Mülkiyeliler Birliği Söyleşi 5.12.1990
Mülkiyeliler Birliği Söyleşi ve Konferansı Ankara, 5 Aralık 1990
Bu bölümde, Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nin Ankara’da düzenlediği ve konuşmacı olarak çağrıldığım konferansta yaptığım konuşmanın metni yer alıyor. Konuşmanın başlangıç bölümünü kendi notlarımdan, temel konuşma metnini ise, konuşmayı özet olarak yayınlayan Mülkiyeliler Birliği Dergisi’nin Şubat 1991 tarihli sayısından aktarıyorum.
— Aydın KÖYMEN: Sayın dinleyiciler Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezinin 131. kuruluş yıldönümü kutlamaları çerçevesinde düzenlediği ve Talat TURHAN’ın konuşmacı olarak katıldığı konferansa hoş geldiniz diyorum.
Talat TURHAN’ı hepimiz tanıyoruz. Ancak bu sohbete bir giriş olması için, dahası konferansa yardımcı olmak amacıyla ben arada sorulacak sorularla bu söyleşiyi bir parça daha canlandırmaya çalışacağım. Şimdi Sayın TURHAN şöyle başlayabilir miyiz acaba? Çeşitli adlarla anılan bir örgüt var ve bu Örgüt konusunda da TÜRKİYE’de bilgi sahibi olan, çeşitli değerlendirmeler yapan insanlar var. Bunların başında bize göre siz geliyorsunuz. Ancak yine kimi kişiler tarafından nitekim geçenlerde gazetelerde de çıktı; “Talat TURHAN bu işlerden pek anlamaz, bunu pek fazla da bilmez” gibi değerlendirmeler de yapılıyor. Şimdi isterseniz söyