şey istiyor? Ben TSK’daki görevim sırasında MİT’in üst düzey yöneticileriyle karşı karşıya geldim. Aramızda husumet oluştu. Kinleri durulmadı, 12 Mart faşist darbesinin karanlık kargaşa ortamında MİT’i de amaçları doğrultusunda kullanarak beni ortadan kaldırmayı denediler… Kimler bunlar? Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı ve Cunta Lideri Orgeneral Memduh Tağmaç, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün, MİT Başkanı Tümgeneral Nurettin Ersin vb. gibi… Kuşkusuz bu kişilerle ABD yanlısı oldukları için temelde ideolojik olarak da karşı karşıyaydım. Milli Savunma Bakanlığı’nda görevli olduğum dönemde, her cumartesi günü saat 11.00’de Genelkurmay’a bir ABD yüzbaşısı geliyor. Karargâhta bulunan tüm görevlilerin gözleri önünde Cevdet Sunay’a 1 şişe viski, bir kutu puro getirip hediye diyor. Bu onursuzluğa tepki gösterdiğim için Cevdet Sunay’ın husumetini kazandım6. Bir gazetede yayınlanan açık mektubumda Cevdet Sunay’ı beni mahkemeye vermesi için çok ağır bir üslupla eleştirdim. Amacım devletin zirvesini işgal eden bu kişinin içyüzünü mahkeme sürecinden yararlanıp kamuoyuna yansıtmaktı. Kamuoyu hâlâ o dönemin rezaletlerini bilmiyor. Genelkurmay Başkanı ve 12 Mart döneminin cunta başı Orgeneral Memduh Tağmaç’la da görev sırasında hep çatıştım. Tutucu, ABD yanlısı, vasat nitelikli bu kişinin 27 Mayıs sonrasında yıldızının parlamasının ülkemiz adına bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum. Tağmaç’la aramızdaki rütbe farkına karşın hep çatıştığımı kitaplarımda da belirtiyorum. İsimlerini sıraladığım kişiler 22 Şubat 1962 Askeri baş kaldırısını bahane ederek beni Afyon’daki Batı Menzil Komutanlığına sürgün ettiler, daha sonra yasaları göz ardı edip emekli olmamı sağladılar. Bununla da yetinmeyip albaylığa terfi etmemi ve sivil yaşamımda da iş yapmamı engellediler. Hınçlarını giderememişler ki 12 Mart 1971 faşist askeri darbesiyle beni bertaraf etmeye çalıştılar. “Bomba Davası”ndaki “Savunma”, devleti yönetenlerin üzerimde düzenlediği iğrenç provokasyona verilen tarihi bir yanıttır. Bu arada yaşamımı kişisel husumetiyle karartan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural’ı da belirtmeden geçemeyeceğim7. “Genç Kemalistler Davası”nda yargılanırken bir ara Tuğgeneral Faik Türün mahkeme başkanlığımı yaptı. Haksız ve hukuksuz bir davada emirle yargılandığımı bildiğim için isyan halindeydim. O tarihte Kurmay Yarbay’dım ve mahkemeye karşı sert bir tavrın içindeydim. Görevi gereği Türün’ün beni uyarması gerekirdi fakat bunu yapmaya cesaret edemedi. Çünkü aynı tonda yanıt alacağını tahmin edebiliyordu. Böyle bir durumda terfisi engellenebilirdi. Buradan bana bir husumet oluşturdu. Nasıl olup da 27 Mayıs 1960 sonrası tasfiye edilmediğini anlamış değilim. Başlangıçta kendini gizlemeyi başarsa da 27 Mayıs’ın düşmanıydı. “Silahlı Kuvvetler Birliği” döneminde hiç adam yerine konulmadı. Bu olaylardan önce daha üsteğmenken bir tarikata girdiği söyleniyordu. 1950 yılında 1’nci Kore tugayında Kurmay Binbaşı olarak görev alması ABD yanlısı tavrını daha da pekiştirmişti. 12 Mart 1971 faşist askeri darbesinden sonra 1. Ordu Komutanı olan Orgeneral Faik Türün sıkıyönetim komutanı olunca, ABD yanlısı “Temizlik Operasyonu”nun gönüllü uygulayıcısı olarak gençleri, aydınları, yazarları, sendikacıları, işçileri, CHP’lileri, Atatürkçüleri kurdurttuğu işkence evlerinde barbarca, insanlık dışı, aşağılık işkencelerden geçirtti. Böyle bir ortamda Cevdet Sunay, Memduh Tağmaç ve MİT’in emirleriyle bertaraf edilmek üzere Faik Türün’e teslim edildim. O’nun için bu görev bulunmaz fırsattı. Benim üzerimden, “Bomba Davası” ile Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’ı hapse atabilseydi, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın, Faik Türün’e altın tepsi içinde sunduğu Genelkurmay Başkanlığı makamına oturacaktı8. Bu plan süredursun İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün bir yandan da tarikatçılarla sıcak ilişkilerini sürdürmeye devam etti. O dönemde Nakşibendî Şeyhi Mehmet Zahit Kotku başta olmak üzere, İstanbul Boyacıköy Safsaf sokağında oturan İ.Ö. adlı bir tarikat şeyhinin baş ziyaretçileri arasındaydı. Türün’ün pragmatist olduğunu söyleyebiliriz. Göz koyduğu Genelkurmay Başkanlığı makamına oturabilmek için Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dan aldığı desteği tarikatlar ve ABD yanlısı politikacılarla güçlendiriyordu. Bununla da yetinmeyerek Adalet Partisi ve Süleyman Demirel’le sıcak ilişkiler içinde bulundu ve siyasi destek aldı. Ancak tüm ilişkilerine karşın emekliye ayrılınca AP tarafından ödüllendirildi. Önce Odalar Birliği yönetimine alındı sonra da Parlamentoya taşınıp AP’nin cumhurbaşkanı adayı oldu. ABD emperyalizmi bütün ülkelerde işbirlikçi ve gerici güçlerle ittifakı çıkarlarına uygun görür. ABD yanlısı Faik Türün’e halkımız hak ettiği sıfatın damgasını alnına vurdu. Ölümlü dünyada değer miydi? Faik Türün’ün zulmü karşısında duyarsız kalan çevreler, günümüzdeki “Ergenekon Davası”nın alt yapısını oluşturdular. Evet, bu komplo böyle oluşturuluyor. Bu şemadaki isimlerin çoğunu tanımıyorum fakat suçlamalar bana doğru; bomba attı, soygun yaptı…

Kimi insan vardır; hoşgörü, barış, iyilik, insanlık, kardeşlik, eşitlik, adalet kavramlarından oluşur kimliği… Kimi insan vardır; korku, işkence, düşmanlık, entrika, karanlık, ölüm kötülük, leş, kan, irin üstüne kişiliğini vurgulamıştır. Kimisi barış güvercinidir; kimisi leş yiyici…

Siz hangi insan türünü seçersiniz?

Bizim diyeceğimiz şu: insanoğlunun bozuk ve hastalıklı türünden sakının; kökeninde örümcek vardır bu türün; yeri olmamalı toplum yaşamında bu türün; yeri tımarhanedir bu türün…

Merdan Yanardağ: Orada Kültür Sarayı şu anda Taksim’de bulunan AKM’nin yakılması…

Talat Turhan: Oraya geleceğim efendim. Beni “Bomba Davası” adlı şemada9 görüldüğü gibi 3–4 Temmuz 1972 gecesi evimde yaptıkları yasa, ahlak ve kuraldışı bir aramadan sonra aldılar, gözlerimi bağlayıp, kelepçeleyip, bilinmeyen bir yere götürerek Amerikan Kurtuluş Bayramını (!) orada kutladılar. Daha sonra tarafımdan yeri saptanan Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü’nde 1 Ağustos 1972 gününe kadar akıl almaz işkenceler uyguladılar. Bunların ayrıntılarını kitaplarımda açıklıyorum. Orada kaldığım süreçte 24 saat aydınlatılan gece-gündüz kavramını algılayamadığım bir odada, ellerim zincirli, ayaklarım prangalı olarak kımıldamaksızın tutuldum ve saatim olmadığı için de zaman kavramını yitirdim. Böyle bir psikoloji içinde benden önce gözaltına alınmış kişilerin benim aleyhime vermiş oldukları işkence altında alınan ifadelerini teypten dinletiler. Benim aleyhimdeki ifadeleri onaylamamı istediler. Direnebilirseniz işkenceden ölüme kadar hepsine hazır olmanız10 gerekiyor.

Merdan Yanardağ: Ziverbey Köşkü’nde.

Talat Turhan: Evet, Ziverbey Köşkünde.

Merdan Yanardağ: Diğerleri de subay mı?

Talat Turhan: Ziverbey İşkence Köşkü’nde kendilerini “kontrgerilla” diye tanımlayanların çoğu MİT görevlisi… Bu kişilerin tümünün kimliklerini saptadım. Açığa çıkabileceklerini düşünmüyorlardı. Daha sonra da işkence köşkünün adresine ulaştım. Bu becerimden dolayı hep gururlandım. İşkence köşkünü Tümgeneral Memduh Ünlütürk yönetiyordu. İşkencelerin başında ise; MİT’in İstanbul Bölge Komutanlığı’nda “Komünist Masası”nda görevli Emekli Topçu Binbaşı (1943 mezunu) Eyüp Özalkuş bulunuyordu. O dönemde, belki de ilk kez, bir işkencecinin ismini mahkemede açıklayıp zapta geçirilmesini talep ettim. Büyük bir güçlükle duruşma tutanağına “Kel Eyüp” diye yazdırmayı başardım. Eyüp Özalkuş’a arkadaşları “Kel Eyüp” diye hitap ediyorlarmış. Bu kişi emekli olunca apartman kapıcısını ayağından vurdu. Bir süre özel muamele ve ihtimam görerek Paşakapısı Cezaevi’nde yattı. Yargılandığı Kadıköy Ağır Ceza Mahkemesi’nde fazla ceza almadan kurtulmayı başardı. Açık olan bu duruşmayı izlememe bile izin vermediler. İşkencecisini koruyan bir düzenin “demokrasi, özgürlük, insan hakları”, söylemi sahtekârlık değil de nedir? Kel Eyüp de öldü gitti… Değer miydi? İşte bu köşkte bana biçilen rol; Marksist-Leninist Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler Cuntasının İstanbul Bölgesi Sivil Kesimi’nin Başkanı olarak, bombalama ve diğer terör olaylarını gerçekleştirerek Faruk Gürler Cuntası’nın iktidara gelmesini kolaylaştırmak için kaos ortamı yaratmak… Tüm bunların gerçek olmadığı karara bağlandığı halde ayıpları açığa çıkmasın diye “Bomba Davası” tamamlanmadan örtbas edildi. Bu dava sürerken 6 Ağustos 1972 günü bir sanığın muhbir sıfatıyla iki savcı tarafından ifadesi alındı. Alınan bu ifade hukuken geçerli sayılmaktadır. İfade de Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan Marksist-Leninist örgüt üyesi olmakla suçlanıyorlar. Bu suçlamadan 10 gün sonra Orgeneral Faruk Gürler güç kullanarak Genelkurmay Başkanı olunca askeri savcılar, adli hakim, hukuk danışmanları ve sıkıyönetim komutanı şaşkına döndüler. Bu arada Bomba Davası askıya alındı ama ayıplarını örtmek için ara sıra uydurma suçlamalar öne sürerek dava soruşturmasının sürdüğü izlemini verdiler. Bunlar içinde hukuken en utanç verici olanı beni “Sabotaj Davası” sanıkları arasına katma girişimiydi. Sabotaj Davası’nda “Atatürk Kültür Sarayı”nın yakılması, “Marmara Gemisi” ve “Eminönü Arabalı Vapuru”nun batırılması eylemleri yargılanıyordu. Aslında ilk iki olayın ihmal sonucu oluştuğu mahkemede ortaya çıktı. Sonuncu olayda ise sualtı bombasıyla gerçekleşen bir eylem söz konusuydu. Sadece Deniz Kuvvetleri komutanlığında bulunan bu bombanın nereden ve nasıl elde edildiği asla ortaya çıkarılmadı. Bu nedenle davanın tüm sanıkları beraat ettiler. Ancak Amerikanofiller (Amerikan yanlısı) ve karşıdevrimcilerin kendi suç ve ihmallerini komünistlere mal etme alışkanlığı “Reichstag Yangını”ndan11 beri süregeliyor. ABD’deki McCarthyizm12, bu süreci tetiklemiş ve bu sahte suçu yaratma yöntemi ABD emperyalizminin bir amacı olarak kullanmaya devam ede gelmektedir. “Sabotaj Davası”nın13 açılması, ülkemizi önde gelen antikomünistlerinden Orgeneral Turgut Sunalp’in İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olduğu bir döneme denk getirildi ki bu bilinçli bir yeğlemeydi. 27 Mayıs 1960’ta İskenderun’daki 39’ncu tümende Turgut Sunalp Kurmay Albay ben ise Kurmay Binbaşı olarak görevdeydik. Dünya görüşlerimiz farklı olan bu “NATO hayranı Subay”la14 sürekli çatıştık. Bu kişi Ziverbey İşkence Köşkü’nün müdavimleri arasındaydı. Kinini tatmin etmek için İşkence Köşkü’nde filmini çektirdi. Efendilerine yaranmaya çalıştı. Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ABD yanlısı iki başbakan adayı vardı. Cunta liderine rağmen ABD Turgut Özal’ın başbakanlığını yeğleyip Turgut Sunalp’in önünü kapattı. Bomba Davası’na geri dönersek, dava sanıklarından Avukat Vahap Mutlugün ve Avukat Nuri Yazıcı ikinci kez Kontrgerilla köşkünde işkenceye alınıp kendi itiraflarıyla “Sabotaj Davası” sanıkları arasına katıldılar. Bu kişilerden alınan ifadelerle ben de “Sabotaj Davası” sanığı yapıldım. Bir hafta sonra tertip düzenleyenler ne düşündülerse bana yönelik bu iki avukatın suçlamalarını ifadelerinden çıkardılar. Tüm bu söylediklerimi dava dosyalarında bulabilirsiniz. Sabotaj davası’nın 22 sanığıyla (işçi ve sendikacı) Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde birlikteydik. Bu arada hemen hemen hepsi yanıma gelerek; “Abi, adını duymuş olsaydık seni yakmıştık” deme gereğini duydular. Tertipçiler bana “Bombacı” sıfatını az görmüş “Sabotör” ve “Kundakçı”lığı da eklemeyi planlamışlardı ki kuşkusuz bu yerli işbirlikçiler tarafından sahneye konulan bir CIA operasyonu idi. Daha sonra yazılan kitaplarda gerek benim gerekse Bülent Ecevit’in birilerine 450 bin lira para vererek bu eylemi gerçekleştirilmesini sağladığımız yazılmaya devam etti. Bu davanın onurlu, şerefli, haysiyetli yargıcı, askeri Yargıç Albay Metin Demirkaya baskılara karşın tüm sanıklar için beraat kararı vererek, gerçekte tertip düzenleyenleri tarihin suçlu sandalyesine oturttu. 1970’lerde sahneye konan bu tertipleri TSK değerlendirme zahmetine katlansaydı bugün “Ergenekon” ve benzeri davalarla TSK’nin üzerinde operasyon düzenleyebilir miydi? İşte Faruk Gürler Genelkurmay başkanı olunca “Bomba Davası” askıya alındı ama biz Selimiye Askeri Hapishanesinde yatmaya devam ettik. Ne zaman ki Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olması engellendi… Emperyalistlerin planları doğrultusunda bu engelleme operasyonunu Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay başta olmak üzere Orgeneral Faik Türün, Orgeneral Turgut Sunalp ve AP gerçekleştirdi… O dönemde Genelkurmay 2’nci Başkanı olan Turgut Sunalp, Faruk Gürler’in Genelkurmay Başkanlığı makamını terk etmesinde başat rol oynadı. Bu olay Faik Türün’ün Genelkurmay Başkanlığı hayalinin önünü açıyordu. Faruk Gürler Genelkurmay Başkanlığından ayrıldığı gibi cumhurbaşkanı da olamayınca “Bomba Davası” kaldığı yerden devam etti. İkinci bir gözaltı furyası yaşandı. Gözaltına alınan Tümgeneral Celil Gürkan, Kurmay Albay İlyas Albayrak, Avukat Fakih Özfakih, Tuğgeneral Ömer Çokgör, Kurmay Albay Nedim Arat, Kurmay Albay Bahattin Taner, Deniz Binbaşı Erol Bilbilik Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü’nde sorguya alındılar. Bu kişiler aslında Bomba Davası’nın mahkemeye getirilmeyen sanıklarıydı, bir güç bir hafta sonra bu kişiler bugüne kadar anlamadığımız bir nedenle serbest bırakıldı. Örneklerinde gördüğümüz gibi özellikle darbe dönemlerinde yargının bir tavanı bulunuyor. Ama bu olayda Faik Türün’ün gözü kara olduğu için Tümgeneral Celil Gürkan ve arkadaşlarının yargı dışı bırakılmalarına karşın ek iddianameyle Orgeneral Faruk Gürler ve iki kuvvet komutanı Bomba Davası’nda sanık ilan edildi. Fakat cezaevinde getiremedikleri gibi yargılayamadılar da. Tam bir fiyasko yaşandı. Yargı tavanından söz ettim. 22 Şubat 1962 yılında TSK’daki generallerin çoğu olayın içinde olmasına karşın, o günün dengeleri içinde Başbakan İsmet İnönü Albay’dan sonrasını, yargılama dışı bırakılmasını sağladı. Arkadaşlarım idam edildi.

Merdan Yanardağ: Talat Aydemir ve Fethi Gürcan.

Talat Turhan: Evet, aslında 22 Şubat 1962’de Talat Aydemir’i eyleme iten generaller onu yalnız bırakarak acı sonu hazırladılar15. Aynı şekilde asli fail olduğu iddia edilen iki Orgeneral ile bir Oramiral “Bomba Davası”nda günün dengeleri içinde yargılanmadığı için, dava bir hukuk skandalına dönüştü. Gerçekte davanın baş sanığı olmama karşın feri faildim.

 

Yüklenme zorunda kaldığım misyonu tertip düzenleyenleri suçlayarak sürdürdüm. Dava dosyasındaki MİT yazısı16, davanın başlangıçta hukuk dışı anlayışla tezgâhlandığını kesinlikle gösteriyor. Davanın afla kapatılması niyetini algıladığım için “Affı Kabul Etmeme Dilekçesi” verdim. Askeri Yargıtay’a gittim fakat dava afla örtbas edildi. Böylelikle “Bomba Davası” askeri yargı tarihinin utanç verici bir bölümünü oluşturdu… Az önce sözünü ettiğim MİT yazısı “Çok Gizli”, gizlilik derecesi taşıyor. Normalde dava dosyasında olmaması gerekir ancak emirle tertip düzenleyenler sorumluluktan kurtulmak için kendi yasadışı tutumlarını da kanıtlayan bu belgeyi gaflete düşerek dava dosyasına koymuşlar. Yazının özünde “tutuklanacak şahıslar” diyor. Bir kere MİT tutuklama emri veremez. Fiyaskonun daha büyüğü İstanbul MİT Bölge Başkanı Turan Deniz’in bu emri (!), emrinde olması gerektiği İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’e vermiş olması. Bu belgede ben dahil toplam altı kişi “Türkiye’de anarşinin planlayıcısı olmakla” ve “bir cunta faaliyeti içinde bulunmakla” suçlanıyoruz. Mahkemede bu suçlamanın gerçek olmadığı ortaya çıktı. Bu belge Faik Türün Sıkıyönetim döneminin niteliğini gösteren bir utanç belgesi olarak yerini almalıdır. MİT peşinen insanları en ağır suçlarla suçluyor sonrada bağımlı mahkemeden önyargısının karara bağlanmasını istiyor. Tüm bu koşullara karşın Yargıç Albay Remzi Şirin, Yargıç Albay Metin Demirkaya, Yargıç Yarbay Coşkun Dündar kutsal mesleklerinin onurunu korumak yürekliliğini göstermişlerdir. MİT anlayışını benimseyen sıkıyönetim adli müşavirleri ve askeri savcılar iddianamelerinde bizleri yapay suçlarla suçlama yarışına girdiler. Bilinmeyen işyerinden bilinmeyen miktarda para alıp Faruk Gürler’in Marksist-Leninist örgütüne vermek, Bolu dağında bir öğretmeni ve bir öğrencisi olan komando kampı kurmak, bombalar attırarak terör estirip cuntanın iktidar yolunu açmak gibi. İddia adına utanç verici bu durumun iç yüzünü savunmamla çürütüp, tertip düzenleyenleri bu kez ben yargılayıp değerlendirmeyi tarihçilere bıraktım. Aslında ABD yanlısı darbe süreçlerinde önce “Devlet Terörü”yle darbe hazırlanması için özel savaş ve bu savaşın bir kolu olan psikolojik savaş17 yöntemlerine başvurulup, darbe ortamı hazırlanmaktadır. Bu evreyi faşist nitelikli bir askeri darbe izlemektedir. Darbe sonrasında da ABD istihbarat örgütlerinin yönlendirmesiyle CIA’nin tuttuğu LYNX listelerinde yer alan ABD emperyalizmi karşıtı gerçek yurtseverler “Ölüm Mangaları”19 ve benzeri paramiliter örgütlerce siyasi cinayetlerin hedefi olmaktadır. Kalanlara ise askeri ya da olağanüstü mahkemeler araç olarak kullanılarak baskı yapılmakta, tutuklanarak eziyet edilmektedir. Temizlik harekâtında amaç suç ve suçluyu saptamak değil, ABD emperyalizmi karşıtlarını etkisiz hale getirmektir. Nitekim ABD Resmi Talimnamesinden tercüme edilip 1965 yılında yürürlüğe konulan ST 31–15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât talimnamesinde, suçsuz kişilerin adi suçlarla suçlanması önerilmektedir. Bomba Davası sanıkları bu yöntemle suçlanmışlardır. Askeri savcılar iddianameleriyle bu CIA yöntemini somutlaştırarak yerine getirmişlerdir. Demokrasi, özgürlük, hak, hukuk hikâye… Bomba Davası devam ederken özellikle beni suçlayan işkence altında alınan kontrgerilla ifadelerinden bazı bölümler toparlanıp Genelkurmay Başkanlığı tarafından “Ders Alalım” adıyla kitaplaştırılıp on binlerce basılıp bölüklere kadar dağıtılmıştır. Anılan kitabın kapağında sadece Genelkurmay Başkanlığının amblemi bulunmaktadır. Hiçbir sorumlu bu kitaba imza atmak cesaretini gösterememiştir. Bir anlamda Türkiye’de kitapla andıçlanan ilk kişi benim. Aslında bu faşist tutumun sorumlusu 12 Mart 1971 Cuntasının Lideri Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’tır. Kişiler geçici, kurumlar kalıcıdır. Yargı kararı beklenmeksizin bir kişiyi suçlamak şeklinde gerçekleşen bu hukuki cinayetin hesabını verilmesini ilgililerden halen bekliyorum. İşte ben Ziverbey Köşkünde yatarken böyle adi suçlarla suçlanmam için işkence altında alınan ifadeler alındı.

Merdan Yanardağ: Ne dediler orda, Ziverbey’de? Kontrgerillayla karşılaştınız, yani NATO’nun gizli yasadışı örgütü. 

Talat Turhan: Ziverbey İşkence Köşkü gerçekte İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün yetki gaspı sonucu kurulmuş bir merkezdir. Aslında CIA denetiminde, onların deyimiyle “Teknik Sorgulama Merkezi”dir. İstihbarat dilinde “teknik sorgulama” deyimi, işkenceyi perdelemek için kullanılır. Ziverbey Köşkü’ne getirenlere esir oldukları söyleniliyor ve zaman zaman ölümle tehdit ediliyorlardı. Örneğin; hücrede gözlerim bağlı, ellerim zincirli, ayaklarım prangalı iken üzerime tabancayla bir şarjör dolusu mermi boşalttılar. Amaçları korkutmaktı. Bazen de köşkün bahçesinde olduğunu söyledikleri beş metre derinliğinde bir kireç kuyusuna atıp eriterek yok edecekleri tehdidinde bulunuyorlardı. Bu tehdide inanmıyorduk ama 1986 yılında rahmetli dostum Uğur Mumcu’yla köşke gidip söyleşi yaptığımızda, içi boşaltılmış kireç kuyusunu köşkün avlusunda şaşkınlıkla gördüm. Kim bilir kaç kişiyi bu kireç kuyusunda eritip yok etmişlerdi. Uğur Mumcu’yu ölüm yıldönümünün yaklaştığı bu günlerde rahmetle anıyorum. Uğur Mumcu diyor ki; “Biz Kuva-yi Milliyeciyiz, mürekkebimiz tükenmez ama onlarınki tükenecek”. Uğur Mumcu’yla Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü’ne gittiğimiz 1986 yılında, köşkün mülkiyeti el değiştirmişti. Buna rağmen köşke girmeyi başardık. Köşk onarım görmesine karşın, dışarıda tarif ettiğim bölümleri Uğur Mumcu girip görüntülüyordu. Orada kaldığım sürece yaşadıklarımı, sorgulamaları, işkenceleri kitaplarımda ayrıntılarıyla yazıyorum. TSK’nın eski bir mensubu olarak, köşkte maruz kaldığım muamele nedeniyle hiçbir kurumun benden özür dilememiş olmasını, onların tarih önünde bu vahşete ortak oldukları şeklinde algılıyor ve özür beklemeye devam ediyorum. “12 Mart Cezaevinden Mektuplar” adlı yeni bir kitap yayınladım20. Bu kitapta yazıyorum; Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yatarken görevli bir üsteğmen bana hitaben; “Oradan (Ziverbey’i kastediyor) yeni geldin, kıçın mı kalktı” (!) diyebiliyor. Bu olayı adına yargılandığım dönemin Genelkurmay Başkanı’na bir dilekçeyle duyurdum21 ama yanıt alamadım. O tarihte İstanbul Sıkıyönetim ve 1’nci Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler’in hiyerarşisini kabul etmiyor, cuntalar çatışıyor22. Yineliyorum, eğer bir orduda bir üsteğmen, rütbesini 25 yıl önce taşıyan bir Kurmay Yarbay’a “kıçın kalktı” diyorsa, o orduda bir hastalık var demektir. TSK özellikle sıkıyönetim dönemlerinde uyguladığı yöntemlerle mağdur ettiği çoğunluğun pasif desteğini de hesaba katar. Neo-liberaller, 2’nci Cumhuriyetçiler ve cemaat mensuplarından oluşan karşıdevrimciler koalisyonu ABD, NATO, CIA ve AB desteğiyle operasyon düzenleyecek kadar güç kazandı…

Merdan Yanardağ: Orduda bu hastalık sizce devam ediyor mu?

Talat Turhan: Evet,

Merdan Yanardağ: Yani yurtsever, antiemperyalist, devrimci subaylar ve kişiler tasfiye ediliyor hâlâ.

Talat Turhan: 12’li faşist darbenin Cumhuriyet Devrimi ve devrimcileri üzerinde yaptığı tahribat her geçen gün ABD güdümlü karşı devrimci iktidarların önünü açtı. O günlerde suskun kalanlar bugünlerin sorumlularıdır diye düşünüyorum. Aslında Cumhuriyet Mitinglerinde meydanları dolduran halkımız çok iyi niyetlerle karşı devrimci cepheye anlamlı bir yanıt verme özlemi içersinde idiler. Buna karşılık eylemi düzenleyen lider kadronun amaç ve hedefleri iyi saptamadığı anlaşılıyor. Nitekim eylem sonunda “solcular CHP’ye, sağcılar MHP’ye oy versinler” söylemiyle sonuçlanması kanımca Cumhuriyet Mitinglerinde meydanları dolduran vatandaşlarımızın özlemini karşılamaya yetmediği gibi, karşı devrimci güçleri savunma içgüdüsüyle radikal tedbirler almaya itmiştir. Cumhuriyet Mitinglerine katılan parti, sivil toplum örgütü, sendika ve derneklerle lider kadrolarının bu gün yargılanmakta olmalarını başka türlü değerlendiremeyiz. Gerçekte Cumhuriyetin kurulduğu günden beri Atatürk’e karşı olan karşı devrimci cephenin günümüzde Atatürkçü düşünce sistemini yargılayacak kadar güç kazanmaları, Atatürkçü çevrelerin tüm güçlerinin birleştirerek bu oluşumu tersine çevirmeleri birincil görevleri olmalıdır diye düşünüyorum. 1950’li yıllardan beri ABD güdümüne sokulmuş bir ülkede NATO dışı bir seçenek olabilir mi? Karşıdevrimci iktidarlar ne derlerse desinler, doğuda oluşan “Shangai Beşlisi” her geçen gün gücünü artırıp iki kutuplu dünyanın yolunu açacaktır diye düşünüyorum. ABD komplolarının en büyüğü olan “11 Eylül Baskını”23 Körfez Savaşları fiyaskosuyla sonuçlandı. Afganistan’da başta işgalci ABD olmak üzere tüm suç ortaklarının akıbetinin Sovyet Rusya gibi olacağı görünüyor. Savaş sürecinde ABD’nin abartılan gücü özellikle kara kuvvetleri açısından fos çıkmış, zorunlu olarak BOP projesi şimdilik askıya alınmıştır. Tarihsel örneklerinden de bildiğimiz gibi hiçbir ülkenin ekonomisi uzun süreli bir savaşı, hele “deniz aşırı savaş”ı kaldıramayacağı için ABD’de ekonomik kriz her geçen gün artarak kendisini hissettirmektedir. Kanımca kriz tüm ülkeleri etkilediğine göre kapitalizmin kriz içinde olduğunu söyleyebiliriz… Obama yama tedbirlerle durumu kurtaracağını sana dursun ABD bankaları sapır sapır iflas etmektedir. ABD emperyalizminin saldırganlıktan durağanlığa geçtiği görülmektedir. Bu olguyu akıl ve önseziyle saptayan bir kişiyi suçlayacaksınız sonra da İran’la sıcak ilişkiler içine gireceksiniz. Bu kadar hassas dengeler içinde “sıfır sorun politikası” olur mu? Büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikasından söz edebilmek için bize “Tam Bağımsız” bir ülke bıraktığını göz ardı etmemeliyiz. Bunun yanında onun “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir lider olduğunu da akıldan çıkarmamalıyız. Yarım yüzyıldır “Avrupa Birliği” kapısında bekletilen bir ülkenin iktidarları “Tam Bağımsızlıktan” nasıl söz edebilirler? Karşı devrimci darbeler ve iktidarlar emperyalizme bağımlı olduğu için güdümlü politika uygulayabilirler. Bu durumun doğal bir sonucu olarak tam bağımsızlıkçıları tasfiye etmeye çalışırlar… Bomba Davası’ndan Susurluğa, Susurluk’tan Ergenekon’a, geçmişten ders almayanlar bugünkü ortamın oluşmasına katkıda bulunmuşlardır.

Merdan Yanardağ: Vaktimiz de çok hızlı akıyor. Sayın Turhan siz Ziverbey Köşkü’nde sorgulamalar sırasında kontrgerilla ile karşılaştınız. Kontrgerilla, Süper NATO diye bilinen bütün NATO ülkelerinde komünizme, sola, ilerici güçlere karşı konumlanmış, onlara karşı mücadelede her türlü yasayı ve hukuku çiğneyen işkenceyi, katliamı, hatta tecavüzü, kaçırmayı, yok etmeyi ve kötü muamele yapmayı hak olarak kendisinde gören gizli bir örgütlenme. Orada size: “Biz kontrgerilla mensubuyuz, bu nedenle sizi burada tutuyoruz” dediler. Kontrgerilla ile ilk kez orada mı karşılaştınız?

Talat Turhan: Evet, kontrgerilla ismini ilk kez orada duydum. TSK’de görevliyken bu ismi duymamıştım çünkü 1964 yılında emekli edildim. Buna karşın kontrgerilla yöntemleri özellikle 1963 yılında ABD’de kurulmaya başlayan Özel Harp yöntemleri 1965 yılından itibaren ST 31–15 talimnamesiyle ülkemizde kuramlaştırılmıştır. 1952–1965 yılları arasında Türkiye’de kurulan “Seferberlik Tetkik Kurulu” NATO ve CIA güdümünde bir “yeraltı örgütü” olduğu için sadece orada görevlendirilen vatanseverler (!) görevleriyle sınırlı bilgiye sahiptirler. Ziverbey Köşkü’yle Seferberlik Tetkik Kurulu arasındaki somut ilişki tam anlamıyla saptanmış değildir24-24a-24b. Ancak Ziverbey Köşkü’ne alınanlara: “Biz kontrgerillayız, kanun nizam burada geçmez. Esirimizsiniz her dediğimizi yapmak zorundasınız yoksa sizi öldürürüz” gibi tehditler yağdırıldı. Bu konuların tüm ayrıntılarını kitaplarımda yazdım ve yayınladım25.

Merdan Yanardağ: Bir provokasyon tertiplediler ilerici güçleri tasfiye için. Bomba Davası bunun bir ürünü değil mi?

Talat Turhan: Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurmak suçu doğrudan bana değil. Devrimci kesimi suçlamak için kullanılan askeri adalet tarihinde yer alacak bir provokasyondur. 1970’li yıllarda sol kesim Boğaz Köprüsü’nün yapımına karşı çıkıyordu. Bomba Davası sanıklarından bazıları günah keçisi seçilerek devrimciler kamuoyu önünde küçük düşürülmeye çalışılmıştır. Tutukevi’nde hücreden çıkıp koğuşa alındığımda, Ziverbey Köşkü’nden geçmiş kişilerden kaldıkları odalarının krokilerini birleştirip cezaevinde sanık bir mimara verip hayali bir plan çizilmesini talep ettim. İşkenceciler ve onları yüreklendirenlerle savaşım böyle başladı.

Merdan Yanardağ: Çizim sonucu ortaya çıktı tabii. Kurmay olmak herhalde böyle bir şey.

Talat Turhan: Siyasi duruma bağlı olarak (11 ay) cezaevinde tutulduktan sonra mahkemeye çıkarıldım. 8 Haziran 1973 tarihinde mahkemeye bir dilekçe verdim. Bu dilekçede Askeri Savcının gerçekleri saptırdığını, doğruların saptanılması için iddialarımın doğrultusunda keşif yapılmasını talep ettim. Eğer mahkemenin gücü yetseydi Ziverbey Köşkü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, askeri savcılar ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığının tüm tertipleri ortaya çıkarılıp Bomba Davası’nı kurgulayanların iplikleri pazara çıkarılabilirdi. 12 Haziran 1973 tarihinde mahkemeye bir dilekçe daha verdim. Bu dilekçede mahkeme aracılığıyla Başbakanlıktan bir Parlamento Komisyonu kurularak iddialarımın araştırılmasını istedim. Faik Türün’ün zulmünün bütün gücüyle sürdüğü günlerde Orgeneral Faik Türün ve Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ü “işkencecilikle” suçladım. Bu dilekçeme bugüne kadar yanıt almış değilim. Daha sonra kontrgerilla konusu topluma mal oldu. Bu konuda Parlamento’da yapılan tüm girişimler sonuçsuz kaldı. Sözde Sosyal Demokrat iktidarın gücü, kontrgerillayı aşamadı. ABD güdümlü karşıdevrimci iktidarlar ise NATO’nun Gladio pisliğini örtbas etmek için yalan ve çelişkili açıklamalarıyla kamuoyunu şaşkına çevirdiler. Bu süreci kitaplarımda değerlendiriyorum. Ziverbey Köşkü’ndeki ihaneti çözemeden, 12’li darbeleri yargılamadan, geçmişle hesaplaşma yapılmadan, günümüzde Ergenekon süreciyle bu hesaplaşmanın yapıldığına inanmak bizleri yanılgıya sürükleyebilir.

Merdan Yanardağ: Ergenekon tedbirini de aynı kuvvet mi yapıyor şimdi?

Talat Turhan: Atatürk Devrimi ve Cumhuriyet kazanımlarını ortadan kaldırmak için çabalayan karşıdevrimciler güç kazandılar. CIA ajanları “Osmanlı Modeli”ni26 öneriyor. İktidar bu örneği destekler tavırlar sergiliyor. Cumhuriyet boyunca başat tehdit olarak algılanan irtica, düzene egemen oldu. İrticacıyla mücadele edenler suçlanıp sanık durumuna düşürülüyor. CIA güdümündeki cemaat ve tarikatlarda inanılmaz derecede etkililer. TSK susturuldu. Yoksa Humeyni senaryosunun bir Osmanlı versiyonu mu düşleniyor? Kubilay olayını hepimiz biliyoruz. Kubilay olayında mahkeme başkanı kimdi biliyor musunuz? Orgeneral Mustafa Muğlalı. Demokrat Parti iktidara geldi, Mustafa Muğlalı’yı bir başka olaydan dolayı müebbet hapis cezasına çarptırıp, cezaevine koydu. Daha sonra Güneydoğu Anadolu’da bir kışlaya ismi verildi. Günümüzde ise kışladan isminin kaldırılması için girişimler sürüyor. Her konuda bir rövanş alma tutkusu içindeler…

Merdan Yanardağ: Ama Mustafa Muğlalı’nın Van sınırında 33 kişiyi, köylüyü öldürdüğü iddia edildi.

Y.n.: Yazdığım bir kitapta İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün “kanunsuz emirlerine”, yasadışı uygulamalarına ve zulmüne karşı çıkmayan general, kurmay subay, askeri savcı ve yargıçların da Faik Türün’ün suçlarının ortağı olduklarını belirttim ve bu kişileri ismen açıkladım. Hele o dönemde düzenlenen provokasyonları şematize edip, suçladıkları kişiler aleyhine kamuoyu yaratmak için basına brifingler veren bir kurmay binbaşı vardı ki, Orgeneral rütbesine kadar yükseldi kendisini unutmamıza olanak yok. Bu kişi bağlantıları nedeniyle de Faik Türün öldüğünde cenaze törenindeydi… Sadece o mu? Birçok orgeneral, kurmay subay ve emekli subay da törene katılmıştı. Kamuoyunun işkenceci olarak nitelediği bir kişi için “Devlet Töreni” düzenleniyorsa, bu ülkede işkence önlenebilir mi? Orgeneraller cenaze törenine katılıp “Faik Türün, Ziverbey Köşkü’nün yolunu bile bilmez” diyerek gerçekleri yıllar sonra bile örtbas etmeye çalıştılar. Bu yaklaşımlarıyla topluma ters düştüklerini algılayamayanların yaşadığı bir ülkede işkence önlenebilir mi? Faik Türün’ü son yolculuğuna uğurlayan onu aklayan orgenerallerden biri yıllar sonra kendini Silivri Cezaevi’nde buldu. Saygıdeğer Tümgeneral Celil Gürkan gibi maddi işkence görmedi ama cezaevinin psikolojik koşullarını tanıdı. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra… 12 Mart 1971 faşist askeri darbesinden sonra, 1’nci Ordu Komutanı ordudaki binbaşı ve daha üst rütbedeki subayları toplar. 16 Mart 1971 tarihinde 16 general ve albay emekli edilmiştir. Onları kast ederek (mealen); “Ülkemizi komünistlerden kurtardık” der. Toplantıdakiler “kuzuların sessizliği” içindedir. Sadece onurlu, haysiyetli ve gerçekçi bir muhabere binbaşı ayağa kalkıp; “Komutanım ben sizin gibi düşünmüyorum. Emekliye ayrılan arkadaşlarımız da en az bizler kadar şerefli ve vatanseverdirler” der. Salon yine sessizdir. Ferit Melen Başbakan iken verdiği bir demeçte: “Eğer 12 Mart’ta komünistler başarılı olsaydı hepimizi Sibirya’ya süreceklerdi” diyebilmişti. Çoğunluk sustukça darbeciler ve işbirlikçi iktidarlar yüreklenirler. Böyle bir toplumda işkence, zulüm, baskı, provokasyon kolaylıkla uygulama alanı bulabilir. 12’li darbeleri yapanların hepsinin kurmay olduğunu unutmamalıyız. TSK bu dönemleri dışlarsa itibarını koruyabilir. Bu bağlamda medyada çok eleştirilen bir kişi olan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un iyi bir sınav vermediğini söyleyebiliriz (“İlker Başbuğ’a 45 soru,” Cumhuriyet Gazetesi 1 Aralık 2010). Gerçi Orgeneral Hilmi Özkök benzeri olmadı, iktidarla şiir gibi geçinemedi ama TSK’nin yıpratılması sürecinde sessiz kaldı.

 Talat Turhan: O tarihte o bölgede yaşanan olaylar bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Ülkemizde bir “Kürt Sorunu” yaşanıyor. Yetkililerin yadsımasına karşın gerçekte emperyalist ülkelerden büyük ölçüde destek alan bir içsavaş süreci yaşıyoruz. İçsavaşın kuralları başka türlüdür. Bu amaçla yetiştirilmiş Özel Kuvvetler var. Savaşın tüm yükü bu birliklere verilmeliydi. Süreci yönetip değişik örgütlenmelere gidebilirsiniz. Savaş kurallarından olan “Emir Komuta Birliği” ve “sadelik” prensiplerinin bugüne kadar tam anlamıyla uygulandığı söylenemez. Birkaç yıldır TSK “Profesyonel Ordu” kurmaya çalışıyor. Bu yıl ise içgüvenlik polise aittir denilerek bu amaçla bir örgütlenmeden söz edilirken, “Profesyonel Hudut Birlikleri” girişimleri de sürüyor. Emir komutanın kime ait olduğu henüz açıklanmış değil. Tam bir yönetsel kargaşa yaşanıyor. Aslında önceleri uygulanmaya konulan uzman çavuşluk, polis özel timleri (bir süre faaliyette bulunan bu timler daha sonra lağv edildi) ve koruculuk kurumu bir anlamda profesyonel örgütlenmelerdir27. Gerçekte halkımız dünyada eşine rastlanmayacak ölçüde özveri ve özgeçide bulunarak PKK’yla mücadeleyi kanıyla canıyla destekliyor. Çoğunlukla şehit cenazelerinde analar babalar diğer oğullarını da bu mücadelede şehit verebileceklerini söyleyebilecek kadar yurtseverler… Ancak yıllardır süregelen bu mücadelede sonuç alınamaması nedeniyle şehit cenazeleri sorgulanır hale geldi. Her fırsatta “TSK siyasi iktidarın emrinde” diyen bu iktidarlar, kuşkusuz bugünkü durumun sorumlusudurlar. Yıllarca “ABD ile stratejik ortak” olduğumuzu söyleyip halkımızı kandıracaksınız, daha sonra da Obama’nın “Model Ortaklık” tanımlamasına razı olacaksınız. Böylesine bir uydu politikayı halkımıza propagandayla belki yutturabilirsiniz ama artık mızrak çuvala sığmıyor. İncirlik Üssü’nün kullanılmasına izin veren tüm iktidarlar, Kuzey Kürt Devleti’nin oluşmasının baş sorumlusudurlar. Barzani her türlü desteği almasa, PKK bölgede barınabilir mi? Peki Barzani’yi en çok destekleyen güç kim? ABD değil mi? Güneydoğu’daki PKK’lılara ABD’nin yardım ettiğine tanık olan Komutanlar TV kanallarında açıklamalar yapıyorlar. Bu konuda çeşitli kitaplar yazılıyor… ABD’nin Körfez Savaşında dayandığı iki güç var. Biri ezeli ve ebedi “Stratejik Dost”u İsrail, diğeri Kürtler. İsrail’in kurulduğu günden beri (1948) Kürtlere yardım ettiğini “Mısır’daki Sağır Sultan” bile duydu. Uzağa gitmeye gerek yok, PKK’dan ele geçirilen araç-gereç, silah ve mühimmatın kaynağını saptarsanız, PKK’ya hangi ülkelerin yardım ettiğini bulabilirsiniz. PKK hareketinin finansmanının uyuşturucudan sağlandığı yetkililerce iddia ediliyor. Neden bu kaynağı kurutarak mücadeleyi engellemiyorsunuz? Kaldı ki ABD’nin bu amaçla kurduğu örgüt “Drug Enformation Agency” (DEA), tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi polisimizle de işbirliği halinde değil mi? Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ve Yüzbaşı Cem Ersever28 neden öldürüldü? Cem Ersever dönemin TBMM Meclis Başkanı ve Başbakan ile ne konuştu? Neden bütün bunları açıklığa kavuşturmuyorsunuz? PKK’nın mali kaynaklarının bir bölümünün AB ülkelerinden sağlandığını iddia edenler, bu konuda NATO ve AB ülkelerinde ne tür girişimlerde bulunmuşlardır? ABD Özel Savaş Yöntemleri arasında önerilen ve bu doğrultuda Güneydoğu Anadolu’da köylerin boşaltılmasının, yakılmasının PKK’yla mücadelede bir yarar sağlamadığı, günümüzde köylerine geri dönenleri hükümetlerin madden desteklemesinden anlaşılmıyor mu? Köylerin boşaltılıp yakılmasından sorumlu bulunanları saptayıp neden cezalandırmıyorsunuz? JİTEM neden halen gizini koruyor? Korucu ağalarının devlet eliyle palazlandırılması, uzun erimli Cumhuriyet hedeflerimiz olan toprak reformu, feodal yapının, ağalığın ve dinsel gericiliğin kaldırılması ideallerimizle çatışmıyor mu? Bölgede sosyal, politik, ekonomik önlemler nelerdir? İçsavaşın kuralları başka türlüdür demiştik.

Merdan Yanardağ: Kontrgerilla, Süper NATO nedir? Kısaca bize onu da söyleseniz hemen hızla bugüne geçebiliriz.

Talat Turhan: 1986 yılında Bomba Davası adlı kitabımın ilk sayfasında Nazi Almanya’sında toplama kampından kurtulabilen bir Alman Papazı Müller’in sözleri yer alıyor. Müller diyor ki; “İlk önce geldiler, komünistleri alıp götürdüler, ben sesimi çıkarmadım, beni ilgilendirmiyordu. Sonra Yahudileri aldılar toplama kamplarına, işkenceye götürdüler, ben sesimi çıkarmadım çünkü bana göre bir şey yoktu. Sonra Sosyal Demokratları vurmaya, hapse atmaya, toplama kamplarına götürmeye başladılar. Ben sesimi yine çıkarmadım çünkü bana dokunan yoktu. Bir gün kapım çalındı, beni alıp toplama kampına götürdüler, işkenceye… Hiç kimse ses çıkarmadı çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı…”. Daha sonra bu söylem “Susma sustukça sıra sana da gelecek” şeklinde sloganlaştırıldı. Günümüzde aynı psikoloji yaşanıyor, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi topluma egemen. Topluma ölü toprağı serpildi. 40 yıldan beri sürdürülen düzenli işkence, baskı ve zulmün amacı aslında suskun, ürkek ve sinmiş bir toplum yaratmaktı 10 Ocak 2009 tarihinde Antalya ADD’de bir konferans verdim. Dernek başkanı saygıdeğer öğretmenden üye sayılarının 2000 olduğunu, ülke genelinde ise iki milyon Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi bulunduğunu öğrendim. Aslında Ergenekon davaları süresinde Atatürk Türkiye’sinde Atatürkçü düşünce yargılanıyor. Teğmeninden orgeneraline kadar subaylar cezaevlerine atıldılar. Her fırsatta “Atatürk ilke ve inkılâplarını” rehber edindiğini iddia eden kurumlar ve örgütler demokratik haklarını bile kullanamıyor, bu süreçte tepkilerini gösteremiyorlar. Emperyalistler ve işbirlikçi kurumlar, genelkurmay başkanlarını da pasifize etmek için yasalar çıkarıp, emperyalist yöntemleri uyguluyorlar.

Merdan Yanardağ: Değerli seyirciler, Haber Analiz Programı 5’nci Boyut’u izliyorsunuz. Bu akşam bir konuğumuz var; Talat Turhan. Türkiye’de ilk defa Kontrgerilla örgütünü deşifre eden, 40 yıl boyunca yaptığı araştırmalar yazdığı kitaplar, verdiği konferanslar ile yürüttüğü mücadelede kontrgerillanın arkasını bırakmayan, konunun dünya çapındaki uzmanlarından birisi. İsterseniz şunu özetleyelim seyircilerimize. Sayın Turhan daha önce de programımızda çokça değindik. Kontrgerilla bir NATO örgütlenmesidir, Süper NATO diye bilinen bir örgütlenme değil mi efendim? Yani kontrgerilla NATO’dan, Pentagon’dan yönetilen, CIA’nin kontrol ettiği, NATO ülkelerinde muhaliflere, sola karşı konumlanmış, tanımında Sovyetler ya da sosyalist ülkelerden gelebilecek işgale karşı gayri nizami harp vermek üzere düzenlenmiş, yasadışı bir örgütlenme. Kontrgerilla gerillaya karşı, gerilla faaliyetlerine karşı bir gerilla örgütlenmesi olarak tanımlandığı için bu ismi alıyor.

Talat Turhan: Ülkemizde 1973 yılından beri Ziverbey İşkence Köşkü’ndeki işkencecilerin kendilerini “Kontr Gerilla Örgütü” diye tanımlamaları nedeniyle yanlış kullanılıyor. Gerçekte kontrgerilla, gerillaya karşı örgütlenmiş birliklerin (özel savaş) uygulaması gereken bir savaş yöntemidir. Bu amaçla, Brüksel’de SHAPE karargâhında “Allied Coordination Center” (ACC) yani Müttefik Koordinasyon Komitesi tarafından yönetilen ve CIA dolarlarıyla beslenen tüm NATO devletlerinde örgütlenen bir “yeraltı NATO’su” var. Ülkemizde bu yapılanmaya “Kontrgerilla Örgütü” diyorlar. 1990 yılında Gladio kod adlı İtalyan yeraltı örgütünün güvenlik kuvvetlerine ve siyasi liderlere suikast düzenlendiği, Bologna tren garını bombalayıp 80 kişinin ölmesindeki rolü ortaya çıkınca, NATO ve ACC’nin içyüzü öğrenildi. Skandal tüm NATO ülkelerine yayıldı. Sözü geçen örgütlerin her ülkede farklı kod adları taşıdığı anlaşıldı. Türkiye’ye gelince; 12’li darbe dönemleri öncesi aydınlanamayan provokasyon, cinayet, bombalama ve terör olaylarından sorumlu olarak, kamuoyu bu örgütü görmektedir. Aslında resmi ABD kaynaklı talimnamede bu görevler, anılan yeraltı örgütüne verilmektedir29. Bir ülkede ABD, Pentagon, CIA, NATO dörtgenindeki bir yeraltı örgütünün faaliyetine izin verip de hak, hukuk, özgürlük ve demokrasiden söz edenler ancak emperyalist güdümden maddi manevi çıkar sağlayan işbirlikçilerdir…

Merdan Yanardağ: Sahra Talimnamesi ST–31 ve 32 diye bir belge var, bu çok önemli. Türkiye’de bu örgütlenme oluşturuluyor. Bu belgelerde deniliyor ki; kontrgerilla ya da Süper NATO örgütlenmesi kendisini yasayla, hukukla ve anayasayla bağlı saymaz. Her türlü yöntemi kullanır; işkence, adam öldürme, adam kaçırma, katliam, bombalama.

Talat Turhan: 1972–74 yılları arasında Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yatarken, olağanüstü yetkilerle donatıldığını anladığım görevli bir üsteğmen bana “kıçın kalktı” diye hitap edince, bu kişinin içinde yetişmiş olduğum TSK ile ilgisi bulunmadığı ayırdına vardım. TSK örf ve ananelerinde, subayların yetiştirilmesinde artık “antikomünizmin” başat rol oynadığını algıladım. Ceza ve tutukevinden çıkınca emekliye ayrıldığım (1964) yılından sonra Emniyet ve TSK’da yayınlanan kitapları toplayıp okumaya başlamıştım. TSK’nin ABD’den tercüme edip uygulamaya koyduğu kitapları görünce irkildim. Talimnamede yasalara rağmen yeraltı örgütünün yapacağı açık ve sinsi eylemler sıralanıyor: Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş olayları, tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj. Bu eylemleri gerçekleştirirken de; “bir gayrinizamî kuvvetin yeraltı unsurlarının kaide olarak yasal statüye tabi olmadığı” bu talimnamede madde:9/b’de belirtilmektedir. Aynı talimnamede “suçsuz kişiyi adi suçlarla suçlayın” talimatı da yer alıyor. ST 31–15 talimnamesini İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine 1975 yılında Bomba Davası Savunmamla birlikte vererek ilk kez dünya kamuoyunun bilgilenmesini sağladım. İlk kez benim açıklamamla ST 31–15 talimnamesi Türk ve dünya kamuoyuna mal oldu. Daha sonra yerli ve yabancı medya, yazarlar anılan talimnameye sürekli gönderme yaptılar, bu belge var olduğu sürece askeri yargının ve olağanüstü yargının yasallığından söz edilemez. Bu nedenle geçmişe sünger çekmek yerine, geçmişle hesaplaşılmalıdır. Ergenekon ve benzeri davalarla bu hesaplaşmanın yapıldığı iddiasına inanmak, karşıdevrimcilerin tuzağına düşmek olur. Radikal çözümler ancak devrimci iktidarlar döneminde gerçekleşebilir. Büyük Atatürk diyor ki; “Devrim, var olan müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk Milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeniyetinin gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseler koymak gerekir”. Atatürk’ten sonra gelen tüm iktidarlar, başta 12’li darbecilerin cuntacı generalleri olmak üzere, onun kurduğu tüm müesseseleri ortadan kaldırmak için yarış içine girip Atatürkçüleri yargılayacak kadar güç kazanarak palazlandılar. Emperyalistler “Dinlerarası Diyalog” aldatmacasıyla bir cemaat liderine başat rol verdiler. Kutsal dinimizi bile emperyalistler ve onların istihbarat örgütleri işbirlikçilerle kullanmak için doktrinler üretip piyasaya sürüyorlar. “Ilımlı İslam”, “Yeni Osmanlıcılık”, “Büyük Ortadoğu Projesi”, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, “Medeniyetler arasında Diyalog” gibi. “Atatürk ilke ve inkılâplarından” söz edenler, Abant Toplantılarının finans kaynaklarını, katılımcılarını ve gündemdeki konuları neden mercek altına almıyorlar? Ülkemiz için “Yeni Humeyni” senaryosundan söz edildiği bir dönemde TSK’nın hedef seçilmesini anlayamayanları “gaflet ve dalalet” içinde görüyorum… Bomba Davası sürerken ST 31-15’tekileri açıkladıktan sonra, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün 7-11 Şubat 1974 günü Hürriyet Gazetesinde yayınlanan söyleşisinde30; “Bunları Talat Turhan uydurmuştur” dedi. Bu demeç üzerine hazırladığım kapsamlı bir dosyayı mahkemeye verip tanık olarak dinlenmesini talep ettim. Mahkemenin gücünün Orgeneral Faik Türün’ü çağırmaya yetemeyeceğini biliyordum. Amacım tarihe not düşmekti. Mahkeme sadece Faik Türün’ün 7-8-9 ve 13 Şubat 1974 tarihlerinde Hürriyet gazetesinde yayınlanan söyleşisini dosyaya koyma kararını verdi. Eğer Orgeneral Faik Türün tanık olarak karşıma çıkartılabilseydi onun yalan söylediğini ya da cahil olduğunu kanıtlama olanağı bulacaktım. Nitekim emekli olduktan sonra bir gazetede yayınlanan söyleşisi üzerine Türün’ü basın önünde açık tartışmaya çağırdım31. Karşıma çıkmaya cesaret edemedi. Konuya yüzde yüz açıklık getiren bir başka belge ise; FM 31–16 “ABD Resmi Talimnamesi”. Bu belgeyi de ilk kez temin ederek mahkemeye verdim. Bu resmi bir ABD talimnamesi. Kitaplarımın çoğunda bu belgeden söz ediyorum. Belge sadece bende olduğu için de intihalciler (fikir çalan kimse) kaynak göstermek zorunda kalıyor. Bu resmi talimnameye rağmen “kontrgerillayı Talat Turhan uydurdu” diyen Orgeneral Faik Türün, aslında gerçeği saptırmak için yalan söylüyordu. Saptayıp bir kopyasını mahkemeye verdiğim bir başka kitap “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı” adını taşıyor. Yazarı David Galula olduğu belirtilen bu kitabın Frederick A. Praeger adlı CIA yayınevi tarafından basıldığını ve Galula isminin sahte olduğunu, gerçekte başında Henry Kissinger’in bulunduğu bir heyetçe hazırlandığını, kitabın İngilizce aslından araştırarak saptadım. 1965 yılında Genelkurmay Başkanlığınca yayınlanan bu kitapta yer alan gerçekler göz ardı edildi. Tümüyle darbe yöntemlerini içeren ve ABD güdümlü bir darbe öncesi ve sonrasında neler yapılması gerektiğini anlatan önerileri sunan bu kitapta, ev sahibi ülkede (Host Country) ABD karşıtlarının pasifize edilmesi için “Temizlik Harekâtı” yöntemleri anlatılıyor. Gerektiğinde “seçimlere hile katılması” bile öneriliyordu. Bu kitabı yayınlayan Genelkurmay Başkanı’ndan hesap sorulamadığı için 12’li darbeleri yaşadık… Kitapta yine; “mevcut polis teşkilatına itimat edilmiyorsa sırf bu maksat için yeni bir polis teşkilatı yaratılmalıdır” önerisi var. YARSAV BAŞKANI Eminağaoğlu’nun; “Türkiye polis devletine çevrilemez” sözünü geçmişte yaşanılan olumsuzlukların günümüze yansıması olarak algılayabiliriz. ABD’den yönetilen bir cemaatin Emniyet örgütü içinde etkin konuma getirilmesinin amacı nedir?

Merdan Yanardağ: İsterseniz onu hemen ekrana getirelim.

Talat Turhan: 12 Mart 1971 faşist darbesinin boy hedefi seçtiği cuntacı, MİT’çi, kontrgerillacı, yasa dışına çıkmış polis, emir altındaki askeri savcı ve adli müşavirlerin çalıştığı, sıkıyönetimin güdümündeki askeri mahkemelerde yargılanan, işkence görmüş, tüm yasadışı uygulamaların hedefi olmuş bir kişi olarak, Eminağaoğlu’na katılıyor ve kendisine teşekkür ediyorum. Ülkemizin her anlamda ABD ve AB güdüne sokulmaya çalışıldığı bir dönemde, yasal direnme haklarını kullanması gereken kurumlar susturuldu. Dışarıdan ve yabancı istihbarat örgütlerinin paralarıyla beslenen işbirlikçi satılmış örgütler, siyasi partilerle birlikte “demokrasinin(!)” destekçileri konumuna getirildi. Paranın egemen olduğu kapitalist bir dünyada medya satın alınarak susturuluyor ve iktidar yanlısı kalemler çeşitli yollarla besleniyor. Bir kısım medya ABD’den güdümlenerek ve finanse edilerek İslami değerlere sahip çıkar gibi görünürken aslında “Siyonist Müslüman” (Hıristiyan Evanjelist gibi) sınıflamasına girdiklerini algılamak işlerine gelmiyor. Gerçekte tüm medyanın küreselleşmenin güdümü altına girmiş olduğunu görüyoruz. Yabancı basın tekelleri medyayla ortaklık kuruyor ya da satın alıyorlar. Bu oluşumun doğal sonucu ulusal güçler pasifize edilirken medyanın etkin bir “psikolojik savaş” aracı gibi kullanılıyor olması da normaldir diye düşünüyorum. Yetkili ve sorumlu kişiler karşı yöntemler geliştireceğine, gaflet içinde nutuk atmakla yetiniyorlar. Geçmişte uygulanan yöntemler günümüzde sivil dikta anlayışıyla yürürlülüğe konuluyor. Ceza ve Tutukevine konulan TSK mensuplarına, aydınlara ve tüm aile bireylerine geçmiş olsun diyorum, onların yanında olduğumu ifade ediyorum. O davada sanık yapılan aydınların acılarını paylaşıyorum. Bomba Davası’nı düzenleyen şer güçler bilinçli olarak iki kişiyi sanıklar arasına katmışlardı. Bunlardan biri hırsızlıktan, diğeri adam öldürme, yaralama, hırsızlık ve gasp gibi adi suçlardan sabıkalıydı. Kuşkusuz günümüzdeki “gizli tanıklar” gibi kendine sağlanan çıkar karşılığı, bunlardan ikincisi, bir gün duruşmada kalktı; “adam öldürme, yaralama, hırsızlık ve gasp suçlarından sabıkalı devrimciyim” diye konuştu ve bu konuşma duruşma tutanağına geçti. O dönemde “devrimcilik” en büyük suç olarak görüldüğü için, sabıkalı bu kişileri kullanarak dolaylı yoldan “devrim” ve “devrimcileri” suçlamak istiyorlardı. Devir değişiyor, yöntem değişmiyor. Günümüzde süren davalarda bu iğrenç “hafiye mantığının” süregeldiğini görüyoruz. Bu amaçla “PKK itirafçılarının” ve “gizli tanıkların” kullanılması provakatif anlayışın süregeldiğini gösteriyor. TSK’nın bir muvazzaf orgeneralinin terör örgütü üyesi olarak yargılanmasının TSK’ya tarihi boyunca yapılmış en büyük hakaret olduğunu düşünüyorum. Olayın bu noktaya kadar getirilmesi evresinde sessiz kalacak kadar güçsüz yetkili kişi, mevcut yasalara göre “şüphelileri yargıya teslim etmeme” suçunu işlemek aymazlığı içinde bulunuyor. Bir gün bu eyleminin suçunun hesabı sorulabilir.

Merdan Yanardağ: Veli Küçük ve çevresinde bir çete var belli ki. İbrahim Şahin’i Susurluk’ta da aldılar.

Talat Turhan: Onu bilemiyoruz. Ancak hukukun temel kurallarından birisi “masumiyet karinesi”dir. Yani gözaltına alınanlar mahkeme tarafından kesin hüküm verilinceye kadar masum sayılır. Tam bu noktada geçmişten somut bir örnek vermek istiyorum. 40 yıl kadar önce İngiltere’de bir tren soygunu yapıldı. Dönemin içişleri Bakanı bu olayı kamuoyuna yansıtırken olayın faili olduğu iddia edilen kişiye sanık demesi gerekirken, suçlu deyimini kullandığı için, bilinçli İngiliz kamuoyu benzerine rastlanmayacak ölçüde bir tepki gösterdi. Bu tepki sonucu İngiliz İçişleri Bakanı istifa etmek zorunda kaldı. Harold Laski (mealen); “Bir masumu suçlamaktansa yüz tane suçluyu serbest bırakmak yeğdir” diyor. Ülkemize gelirsek Ergenekon Davası ve sonra açılan tüm davalarda “hazırlık soruşturmasının gizliliği” kuralı dünyanın hiçbir hukuk devletinde görülmemişçesine göz ardı edildi. Bu konuda iktidar yanlısı gazete yazarları makalelerle yetinmeyip kitap üreterek işi ticarete döktüler. Konu o kadar sömürüldü ki bunların birkaçı yasak savmak için mahkemeye verilerek küçük tazminat cezaları ödemeye mahkûm oldular. Ergenekon sürecinde gözaltına alma bir tedbir olması gerekirken cezaya dönüştürüldü (günümüzde bu söyleme benzer bir ifadeyi Cumhurbaşkanı da söyleme gereğini duymuştur). Öylesine ki AİHM ve iktidar sözcüleri bu gerçeği kabul etmek zorunda kaldılar. Tüm bu olgulara karşın son tutuklamalarda da mahkemeler bildiklerini yapmaya devam ediyorlar. Öylesine ki mahkemenin başlamasına az bir zaman kala kalmasına rağmen tutuklama kararı verebiliyorlar. Öyle bir davranışı hak, hukuk ve adaletle bağdaştırmak olası değil diye düşünüyorum.

Merdan Yanardağ: Daha soyutlayarak söylersek örneğin, Sabih Kanadoğlu’nun evi aranmadığı halde TRT–1 ve TRT–2 televizyonları sabah erken saatlerde gözaltına alınanlar arasında Yalçın Küçük ve Sabih Kanadoğlu’nun adını birlikte geçirdi. Oysa Sabih Kanadoğlu’nun öğleyin evine gelindi, girildi ve arama yapıldı, gözaltına alınmadı.

Talat Turhan: Kanımca bu tür olayları hukuk anlayışından geriye doğru bir sapma olarak niteleyebiliriz.

Merdan Yanardağ: Silahlı Kuvvetler Susurluk Davası’nda İbrahim Şahin’in altı yıla mahkûm olmasını sağlayan başsavcıdır. Türkiye savcısıdır, aynı davaya dahil oldular.

Talat Turhan: Kitaplarımda yazdığım, söyleşilerimde söylediğim gibi ayaklanma harekâtına katılan önderlerin özel savaş yöntemlerine göre; suçsuz bile olsalar adi suçlarla suçlanmaları ABD talimnamelerinde yer almaktadır. Yukarıdaki “Ayaklanma harekâtı” yerine “İktidar Karşıtları” deyimini koyarsanız bugünkü durumu açıklayabilirsiniz. Somut olarak gördüğümüz gibi Silahlı Kuvvetlerin PKK terörü ile mücadele etmiş general ve subayları, toplumun saygısını kazanmış yüksek yargıçlar, saygıdeğer yazarlar ile kültür seviyeleri düşük, adi suçlardan sabıkalı kişilerle aynı davaya dahil edilerek dolaylı yoldan hem onların kurumları hem de kişilikleri küçük düşürülmeye çalışılıyor.

Merdan Yanardağ: Genellikle 28 Şubat döneminde 1997–98 yıllarında aktif görevde olan askerleri aldılar. Bunların ortak bir özelliği de birincisi laiklik konusundaki duyarlılıkları, ikincisi NATO’dan çıkılması gerektiğini savunan kişiler olmaları. ABD’nin bölge siyasetlerinin Türkiye’nin stratejik çıkarlarıyla çeliştiğini söylüyorlar ve Türkiye’nin çok yönlü bir dış politika izleyerek Avrasya’da, Çin, Rusya ve hata İran’la farklı ittifaklar içine girebileceğini belirtiyorlar ve bu tezleri savunuyorlar. Farklı fikirleri var, böyle bir tasfiye…

Talat Turhan: Size tamamen katılıyorum. Uygulamalarda bir intikam duygusunun egemen olduğu açıkça görülüyor. AKP ile ters düşmüş kurumların lider kadroları pasifize edilmek üzere hedef seçilirken kuşkusuz onların kurumları da açıkça yıpratılıyor. Hata dışarıdan beslenen bazı STK ile küresel medya bu oluşuma katkıda bulunuyor. Özellikle Abant toplantıları katılımcıları, katılımcıların nitelikleri, gündem, finans kaynakları mercek altına alınırsa bu tavır somutlaştırılabilir. Ne yazık ki gün be gün cemaatin egemen olduğu ülkemizde böyle bir misyonu üstlenen kişilere rastlayamıyoruz. Aslında bu konuda girişim içersinde bulunanlar bile içeri alınarak susturuluyor. Tam tersine iktidar politikasına uygun davranan kişiler her geçen gün çoğalıyor. Örneğin; o çevrelerden bir yazar bugünlerde “Operasyon Ergenekon”32 adlı bir kitap yazarak Ergenekon sürecini savundu.

Merdan Yanardağ: Şamil Tayyar yazdı.

Talat Turhan: Söz konusu kitaba “ön iddianame” bile diyebilirsiniz. Çünkü kitapta ismi geçenlerin çoğu daha sonra tutuklandı. Sözü geçen yazar kendini savcı yerine koyma cesaretini nereden alıyor? Bu bağlamda “Karanlık İlişkiler” 33 isimli bir kitap da yazıldı.

Merdan Yanardağ: Gültekin Avcı yazdı.

Talat Turhan: Kitabın önsözünü Prof. Mehmet Altan yazmış. Bu kişi geçen hafta çarşamba günü bir televizyon kanalının “10’ncu Dalga” programında, “Bu olayın arkasında iç ve dış güçler var” şeklinde konuşuyor. Muhabir, “Peki açar mısınız?” şeklinde bir soru sorunca da “dış güçlerden paralel NATO var” diye yanıt veriyor. Yani benim 1973 yılında ortaya attığım tezi 2009 yılında 36 yıl sonra doğruluyor. Bu bağlamda bir MİT mensubu kitap yazdı.

Merdan Yanardağ: Aytekin Gezici “Ergenekon” 34 adında bir kitap yazmış.

Talat Turhan: Üst düzey bir emekli emniyet müdürü ise “İhanet Çemberi”35 adlı kitabında yıllardan beri Türk Silahlı Kuvvetlerini dinlediğini itiraf ediyor. Bu açıklama karşısında suskun kalanların bu günkü uygulamaların muhatabı olmalarının doğal olduğunu düşünüyorum.

Merdan Yanardağ: Bülent Orakoğlu.

Talat Turhan: Sırası gelmişken F.S.’nin şu anda nerede ve ne iş yaptığını öğrenmek istiyorum. Ama bugünkü iktidar kendine hizmet edenleri “Zırhlı Araba” vererek ödüllendiriyor.

Merdan Yanardağ: F.S. Kimdir?

Talat Turhan: Ferhat Sarıkaya “Şemdinli Olayı iddianamesi”ni düzenleyen savcı. Türkiye’de ilk kez bu iddianame ile dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt suçlandı. Aslında anılan bu iddianame Silahlı Kuvvetlere yönelik girişimlerin bir başlangıcı kabul edilebilir. Bu nedenle de sivil-asker çatışması içinde Ferhat Sarıkaya kurban seçilerek mesleğinden uzaklaştırıldı. Ama bu olayın rövanşının alınması için açılan davalar halen süregelmektedir. Tam bu noktada “Kurumlar Çatışması” deyimi yerine oturuyor. Şemdinli olayıyla başlayan süreci bir iç sorun olarak görürsek yanılırız. Olay emperyalist güçlerin TSK’yı güçsüz bırakma anlayışının bir başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Çünkü özellikle NATO içinde sürekli sadık müttefik rolünü benimseyen Silahlı Kuvvetler savaştığı PKK’ya ABD ve AB’nin yardım ettiğini algıladıktan sonra tavır değiştirerek ulusalcılığı benimsedi. Küreselleşmenin ulusallığı suç saydığı bir dönemde kendi köklerine dönen Silahlı Kuvvetlerle ulusalcı olması suçlanmasından daha doğal ne olabilir? Günümüzde meslekten uzaklaştırılan Savcı Ferhat Sarıkaya’nın yeniden görevine dönmesi için girişimlerin sürdürüldüğü basına yansıdı. Bu da kurumsal çatışmanın somut bir örneği olarak değerlendirilmelidir.

Başta Prof. Dr. Mümtazer Türköne (eski ülkücü, Zaman gazetesi yazarı Abant toplantılarının sürekli katılımcısı, bir AKP Milletvekilinin eşi) olmak üzere, cemaat mensubu yazarlar, ikinci cumhuriyetçiler, liboşlar, dönek solcular, etnik bölücü kalemler Silahlı Kuvvetleri yıllardan bu yana hedef seçerek salvo atışına devam ediyorlar. Bu durumda bir türlü özümseyemediğim gerçek, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un sadece demeç vermekle yetinmesidir. Genelkurmay Başkanlığı döneminde ABD’yi ziyaret etmeyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu başta cemaatçi medya olmak üzere küresel medya ulusalcı tavrı nedeniyle Ergenekon’un “1 numaralı sanığı” yapmayı düşlediler. Bu amaçla da yandaş medya o dönemde sürekli “encümen-i daniş”i gündeme getirdiler. Encümen-i Daniş başlangıçta belirli aralıklarla Fenerbahçe Orduevinde toplanırlardı. Şimdi sanık olan eski 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ergun Saygun, “dinleniyorsunuz” uyarısıyla toplantıları durdurdu. Daha sonraki dönemde Encümen-i Daniş toplantıları üyelerinin çoğunluğu Mason ve Pre-Masonik olan Moda Deniz Kulübünde(!) yapılmaya başlandı. Bu ordu komutanı bile kendine bağlı olan bir kurumda çoğunluğu üst düzey generallerden oluşan yasal bir örgütün dinlenildiğini bilip de karşı çıkmak gücü gösteremiyorsa, bugün karşılaştığı muameleyi yadırgamamak gerekir. Cumhuriyet devrimleri uğruna yaşamını feda etmiş bir kişi olarak günümüzde yaşananlara en çok üzülenlerden biri olduğumu da belirteyim. AKP iktidarı döneminde Genelkurmay başkanı olan kişilerde sürekli bir değişimin tanığı oluyoruz. Eski Genelkurmay başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, “iktidarla şiir gibi geçiniyorum” diyerek dönemini tamamladı. Ondan sonra gelen Orgeneral Yaşar Büyükanıt günümüzde sıkça TSK’in sivil iktidara müdahalesi olarak algılanan 27 Nisan Bildirisine rağmen Dolmabahçe görüşmesi sonucunda bir zırhlı arabayla susturuldu. Şemdinli’de başlayan Yargı-Silahlı Kuvvetler çelişkisi, “gece yarısı yasası” diye tanımlanan asker kişilerin sivil mahkemede yargılanmasının dayatılması sonucu İktidar-Silahlı Kuvvetler çatışmasına dönüşmesine karşın Orgeneral İlker Başbuğ günümüzde Silahlı Kuvvetler Mensuplarının tutuklanmasına seyirci kalıp kuru sıkı demeçler vermekle yetindi. Tüm bu sessizliğine karşın Bilderberg üyesi Jack Kamhi’ye bile verilen devlet onur madalyasına layık görülmemesi herkesin yorumuna açık bir olay olarak değerlendiriyorum.

Aslına bir gece yarısı baskınıyla asker şahısların sivil mahkemelerde yargılanmasına ilişkin yasa çıktıktan sonra günümüze kadar gelen gelişmelerin önü açılmış, Hilmi Özkök’ten beri süre gelen genelkurmay başkanının pasifize edilme anlayışı ivme kazanmış olduğu görülmektedir.

Ben bildim kadarıyla 1961’den beri bu ülkede TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca Cumhuriyeti kurmak ve kollamak görevi TSK’ya verilmiştir.

Politikacılar TSK’nın tüm darbeleri 35. maddeye dayanarak yaptıkları için bu maddeyi ortadan kaldırmak suretiyle darbeleri önlemeyi düşlüyorlar. Günümüzde politikacılar bu konuyu gündeme taşımak için birbirleriyle yarışıyorlar. Darbe ve devrimde genel kural “Darbenin meşruiyeti başarısındadır”, ister bu madde olsun ister olmasın. Gücü elinde bulunduran, ortamı uygun bulan güç, her an için devrim ya da darbe yapabilir. 35. maddeyi kaldırırsanız Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevini kim yapacak? TSK’yı ortadan kaldırmak isteyenlerin ekmeğine yağ mı sürmek istiyorsunuz?

Merdan Yanardağ: Bu kontrgerillanın Türkiye’de tasfiye edildiğini düşünüyor musunuz 1990’dan sonra?

Talat Turhan: Asla tasfiye edilmedi.

Merdan Yanardağ: Bu soruşturma kontrgerillanın, adı Ergenekon olduğu söylenen gizli örgütlenmenin sizce bir tasfiyesi midir?

Talat Turhan: Atatürk diyor ki; “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlıktır”. Atatürk’ün bize vasiyet ettiği bu özdeyişin neresinde olduğumuzu sorgulamamız gerekir. Atatürk’ten sonraki liberal ve din bezirgânı iktidarlar Atatürk devrimlerini ortadan kaldırmak için emperyalistlerle her konuda işbirliği yapmakta sakınca görmediler. Eski CIA ajanı Graham Fuller’in önerileri doğrultusunda bir süre ılımlı İslam devri yaşadık. Yine Fuller’in önerisiyle Yeni Osmanlıcılık çabalarının süregeldiğini görmekteyiz. Şimdi sıra hilafete geliyor. Palazlanan emperyalizm ve Siyonizm yanlısı güçler Humeyni örneğinde olduğu gibi ABD’de beslenen liderlerinin bir gün gelmesini düşlüyorlar. Bu çevrelerin Atatürk’ü devrimlerini ve onu korumak, kollamakla görevli güçleri, ulus devleti ortadan kaldırma girişimlerini sürdürmelerinden daha doğal ne olabilir? Adnan Menderes’in iktidarı döneminde TBMM’ye hitaben; “siz isterseniz hilafeti de getirirsiniz” söylemi günümüzdeki niyetlerinin öngörüsü olarak kabul edebiliriz. Aslında Graham Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında bu oluşumun emperyalist güçlerle de desteklendiğini açıkça görülmektedir. Fuller kitabında Kemalizm’e hakaret ediyor, TSK’yı yeriyor buna karşın AKP’yi, Fettullah Gülen’i, Emniyet örgütünü göklere çıkarıyor. Emniyet örgütünün Fettullah Gülen’in denetiminde olduğunu itiraf ediyor. Var olan düzene bu açıklananlardan daha büyük tehdit düşünülemeyeceğine göre aslında yıllardan beri küresel bir çetenin, ABD Derin Devletinin yapılanması içinde ülkemizin bu acıklı duruma düştüğünü kitaplarımda açıklıyorum36.

Merdan Yanardağ: Kitabınızın 120. sayfası değil mi? Bu kitabı ben okudum ama seyircilerimiz için okuyalım:

 “Gülen hareketi mensuplarının ordu, istihbarat, güvenlik teşkilatı içerisine girmesi engellenmektedir. Ancak hareket üyelerinin dışlanmadığı Emniyet örgütü içinde önemli bir etki gücüne kavuştuğu görülmektedir. Bu olgu ise askeri rahatsız etmektedir. İronik olarak hareketin siyasetten uzak durması bizzat askeriye tarafından zaman zaman olası bir tehlike olarak sunulmaktadır” diye yazmakta.

Talat Turhan: Her ne kadar yadsınsa da, öncelikle bu iktidar döneminde akıl almaz olaylara tanık oluyoruz. Kurumlar gerçekten de çatışıyor. Daha önceden de yazı ve kitaplarımda belirttiğim gibi emniyet ve güvenlik güçlerimiz ABD ve Almanya’da bulunan istihbarat ve darbe okulları ile Washington Uluslar arası Polis Akademisi’nde eğitim gördüklerine göre ABD’ye yakın durmaları doğaldır. Günümüzde TSK’ya tüm çabalarına karşın egemen olamayan cemaat liderinin iktidarla işbirliği halinde emniyet örgütünde etkin bir konuma gelmesi doğaldır,37 doğal olmayan; polis sayısının, silah, araç ve gereç sayısının her geçen gün artmasına karşın etnik çatışmanın inisiyatif alması ve alan genişletmesidir.

Merdan Yanardağ: “Hareketin yeraltında Türk laikliğinin Kemalist prensiplerini yıkmaya çalışıldığına inanılmaktadır” diye yazılıyor. Yani Fettullah Gülen cemaatinin bu güç üzerinden TSK’ya karşı bir operasyonun, bir mücadelenin yürütüldüğünü söylüyorlar en azından.

Talat Turhan: Bu konuya biraz daha açıklık getirmek istiyorum.

Merdan Yanardağ: Buyurun.

Talat Turhan: Yıllar önce yayınlanmış Philip Agee adlı bir eski CIA ajanının yayınladığı “CIA Günlüğü” adlı iki cilt özgün kitap var. Agee kitabında: “Biz bir ülkede en kolay polis teşkilatına sızarız, bir şişe viskiyle onları ajan yapabiliriz” diyor. Kamuoyuna mal ettiğim “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı” adlı kitapta, “ayaklanmaları bastırma hareketi döneminde mevcut polis teşkilatına güvenilmiyorsa bu amaçla yeni bir teşkilat kurulmalıdır” diye yazılmaktadır. Bu açıklamalara ek olarak bir filmden söz etmek istiyorum. Franco Solinas’ın senaryosunu yazdığı “Sıkıyönetim” adlı filmde Latin Amerika’da polisle (Amerikan istihbarat örgütü) AID’nin işbirliği halinde çalıştığı, polislere işkence öğrettiği, işkence aletleri temin ettiği filimde görülüyor. 1977 yılından bu yana bu örgütü tanıtmaya çalışıyorum. Özellikle de ABD yanlısı askeri darbelerde rol aldığını ABD resmi belgeleriyle açıklıyorum38. Bana göre AID’nin tüm dünyada uyguladığı dehşet verici eylemleri yanında bir başka fonksiyonu ülkemizi yakından ilgilendirmektedir. DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte kurulan pek yakında 60’ncı yılını kutlayan tek şubeli bir bankada AID’nin hissesi bulunmaktadır. Yani ABD’nin en tehlikeli istihbarat örgütünün hissesi bulunan bir banka bu süreçte seçtiği iş birlikçi özel girişimcileri palazlandırmış ve günümüzdeki dışa bağımlı neo-liberal düzenin altyapısını oluşturmuştur.

Merdan Yanardağ: AID’nin açılımını söyleyebilir misiniz?

Talat Turhan: Amerikan Kalkınma Örgütü. Özetlersek AID tüm dünya polis ve güvenlik örgüt mensuplarına işkence eğitimi veriyor, işkence aletleri ihraç ediyor, tecrit kampları ve hapishaneleri inşa ediyor (Guantanamo, Ebu Garip gibi), Uluslararası Washington Polis Akademisinde üst düzey polisleri eğitiyor, sarı sendika liderlerini eğitiyor ve finanse ediyor, işbirlikçi özel sektör yetiştiriyor, darbelerde yer alıyor. Bu örgüt hakkında iktidar yetkililerinden hiç açıklama duydunuz mu? Darbeleri önlemekten söz edenler ilk önce AID’i tanımak zorundadırlar. Boşuna adamlar “our boys” diyorlar.

Merdan Yanardağ: Siz bugünkü komuta kademesinin hükümetle uzlaştığını düşünüyor musunuz? Bu operasyonların yürütülmesinde bunun bir etkisinin, bir payının olduğunu düşünüyor musunuz?

Talat Turhan: Bu sorunuzun tam olarak yanıtını verebilmek için istihbarat bilgilerine hakim olmak gerekir. Ancak günümüzde sade vatandaş bile PKK hareketinin arkasında ABD ve AB bulunduğuna inanıyor. Bu olaydaki temel çelişki bu gerçeğe karşın iktidarın “model ortaklığına” (!) razı olması ve yarım asırdan bu yana AB kapısında bekletilmeye rıza göstermesidir. Ancak ilerlemiş yaşıma, kültür birikimime dayanarak ve yaşamını ülke sorunlarına adamış bir aydın kişi olarak bazı gözlemlerim olabilir. Örneğin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yerinde olsaydım istifa etmeyi göze alarak asker kişilerin sivil mahkemede yargılanması için iktidarın dayatmasına karşı direnirdim. Somut olarak da gördüğümüz gibi “gece yarısı yasası” diye tanımlanan yasada iktidarın TSK’ya yönelik bir kastı olduğu, günümüzdeki yüzlerce görevli general ve subay hakkında gözaltı kararı alınmasında görülmektedir. İktidara yakın kalemler uzun süreden beri TSK’nın lağvedilmesini ve askerlerin askerlikten anlamadıklarını yazıyorlar. Bu kasıt açığa çıktığına göre askeri yargıyı dışlayan girişimlere karşı direnilmesi gerekirdi. 50 yıldan beri askeri yargının haksızlığına uğramış bir kişi olarak bu öneriyi yine de yineliyorum. O nedenle genelkurmay başkanı olsaydım her ne pahasına olursa olsun bir mensubumun tırnağına dahi dokunulmasına izin vermezdim. Kurmay yarbayken TSK mensuplarına alenen açıkça küfreden bir AP milletvekilinin 24 saat içinde dokunulmazlığının kaldırılmasında etkin rol oynayan bir kişi olarak şimdiki tepkisizliği şaşkınlıkla izliyorum. Buna karşı bazı kişiler günümüzde “suçlunun makamı ve rütbesi yoktur” söylemleriyle malumu ilan etmeleri TSK’ya yönelik bir kastı açıkça gösteriyor. Gerçekte karşıdevrimcilerin TSK’ya yönelik kini 27 Mayıs’tan günümüze değin süregeliyor. 12 Mart döneminde TSK mensuplarına işkence yapanların çoğunun 27 Mayıs döneminde cezaevine alınmış emniyet yetkililerin çocukları olmasını bir rastlantı olarak kabul edemeyiz. Evet, orgeneral de suçlu olabilir ama bir istatistik yaparsanız en az suçlu orgeneral rütbesinden çıkar (bu söyleşi şubat 2011 deki orgenerallerin tutuklanmasından önce yapılmıştır. Çünkü bir subay oraya gelinceye kadar birçok deneyimden geçiyor. Ama bugün orgenerallerin de hedef seçilmesinde de tarihi bir rövanş olduğunu algılıyorum. Çünkü 27 Mayıs’tan sonra DP’nin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun Yassıada’da yargılanmış ve ceza almıştır.

Merdan Yanardağ: Suç ve suçlu varsa, yasadışı bir örgüt ve örgütlenme varsa bu tasfiye edilmemeli mi?

Talat Turhan: 27 Mayıs sonrasında 1961 Anayasası tartışmalarında “tevhidi kuvva”dan söz edilmiştir. Yani yargının tek elde toplanılması. Ülkemizin geldiği hukuk anlayışının o noktada olmadığı süregelen haksızlıklarda görülüyor. Genel kural sanığın doğal yargıda yargılanmasıdır. Askeri Mahkemelerde askeri kişiler yargılanır ve gözaltı işlemleri de merkez komutanlıklarınca yapılır. Ancak bunun tersinin somut örneklerle 12 Mart askeri faşist darbesinden bu yana her geçen gün artarak ne yazık ki uygulama alanı bulduğunu görüyoruz. Örneğin; “Bomba Davası”ndan muvazzaf bir Yüzbaşı Ziverbey İşkence Köşkünde sorguya alınır. 80 kilo olarak girdiği köşkten 37 kiloya inerek çıkan bu yüzbaşıyı işkenceye teslim eden kimdi biliyor musunuz? Dönemin İstanbul Merkez Komutanı Tümgeneral Osman Fazıl Polat. Aradan iki yıl geçti bu kişi korgeneral rütbesiyle Ankara’da Garnizon Komutanı oldu. Osman Fazıl’ın açtığı yolu izleyen Polis, Ankara’da da görevdeki subaylara işkence yapmaya devam etti. Bu durum üzerine Avukatım Hidayet Ilgar’dan rica ederek Tümgeneral Osman Fazıl Polat’a bir mektup yazarak bu konudaki çelişkilerini kendisine duyurduk. Bunun üzerine Tümgeneral Osman Fazıl Polat bir emir yayınlamak zorunda kaldı… (mealen) “badema (bundan sonra) asker kişiler poliste sorgulanamayacak” diye. Yargılanmanın da bir adabı olmalıdır. Örneğin; Fransa’da General Salon Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkıp devletine isyan ettiği için yargılandı ve mahkum oldu. Fakat cezasını geçmişte yapmış olduğu hizmetlerin karşılığı olarak bir villada geçirdi. Eğer değerlerinizi hoyratça yırpalarsanız sonra bu ülkeye hizmet edecek kimse bulamazsınız. Ülkemizden örneklendirecek olursak, Orgeneral Mustafa Muğlalı ve Orgeneral Rüştü Erdelhun’un isimlerini verebiliriz.

Merdan Yanardağ: Eski DP dönemi Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun.

Talat Turhan: 1970 yılında Devrim Gazetesinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı alışılmadık bir üslupla suçlayıcı bir açık mektup yayınladım39. Mektubun bir yerinde “siz Rüştü Erdelhun’un 2’nci başkanlığını yaptınız. Dolayısıyla parafınız bulunan Rüştü Erdelhun’un bütün icraatlarından ikinci derecede suçlusunuz” dedim. Açık mektubumda Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un 1958 yılında İzmir’de NATO’nun “SIXATAF” Karargâhında 60 NATO generaline, “bu vatan bizim değil sizindir” dediğini de açıkladım. Ülkemizin bu anlayış sonucu bağımlı duruma getirilmesinde Erdelhun kadar Sunay’ın da sorumlu olduğunu belirttim. Rüştü Erdelhun açık mektubuma yanıt verme gereğini duydu.40 Mealen, “sayın yazarım, hassasiyetinize teşekkür ederim. Ben bu cümleyi orada söyledim ama hava savunması sadedinde söyledim” diye açıklama yaptı. Bana göre bu tümce ister hava savunması anlamında söylensin isterse başka bir anlamda söylensin “Tam bağımsızlıkçı” Atatürk’ün kemiklerini sızlatır. Türkiye bu anlayışa bağımlı hale getirildi. Anılan kişilerin suçluluklarını tarihe bırakalım ama bu memleketin bağımsızlıkçı güçleri ülkelerine sahip çıkmak zorundadır diye düşünüyorum.

Merdan Yanardağ: Genelkurmay Başkanının tam sizin sözünü ettiğiniz yaklaşıma uygun olarak bir bandı var, bugün yaptığı bir açıklama. Onu ekrana getireceğiz ama ben şu soruyu sorayım size önce. Arkadaşlarımız ekrana verebilirler. Çeteleşme kitabınızda Kontrgerilla, Gladio, Susurluk ve tele kulak demişsiniz ama o zaman Ergenekon yoktu. Bilgisayardan ekrana verelim. Bu kitabınızda Susurluğu da değerlendiriyorsunuz. Susurluğun en önemli sanıklarından biri de İbrahim Şahin’dir. İbrahim Şahin’in evinde bulunduğu belirtilen bir kroki esas alınarak yapılan kazılarda epeyce silah yakalandı. Lav silahları, diğer silahlar, mühimmat, bombalar, seri numaraları silinmiş silahlar. Küçük çapta bir cephanelik denebilir. Susurluk’la Ergenekon arasında bir bağ var mı? Çünkü Susurluğu Kontrgerillanın, Gladio yani Süper NATO’nun bir devamı, bir unsuru, bir sonucu olarak değerlendiriyorsunuz, bir parçası olarak değerlendiriyorsunuz kitabınızda. Aynı davada biliyorsunuz şu anda Mehmet Ağar da yargılanıyor, dönemin İçişleri Bakanı, hatta Adalet Bakanlığı da yaptı ve Emniyet Genel Müdürlüğü.

Talat Turhan: 27 Mayıs’ta İskenderun konuşlu 39. pentomik tümeninin harekât ve eğitim şube müdürüydüm. Adana Valisi, Adana Emniyet Müdürü Zülfü Ağar (Mehmet Ağar’ın babası) Samandağ bölgesindeki Alevi topluluğu Lideri Abdullah Çilli ve Antakya’nın Kuseyri ailesinden bir kişinin gözaltına alınarak hemen Ankara’ya gönderilmeleri istendi. O günkü ulaşım olanakları ancak tenteli bir kamyonetle yapılabilirdi. Ben kişilerin daha önce bulundukları makamlara hürmeten hiçbirini incitmeyecek şekilde sevki gerçekleştirdim. 12 Mart döneminde Mehmet Ağar İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın muavini idi. Halen İstanbul’daki bir polis okulunun adı Şükrü Balcı, Elazığ’dakinin ise Mehmet Ağar Polis Okuludur. İlginç değil mi? Piyasada Mehmet Ağar’ı çok iyi tanımlayan “Pike” adlı bir kitap var41.

Merdan Yanardağ: Evet, Arkadaşınız Orhan Gökdemir’in yazdığı bir kitap. Siz yine Orhan Gökdemir ile Mehmet Eymür hakkında bir kitap yazdınız. MİT’i kontrol eden eski daire başkanı Mehmet Eymür’ün de bu Susurluğun, kontrgerillanın, önemli unsurlarından ve yöneticilerinden biri olduğunu söylüyorsunuz. Ergenekon operasyonunu yönlendiren isimlerden birinin de Mehmet Eymür olduğu ve davayı da, iddianameyi de yönlendirdiği bildiriliyor. İbrahim Şahin bu davaya da sanık yapıldı ve tutuklandı. Şu an için de tutuklu olarak yargılanacak. Silahlar bulundu, karşılaştırma yapar mısınız nedir bu, Susurluğun devamı mı? Bağlamaya çalışıyorlar.

Talat Turhan: MİT üst düzey görevlisi Mehmet Eymür’ü tanımadan ülkemizin son 30 yılını değerlendirmek olanaksızdır düşüncesi ile 10 yıl önce bu konuda Orhan Gökdemir’le birlikte bir kitap yazdık42. Bu kitapta, benim yazdığım bölümle Orhan Gökdemir’in yazdığı bölüm ayrıydı. Bir mafya babası bu kitapta bana bir hakaret var diye dava açtı ve tazminat ödemeye mahkûm olduk. Oysa ki tazminata mahkûm olmamıza neden olan bölüm Orhan Gökdemir tarafından kaleme alınmıştı. Kendisi de bunu kabul ediyordu. Söz konusu kitapta bir MHP’linin 90 bin dolar değerinde 4×4 bir Jeep’i Mehmet Eymür’e hediye ettiği noter senediyle açıklanmasına karşın bu bölüm ne mahkemeleri ne de sorumluları ilgilendirmiyordu. Burası Türkiye… İlk kitap 9 baskı yaptı. 10’ncu baskıyı bir başka yayınevi yayınladı. Bu kez de Mehmet Eymür bizi mahkemeye verdi. Yine durum yukarıdaki gibiydi. Ama yargılama süreci sonunda, kitabevi sahibi Aysel Aktaş, Orhan Gökdemir ve ben Mehmet Eymür’e 7 bin lira tazminat ödemeye mahkûm olduk. Dava temyiz aşamasında Mehmet Eymür’ün “Kumarhaneler Kralı” diye anılan bir kişinin yanında çalıştığı söyleniyor. Burası Türkiye… Tabii Türkiye’de bazı olayların çözülmesi olanaklı değil. Ağca’nın kaçırılıp Bulgaristan’a götürüldüğü dönemde Mehmet Eymür’ün Bulgaristan’da görevli olduğunu biliyor musunuz? Ağca’yı B.Ç. ve A.U. adlı iki mafya babası Bulgaristan’da besledi. Bir MİT ajanı olduğu söylenen A.U’nun Mehmet Eymür’le bağlantısını çözmeye niçin kimse yeltenmiyor. Kuşkusuz Ergenekon’un Susurluğun devamı olduğu kanısını ben de paylaşıyorum. Yaşamımda özellikle siyasi davalarda yargının bir yere kadar ulaştığını daha yukarılara gitmediğini defalarca gördüm ve yaşadım. Birkaç yıl önce bir gazeteci evime gelerek yayınlamak koşuluyla benimle 4,5 saat söyleşi yaptı. Yayınlamadığı gibi Susurluğun soruşturulmayan ve bu nedenle mahkemeye getirilemeyen üst düzey sanıklarına sözlerimi istihbarat olarak aktarmak gibi basın etiğiyle bağdaşmayan bir tavır sergilemekte sakınca görmedi. Söz konusu söyleşide Mehmet Elkatmış raporundan sözetmiştim43. Bilindiği gibi TBMM, Susurluk Araştırma Komisyonu kurmuş, komisyonun başkanlığına da Elkatmış’ı atamıştı. Anılan komisyon 10 kişiyi sorgulamak için çağırır. Birincisi Tansu Çiller, ikincisi de eşidir. O dönemde Erbakan’ın partisiyle Tansu Çiller’in partisi koalisyon halinde iktidardadır. Tansu Çiller ve Erbakan bu konuda uzlaşmaya girer ve adı geçen kişilerin komisyonda ifade vermeleri engellenir ve bu suretle de Susurluk Davasının daha ileriye götürülüp aydınlanması adı geçen kişiler tarafından engellenmiş olur. O olaydan sonra, Elkatmış komisyonun çoğunluk kararıyla 10 kişiyi sorgulama talebini geri çeker. O günden bugüne televizyonlarda papağan gibi Susurluk konusunda aynı şeyi tekrarlayanların soruşturmayı engelleyen komisyon üyelerinden söz ettiklerini hiç duydunuz mu? Eğer 10 kişi sorguya alınabilseydi Susurluk gerçekleri ortaya çıkabilir, iktidarın sorumluluğu saptanır, günümüzde sadece bazı alt düzey görevliler Ergenekon’da yargılanmazdı. Tam burada sırası gelmişken bir özdeyişi anımsayalım; “kanunlar örümcek ağına benzerler; eşek arıları deler geçer, sinekler takılıp kalır.” Eğer gerçek suçlu olan eşekarılarını yargılayamazsanız yaşadığımız sorunlar artarak devam eder diye düşünüyorum. Hele hele yargının bir intikam aracı olarak kullanılması düşüncesi anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırarak faşizmin önünü açar diye düşünüyorum.

Merdan Yanardağ: Ziverbey Köşkünde sorgulandığınız dönemde Mehmet Eymür var mıydı?

Talat Turhan: Bir kitabımda kendi isteği üzerine telefonla konuştuğumu yazıyorum. Mehmet Eymür: “Talat bey, ben sizin sorgunuzda bulunmadım” deyince ben hiçbir yerde böyle bir iddiada bulunmadım dedim. “Ama siz Analiz adlı kitabınızda44 Teğmen Fuzuli Yazıcı’yı sorguladığınızı yazıyorsunuz. Böylece Ziverbey İşkence Köşkü’nde sorgulamalara katıldığınızı itiraf ediyorsunuz. Benim sizin gibi kişilerle bir husumetim, alış verişim olamaz” diyorum. Aslında ben istihbarat örgütlerimizin yabancı istihbarat örgütleriyle içli dışlı olmasından ülkem adına rahatsızlık duyduğumu yazdığım kitaplarda açıklamış bulunuyorum. Eymür “o konuda haklı olabilirsiniz” şeklinde beni yanıtladı. O zaman da konuşacağımız bir şey kalmadığını belirttim. Mehmet Eymür MİT’teki görevinden üç kere uzaklaştırılıyor. ABD’den yurda döndüğünde bazı çevrelerce baş tacı ediliyor. Bu ilişkiler neden kimsenin dikkatini çekmiyor!

Merdan Yanardağ: Ziverbey Köşkü’nün önünde Uğur Mumcu ile birlikte çektirdiğiniz “Derin Devlet” kitabınızın kapağında yer alan fotoğrafı ekrana getirelim.

Talat Turhan: Kuşkusuz açıkça görüldüğü gibi Mehmet Eymür’ün görünmez bir dokunulmazlığı var. Bu durumu babasının da MİT görevlisi olmasıyla açıklayamayız. Mehmet Eymür’ü hem Ziverbey İşkence Köşkünde, hem Kızıldere olayında, hem Susurluk’ta, hem buz fabrikası patronluğunda, hem de Ağca’nn kaçırılıp Bulgaristan’a götürüldüğü tarihlerde görevli olarak Bulgaristan’da görüyoruz. Bu ilişkileri çözmeden yakın tarihimizdeki karanlık olayları çözmemizin olanaklı olmadığı görülüyor.

Merdan Yanardağ: Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi’nin katili.

Talat Turhan: Evet, sırası gelmişken örtülü ödenek konusuna girmek istiyorum. Milli Savunma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olarak bulunduğum sırada (1960–62) bakanlığın hakkı olan örtülü ödeneği kullanmamış bir kişi olarak bu konuyu iyi biliyorum. Devletin birçok makamında astronomik boyutta örtülü ödenek bulunması ve bu ödeneklerin denetime tabi olmaması kanımca karanlık olayların aydınlatılmamasında etkin bir rol oynuyor. Örnekleriyle görüldüğü gibi örtülü ödenek bazı uyanık kişilerin iştahını kabartıyor, Selçuk Parsadan olayında olduğu gibi. Bu arada bir kısım Emniyet görevlileri Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye getirmek vaadiyle oluk gibi para çekip ceplerini dolduruyorlar. Daha da ileri giderek “Şırnak’ta bir Özel Ordu” kurmayı bile başardılar. İdi Amin’in Uganda’sında bile benzer bir olay yaşanmadı. Özel ordu, bu memleketin TSK, Jandarma, Polis Özel Timi, korucusuna rağmen gerçekleştirildi. Yargıya yansıyan özel ordu olayında Şırnak Valisi günah keçisi seçildi. Gerçek sorumlular milletvekili yapılıp dokunulmazlık zırhına büründürüldü. Bu nasıl devlet?

 Merdan Yanardağ: Ölüm Mangaları gibi. Guatemala’daki, Honduras’taki kontrgerillaları gibi CIA’nin.

Talat Turhan: Ölüm Mangaları konusunu bir makalemde ülkemizde ilk kez açıklayan kişiyim. Örtülü ödeneğin amacı dışında bu tür olaylarda kullanıldığını CIA’nin gizli operasyonlarından biliyoruz. Ülkemize gelince Başbakan’ın iktidara geldiği günden 2008 Eylül ayına kadar 860 milyar lira kullandığı basına yansıdı. Siz eğer hesap vermeksizin 860 milyar lira kullanıyorsanız özel tanık, itirafçı bulabilirsiniz, adam satın alabilirsiniz, medyayı da kontrol edebilirsiniz, parti de kurdurabilirsiniz, seçimlerde para da dağıtabilirsiniz…

 Merdan Yanardağ: Genelkurmay Başkanı’nın bugün yaptığı açıklamayı ekrana getirelim isterseniz.

Talat Turhan: Yakalanan silahlara gelince NATO konsepti gereğince, ülke yabancı bir kuvvet tarafından işgal edilirse yeraltında örgütlenmiş vatansever denilen kişiler tarafından işgalci düşmana karşı kullanılmak üzere toprak altına silah ve cephane gömülür. Bu yerleri çok sınırlı sayıda, başta NATO ACC üst düzey görevlileri olmak üzere, Genelkurmay 2. Başkanı ve Özel Kuvvetler Komutanı bilebilir. İbrahim Şahin’in evinde bulunduğu bildirilen krokinin bunlarla ilişkili olduğunu sanmıyorum. Gerçekte söz konusu silahlar belirli bir derinliğe depo bakımı denilen bakım yapılarak gömülür. Paslanmaması gerektiğinden gres, valvalin ve bunlar gibi kalın yağlarla yağlandıktan sonra birkaç kat yağlı kağıda sarılarak saklanır. Bununla da yetinilmeksizin zaman zaman yerinden çıkarılarak paslanmalarını önlemek için aynı işlem tekrarlanır. Ergenekon’da sözü edilen Zir bombalarına gelince bu konular hakkında en sınırlı bilgiye sahip olanlar bile bilirler ki, greyder ile bomba aranmaz. Ayrıca televizyonlardan görüldüğü kadarıyla da el bombaları pırıl pırıldı. Üzerlerinde ne korozyon ne de depo bakımı izleri görülmüyordu. Ümraniye’deki bir astsubayın evinde ele geçirilen bombalar ile başlayan Ergenekon sürecinde, bombalar ortadan kaldırılarak deliller karartıldı. Ancak yetkililerin davanın temelini oluşturan bu konudaki iddiaları süregeliyor. Bu nedenle de TSK ile Emniyet örgütü zaman zaman ters düşebiliyorlar. Özellikle bombaların seri numaraları konusunda. Örneğin; yakın bir tarihte Özel Kuvvetler Komutanlığına ait bir kamyonda polis tarafından yapılan bir aramada ele geçen bombalar hakkında TSK yetkililerinin söylemleriyle Emniyetinkiler birbirini tutmuyor. Bu çelişkilere karşın 2010 yılı Temmuz ayında emniyetin ilgili dairesince yayınlanan raporda iddianın başına dönüldü. Gerçeği bulmak için yurt dışından bir bilirkişiye mi başvurmamız gerekiyor. Kanımca biraz önce söz ettiğimiz gibi Soğuk Savaş döneminde kırsal oluşacak tehdide karşın günümüzdeki konsept, kargaşanın örneklerini de gördüğümüz gibi büyük şehirlerde çevreden merkeze doğru yöneleceği varsayılıyor. O zamanda bu duruma göre ilgililerin önlem aldığını düşünebiliriz. Kırsal alandaki olayın ardında NATO olmasına karşın bu yeni konsept NATO dışında alındığından kurumlar arasında çatışma yaşandığını düşünüyorum. Ergenekon sürecinde gerçekte ateşli silahlar kanununa muhalefetten 10 dava açılabilecekken çeşitli yerlerde yakalanan bombalar arasında bağıntı kurularak devasa bir örgüt kurulup tarihsel bir hesaplaşma yapılmak isteniliyor. Bu nedenle de durmaksızın yeni tutuklamalar yapılıp yargılama süreci uzatılıyor. Ceza Mahkemeleri Usulü Kanununa göre gözaltına alma, sorgulama ve yargılamanın belirli kuralları vardır. Bu kurallar tam anlamıyla uygulanırsa Ergenekon Davası 10 yılda bitmez. Tam sırası gelmişken iktidar yetkililerinin de söylediği gibi; “geç kalan adalet, adalet değildir” özdeyişini söyleyebiliriz. Bu davada açıkça görüldüğü gibi darbeler bahane edilerek TSK hedef seçilmekte ve özellikle Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan örgütlerden intikam alınarak toplumun sindirilmesinin amaçladığını söyleyebiliriz.

Merdan Yanardağ: Bomba Davası ne kadar sürmüştü?

Talat Turhan: Benim baş sanığı olduğum bu dava 3,5 yıl sürmüştü.

Merdan Yanardağ: Siz Bomba Davası’nda 12 Mart dönemindeki kontrgerillanın yani bugün Ergenekon dedikleri kontrgerillanın provokasyon ve operasyonlarıyla bugünkü Ergenekon soruşturması arasında bir benzerlik görüyor musunuz? 12 Mart döneminde Marmara Gemisini batırmak, Kültür Sarayı’nı yakmak gibi, burada da bir sürü eylemden söz ediliyor. Hrant Dink cinayeti dahil, Danıştay saldırısı, Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar vs. Bütün bunlar Ergenekon Davası eylemleri olarak sıralanıyor.

Talat Turhan: Kanımca “geçmişin hesabını soruyoruz” denilerek toplum yanıltılıyor. Aslında geçmişin hesabı sorulmuyor (nitekim 12 Haziran 2010 referandumunda vaat edilmesine karşın 12 Eylül 1980 darbe liderlerinden hesap sorulmadı). 12 Mart’tan (1971) sonra başlatılan sistematik işkence günümüze kadar sürüyor. 12 Eylül’den söz edenler 12 Mart’ı görmezlikten gelirlerse onların içtenliğinden kuşku duyarım. Neden faili meçhul cinayetlerin örtbas edilmesi için “zaman aşımı” bahanesine sığınılıyor. Bu büyük haksızlığı ortadan kaldırmak amacıyla, “zaman aşımı”nın kaldırılması için iktidarlar ve muhalefet girişimde bulunamıyor. Çünkü ABD, Pentagon, CIA, Derin NATO (ACC) örgütlenmesi içinde kurgulanan “İstikrarsızlık Harekâtı” ve “Temizlik Operasyonu”nda iktidarların suç ortaklığı var. Geçmişin hesabı okyanus ötesinden kurgulanan bu senaryoyu aşmakla olasıdır. Aslında içe dönük siyasi bir linç harekâtı yaşanıyor ABD ve AB onayıyla… Son çözümde “Ulus devlet”lerin ortadan kaldırılması süreci yaşanıyor. Çünkü “Dünya Hükümeti”nin hedefleri arasında “Ulus Devletler”in ve “Silahlı Kuvvetlerin Kaldırılması”nın bulunduğunu 1999 yılında yayınladığım bir kitapta45 açıklamıştım. Bu dış senaryoya katkıda bulunan iktidarların da “Ulus Devlet”in tasfiyesi ve “Ulus Devleti” korumak ve kollamakla görevli NATO çizgisinden çıkmaya çalışan TSK’nın yıpratılması işlerine geliyor. Darbelerde sessiz kalanlar bugün darbecilerin yargılanması bahanesiyle TSK üzerinde operasyon düzenleyebiliyorlar… İşbirlikçi kalemler cemaat medyasını ve küreselleşmeci medyayı kullanarak bu sürece katkıda bulunuyorlar… Uydulaşmanın son aşaması olan bu süreçte tam denetim altına alınamayan yargının uysallaştırılması için bir yandan bu sürece direnen saygıdeğer yargı mensupları pasifize edilmeye çalışılırken diğer yandan anayasa değişikliği referandumuyla (12 Eylül 2010) üçayak üzerine oturtulan demokrasinin adalet ayağı teslim alınmak isteniyor… Dışarıdan güdümlenen bu planı uygulayabilmek için Silahlı Kuvvetlerin saygıdeğer, vatan ve ulus aşkıyla dolu, özverili ve özgecili mensuplarını gözaltına alıp sahte suçlarla suçlayıp (Bomba Davası’nda olduğu gibi) sahtekâr, üçkâğıtçı sabıkalı lümpenlerin suç ortağı gibi gösterilip yargılamaya çalışılmasını Cumhuriyet tarihimizde Türk Silahlı Kuvvetlerine yapılan en büyük hakaret olarak görüyorum. 12 Mart sıkıyönetim döneminde en güçlü kişiler olarak görülen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a karşı direnen ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ü “işkenceci” olarak ilan eden bir kişi olarak bunları bugün söyleyebiliyorum. Ne yazık ki Silahlı Kuvvetlere karşı çıkmanın politikada prim yaptığı bir ortam yaratıldı ve bu yolu Turgut Özal açtı. Onun izini süren partiler oy uğruna “darbecileri yargılamak” bahanesiyle Silahlı Kuvvetleri yıpratmaya çalışıyorlar. Birisi de çıkıp “daha önceleri neredeydiniz” diye soramıyor? Darbecilerin en güçlü olduğu dönemde “darbecilerin yargılanması” istemim basına yansıdığı için bugün bu şekilde konuşabiliyorum. Bu gidişten vazgeçilmelidir…

Merdan Yanardağ: Sayın Turhan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bugün yayınladığı genelgeye bir bakalım. Son değerlendirmeyi alıp programı bitireceğiz. Sevgili seyirciler Orgeneral İlker Başbuğ’un “Ergenekon Soruşturması” dolayısıyla gözaltına alınan ya da tutuklanan Silahlı Kuvvetler mensuplarının yakından ilgileneceği bir genelgesi var. Bugün yayınlandı şimdi ekrana getiriyoruz. Sevgili seyirciler bu genelgeden de anlaşılacağı gibi, Genelkurmay Başkanı aslında bu soruşturmayı, bu operasyonu destekliyor. Siz katılır mısınız?

Talat Turhan: “Geçmişten ders almayanlar onu bir daha yaşamaya mahkumdurlar” özdeyişini yeniden anımsayalım. Sayın Orgeneral İlker Başbuğ’a “Günaydın” diyorum. Kurmaylık bir anlamda kendi alanında en üst düzeyde tasarımcı olmayı gerektirir. Bu nedenle geleceği ön görmek ve her durumu karşılayan tasarı halinde planlar yapmak kurmaylık görevleri arasındadır. Olayların peşinden sürüklenmeyeceksiniz. İlker Başbuğ’un önerilerini olayların arkasında giden bir tavır olarak görüyor ve onaylamıyorum. Bu nedenle Sayın İlker Başbuğ’a “Günaydın” diyorum.

Merdan Yanardağ: Sayın Turhan, son değerlendirmenizi de alayım. “Ergenekon Operasyonu” bağlamında Kontrgerilla, Süper NATO, Ergenekon, Türkiye’nin demokratikleşmesi suç ve suçluların cezalandırılması. Mesela benim aklıma gelen “Maraş Katliamı” var. 250 yurttaşın yok edildiği bir katliam, bir kanlı saldırı, çok belli ki bir Kontrgerilla Operasyonuydu. Sabri Yirmibeşoğlu anılarında, kendisiyle yapılan röportajda 6–7 Eylül olaylarını İstanbul’daki çok başarılı bir Özel Harp operasyonu olarak değerlendiriyor. Kemal Yamak yine Ö.H.D. Başkanlığı yapmış Orgenerallerden biri. Yine benzer itiraflarda bulunuyor. Türkiye’nin geçmişinde böyle 16 Mart katliamı gibi bir dizi katliam var Türkiye’de. 12 Eylül’e doğru içsavaşın derinleşmesi sürecinde gördüğümüz bir dizi katliam var. Buralara kadar gitmeyen bir süreç bu. 12 Eylül darbesi var, 12 Eylül darbecileri var. Faşist bir darbe ve anayasanın 15. maddesi var. Darbecilerin yargılanmasını yasaklayan bir madde. Ne Kenan Evren ne diğer darbeciler yargılanabiliyor. 12 Eylül’de işkenceler var, işkencede ölümler var. 12 Eylül’de 600 bin insan tutuklandı. Türkiye’nin nüfusu 33 milyonken 1,5 milyon insan fişlendi, onbinlerce insan yurtdışına kaçtı ve yüzlerce insan işkencede öldürüldü ve 50 kişi de idam edildi. Böyle büyük kanlı bir darbe yaşandı. Bu kanlı darbenin failleri bugün saygın generaller olarak emekliliklerini yaşıyorlar ve bunlar hakkında dava açamıyoruz. Çünkü anayasanın 15’nci maddesi bunu engelliyor. Mevcut AKP hükümeti geçici 15. maddeyi değiştirecek yeterli çoğunluğa sahip olduğu halde bunu yapmadı ve Sabih Kanadoğlu’nun 367’nci madde tartışmasını hukuku çiğnemek olarak değerlendiriyor. Anayasayı okuyan herkes, sıradan bir hukuk fakültesi öğrencisi bile anayasayı yorumladığı takdirde çok kolaylıkla bunun böyle olduğunu görür. Nitekim çoğunluk karar aldı değiştirdi anayasanın ilgili maddesini ve 367 şartı ortadan kalktı ve Abdullah Gül Çankaya köşküne çıktı. Bu tartışmada çağrı yapalım.

Talat Turhan: Kitaplarımda, yayınlanan yazılarımda, konferanslarımda, TV söyleşilerimde özelikle 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde yaptığım savunmamda hem CIA ve AID denetimindeki ABD yanlısı askeri darbelerdeki hıyanetin köküne ışık tutan belgeler yayınladım. “12’li faşist askeri darbecilerinin lider kadrosu dışında da yargılanması” istemimi sürekli yineledim. Bu bağlamda ABD’nin, ABD içinde ve dışında açtığı ve işlettiği “Kontrgerilla Okulları”nın (1975) darbeci, kışkırtıcı, katil, sabotajcı yetiştirdiğini belgeleriyle açıkladım. Hatta Almanya’daki ABD’ye bağlı benzeri okulun “İstihbarat Okulu”, “Yönetim Okulu” veya “NATO Okulu” şeklinde isimlendirildiğini, gerek iktidar ve gerekse muhalefet samimi ve gerçekçi iseler bu okullarda eğitim görenleri saptamak zorundadırlar. İkinci evrede de bu kişilerin darbelerde ve 12 Mart öncesi ve sonrasından günümüze kadar süregelen katliamlar, provokasyonlar ve karanlık olaylarda ABD kontrgerilla okullarında yetiştirilen görevlilerin sorumluluğu saptanmalıdır. Oy kazanmayı amaçlayan palyatif ve makyaj girişimlerle darbecilerin yargılanmasıyla demokrasi düzlüğe çıkamaz… Kuşkusuz 12 Eylül 1980 darbesi geçmişten de ders alan etkin bir ABD yanlısı darbedir. Türk halkına karşı hıyanet işlenmiştir. Sizin de açıkladığınız gibi idamlar, gözaltılar, işkenceli sorgulamalar, hapishanelere alınan 100 binlerce kişiyle 12 Eylül Türk halkının üzerine indirilen bir balyozdur. Eğer bunun hesabı gerçekten sorulmak isteniyorsa, darbe ortamının oluşturulması sürecinde aciz kalan ABD yanlısı iktidarların sorumluluğundan işe başlanılmalıdır. NATO ve CIA denetiminde “Yeraltı” örgütlerinin gizi açığa çıkarılmalıdır. Kendilerine (Ecevit ve Özal Suikast girişimleri gibi) yönelik suikastların faillerini bile açığa çıkarmaktan aciz iktidarların iktidar dönemleri sorgulanmalıdır. Darbeye muhatap olunca şapkasını alıp giden, darbelere karşı direnemeyen başbakan, bakan ve parlamenterlerin tarihi sorumluluğu saptanmalıdır. Bu evreden sonra darbecilerin ve onlara destek veren politikacıların yargılanması anlam kazanabilir. Yunanistan darbecileri örneği neden anımsanmak istenilmiyor? Dünyada ilk kez darbecileri Yunanistan yargıladı, yunan darbe liderleri o günden bu güne halen cezaevinde bulunuyorlar. Şili, Brezilya, Arjantin darbecileri de yargılanıp mahkûm oldular (Cumhuriyet 24 Aralık 2010). Darbeleri yargılamak için, iç hizmet kanunun 35. maddesini kaldırmak gibi sloganla, iktidar ve muhalefetin TSK’yı yıpratma sürecinde birlikte görünüm vermelerini ülkem adına talihsiz girişimler olarak değerlendiriyorum. Yıllar önce bu konularda savaş vermiş bir kişi olarak… Asıl hesap sorulması gereken “Derin NATO” örgütlenmesinin tasfiyesine gücü yetmeyenlerin emperyalist öneriler doğrultusunda makyaj tedbirlerle halkı kandırıp seçim yatırımı yapmaya çalışmalarını halka demokrasi diye yutturmaya kalkmak “bumerang etkisi” yapabilir. Karşı devrimci iktidarlar yaşamlarını emperyalist güdümde gördükleri için “iki adım ileri bir adım geri” taktiğiyle sonuçta bir adım atıp amaçları doğrultusunda ilerlerken bu tavrın demokratikleşme diye tanımlanması aymazlıktır. Sorunların özüne girmekten “aciz iktidarsız iktidarlar” ülkemizi yönettiği sürece işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluğun devam edeceği açıkça görülüyor. Dünyada ilk kez darbecileri Yunanistan yargıladı, yunan darbe liderleri o günden bu güne halen cezaevinde bulunuyorlar. Şili, Brezilya, Arjantin darbecileri de yargılanıp mahkûm oldular (Cumhuriyet 24 Aralık 2010)

Merdan Yanardağ: Siz 12 Mart 1971 ABD yanlısı askeri darbesinin Türkiye’nin bir kuşağını biçtiğini, gençliği, aydınları, toplumsal muhalefeti ve solu etkisiz hale getirdiğini iddia ediyorsunuz. Bunun gibi “Ergenekon Operasyonu”nun da ABD yanlısı olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar arasında tarihsel bir bağ var mı? Gerçekten de operasyon ABD tarafından destekleniyor mu?

Talat Turhan: Darbeyi destekleyen güç bir (AID) fakat boyutları farklı. ABD güdümüne aldığı bir ülkedeki yandaş iktidarın çıkarlarına hizmet etmeyecek konuma geldiğini görünce “kontrgerilla yöntemleriyle” asker ve sivil olmasına bakmaksızın devirip çıkarlarını koruyabilecek gücü iktidara taşır. Bu konuda ABD’nin sabıkası saymakla bitmez. Yıllarca önce ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, “büyük devletler müdahale etmezlerse büyüklüklerini koruyamazlar” demişti. Bu anlayış günümüzde de “küresel saldırganlık”a dönüşerek ve artarak süregeliyor. İşte Irak, Afganistan, Yemen, Haiti, Tunus, Mısır, Lübnan, Haiti, Bahreyn…

Küreselleşme, “ulus devlet”leri ortadan kaldırmak istiyor. Bu nedenle ulusalcılığı yadsıyan “Osmanlı Modeli”ne yatkın iktidarları yeğliyor. Cemaat liderlerini besliyor, yandaşlarını palazlandırıyor ki hedefine ulaşsın. Fettullah Gülen, 1997 yılında yaptığı bir söyleşide ne diyordu46a-b: “Amerikan düşmanlığı yapıyorlar, Amerika bize düşmanlık yapabilir, fakat birlikte yaşadığımız dünyanın genel ahengi düşünüldüğünde bazen düşmanımızla bile iyi geçinmek mecburiyetinde oluruz”… Aynı kişinin Gazze’ye yardım götüren “Mavi Marmara Gemisi”ndeki İsrail katliamına rağmen İsrail’den yana olmasını “Medeniyetler Uyuşması”nda kendisine verilen rolle açıklayabilir misiniz?

CIA Türkiye eski şefi 2008 yılında yazdığı kitapta cemaat ile emniyet ilişkisinden söz edip ulus devlet, Kemalizm ve Silahlı Kuvvetlere karşı çıkıyor. Günümüzde süregelen operasyonlar bu bağlamda değerlendirilirse, soruna doğru tanılar konulabilir diye düşünüyorum.

Merdan Yanardağ: Çok teşekkür ederim Sayın Turhan, katıldığınız ve katkıda bulunduğunuz için. Çok daha uzun bir zaman ayırmak isterdik.

Talat Turhan: Ben teşekkür ederim.

Merdan Yanardağ: Bir başka programda da sizi ağırlayıp devam ettirmek isterim bu programı. Sayın Turhan Filistin bayrağı ve Türk bayrağı getirdi stüdyoya. Filistin ve Türk bayraklarından oluşan bir kravatla geldi. Bu programın Filistin halkıyla dayanışmaya adanmasını istedi. Gazze halkıyla dayanışmaya adanmasını istedi. Ben de bu programı Sayın Turhan’la birlikte Filistinlilere, dünyanın ezilenlerine, Gazzelilere ithaf ediyorum.

Kaynakça ve Açıklamalar

  1. “Gölgedeki Adam”, Dündar Seyhan, İstanbul 1966.
  2. “NATO’nun gizli orduları”, Danile Ganser, Güncel Yayıncılık, 2005
  3. “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, Graham Fuller, Timaş Yayınları, 2008.
  4. “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât”, Genelkurmay Yayınları, 1965.

(*) “MİT’in Yalanları”, Adnan Akfırat, Kaynak Yayınları, Kasım 2001, bkz: sayfa:39–40

  1. “Bomba Davası Cilt–2”, Talat Turhan, Kendi Yayını, 1986, bkz. kitabın sonundaki şema
  2. “Cevdet Sunay’a açık mektup”, (bkz. www.talatturhan.com)
  3. “Cemal Tural’a açık mektup” (Kur. Alb (E) Selçuk ATAKAN, Kur. Yrb. (E) Talat TURHAN)

Akşam Gazetesi 1965.

  1. Bomba Davası Ek iddianame.
  2. “Bomba Davası Cilt–2”, Talat Turhan, Kendi Yayını, 1986, bkz. kitap sonundaki şema “Bomba davasının oluşturulması”

10.”Bomba Davası Savunma”, Talat Turhan, İleri Yayınevi, 2006, bkz. s. 173-271)

  1. Reichstag yangını, Hitler başa geçene kadar Alman parlamentosunun toplandığı Reichstag’da 27 Şubat 1933 akşamı çıkmış olan yangındır. 1933 yılının Ocak ayında, Komünistlerin bir genel grevle tüm ekonomiyi işlemez hale getirerek bir “devrimci durum” yaratacakları ya da ülkede iç savaş çıkacağı konusundaki endişeler o derece derinleşmişti ki, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg Hitler’i, Katolik Merkez Parti’yle bir koalisyon kurarak istikrarlı bir hükümet kuracağı umuduyla şansölye olarak atamıştır. Reichstag yangını, Hitler’in şansölye (başbakan) atanmasından sonraki ilk politik manevralarından biri olan genel seçim kararından sonra, tüm partilerin seçim çalışmalarını sürdürmekte olduğu bir dönemde gerçekleşmişti. Yangının, kundaklama olduğu ortadadır. Soruşturma kısa sürede polisi, Marinus van der Lubbe adında yarı-deli bir anarşiste götürdü. Lubbe, yangını çıkaranın kendisi olduğunu itiraf etti. Ertesi gün Hitler, Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. İzleyen günlerde Nazi partisi ve milliyetçiler dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulduğu gibi komünist partisinin Parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri tutuklanmıştır. Nazilerin iktidarı ele geçirmek ve muhalefeti yasaklayarak bir diktatörlük kurmak için çıkardığı bir yangındır. Bu yangın Nazilerin halkı sosyal demokratlara, Hıristiyan demokratlara, komünistlere ve liberallere karşı yönlendirmek için düzenlediği bir operasyondur.
  2. McCarthyizm: Joseph Raymond McCarthy bir hukukçuydu. Savaş döneminde yargıçlık yapmıştı. Sonra Cumhuriyetçi Parti’den Amerikan Senatosu’na girmiş ve komünistlere karşı amansız bir mücadelenin bayrağını açmıştı. Amerika, McCarthy adını ilk önce 1950’de “Dışişleri Bakanlığı’nda 205 komünist bulunduğu” açıklamasıyla duymuştu. Gerçi Senatör, iddiasını kanıtlayamıyordu, ama dünyada esen soğuk savaş rüzgârlarını arkasına alarak yürüttüğü kampanya başarılı oldu. Senato’da kurulan Soruşturma Komisyonu’nun başına geçti ve iki yıl boyunca “devletin içine sızmış komünistleri ayıklamak için inanılmaz bir soruşturma yürüttü. Yüzlerce insan “komünist” diye damgalanarak işinden edildi. Komisyon, barış gönüllüleri, üniversite hocaları derken, hedefini öyle büyüttü ki, sonunda iş, Başkan Eisenhower’a kadar dayandı. Nihayet 1954’te McCarthy Komisyonu’nun Meclis’te yaptığı 36 günlük bir soruşturma, televizyondan yayınlanınca Senatör’ün yıldızı sönüverdi. Amerikan halkı, bu gözü dönmüş şahinin, ülkenin onuru olmuş insanlara nasıl kanıtsız iddialarla saldırdığını açıkça gördü ye birden McCarthy, eleştirilerin hedefi haline geliverdi. Cumhuriyetçiler, seçimi de kaybedince Senatör’ün ipini çektiler. McCarthy görevden alındıktan üç yıl sonra öldü, ancak insanlar üzerinde dayanaksız iddialarla terör estirerek toplumu baskı altında tutma politikası “McCarthyizm” olarak literatüre geçti.
  3. “Sabotaj Davası”, 1971.
  4. “ABD İkinci Vatanım”, Turgut Sunalp, Yeni Asya, 1 Şubat–31 Ocak 1991
  5. Emekli General Fahrettin Soydaner ile Talat Turhan’ın polemiği. (bkz. www.talatturhan.com)
  6. “Bomba Davası Savunma”, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2006, bkz. sayfa: 367
  7. “Çeteleşme”, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999, bkz. “psikolojik harp şeması” sayfa: 526–527
  8. “CIA Günlüğü 2 cilt”, Philip Agee, E Yayınları, 1975
  9. “Doruk Operasyonu”, Talat Turhan, Sorun Yayınları, 1989, bkz. “Ölüm Mangaları” sayfa: 85–96
  10. “12 Mart Cezaevinden Mektuplar”, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2009.
  11. “Bomba Davası Savunma”, Talat Turhan, İleri Yayıncılık, 2006. (bkz. sayfa: 368–370)
  12. Y.n.: Örneğin: Orgeneral Faik Türün, Orgeneral Faruk Gürler’in hiyerarşisini kabul etmiyor, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler İstanbul’a geldiğinde Faik Türün emre itaatsızlık ederek İzmir’e gidiyor ünlü AP’li Asfalt Osman’a konuk olabiliyordu.
  13. “Baskın 11 Eylül”, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2004
  14. “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” Kemal Yamak, Doğan Kitap, 2006

24a. “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” Kemal Yamak, Doğan Kitap, 2006 (Kontrgerilla konusunda bu sözü ilk duyanlardan Sayın Talat Turhan, 18 Kasım tarihli Milliyet gazetesinde “kontrgerilla lafını ilk kez Erenköy görevlilerinin çıkardığını söyledim. Onlar gerçekten Özel Harp Dairesi’nin adamları mıydı, kesin yanıtı henüz verilmiş değil. Yalnız eskiden beri bir iddiam var. Bir kurum kendisini temize çıkarmak istiyorsa adına iş yapanlardan hesap sorar” diyor ve doğru değilse gerçeklere dayanarak temize çıkarılması gerektiğini vurguluyor. Bu ihtiyaca Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde görev alan, yaptıkları görevin ulviyetine inanan ve bu münakaşalardan çok büyük üzüntü duyan bütün personel katılmaktadır. bkz. sayfa: 299)

24b. “Faşizme Karşı Dilekçeler”, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2009

  1. “Bomba davası Savunma”, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2006.
  2. “Çeteleşme”, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999, bkz. sayfa: 150–152
  3. Y.n.: İçişleri Bakanlığı’yla Milli Savunma Bakanlığı arasında süregelen çelişkinin, süreci olumsuz yönde etkileyerek karşı tarafla masaya oturma noktasına getirdiğini görmekteyiz.
  4. “Eşref Bitlis Suikastı” Adnan Akfırat, Kaynak Yayınları,1997.
  5. “Çeteleşme”, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999, bkz. sayfa: 523’te belirtilen yorumsal şema
  6. 8 Şubat 1974 Hürriyet
  7. “Türünden Cevap Bekliyorum”, Cumhuriyet, 5 Ekim 1975
  8. “Operasyon Ergenekon”, Şamil Tayyar, Timaş Yayınları, 2008
  9. “Karanlık İlişkiler”, Gültekin Avcı, Birey Yayınları, 2006
  10. “Ergenekon”, Aytekin Gezici, Karakutu Yayınları, 2008
  11. “İhanet Çemberi”, Bülent Orakoğlu, Timaş Yayınları, 2008

36a. “Küresel Çete”, Talat Turhan, İleri Yayınları,2005.

36b. “Derin Devlet”, Talat Turhan, İleri Yayınları,2006.

36c. “Küreselleşmenin Şifresi”, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2007.

  1. “Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat,” Hanefi Avcı, Angora Yayıncılık, 2010
  2. “Counterguerilla Operations” ABD Savunma Başkanlığı Resmi Yayını 1967
  3. “Sunay’a açık mektup”, Talat Turhan, Devrim Gazetesi, 20 Ocak 1970
  4. “Erdelhun’un açıklaması”, Rüştü Erdelhun, Devrim 16 Şubat 1970
  5. “Pike”, Orhan Gökdemir, Güncel Yayıcılık, 2008
  6. “Mehmet Eymür Ziverbey’den Susurluk’a bir MİT’çinin Portresi”, Talat Turhan-Orhan Gökdemir, Sorun Yayınları, 1999
  7. “SUSURLUK”, TBMM Yayınları, (S. Sayısı:301), 03.04.1997
  8. “Analiz”, Mehmet Eymür, Milenyum Yayınları, 2005l
  9. “Çeteleşme”, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999

46a. “Fettullah Gülen’le New York Sohbeti”  Nevval Sevindi tarafından Yeniyüzyıl gazetesinde yayınlanan bu uzun söyleşi Sabah Kitapları tarafından 1997’de kitap olarak da yayınlandı.

46b. Bakınız “Çeteleşme”, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999, Fettullah Gülen Bölümü sayfa:150–153

 

 

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....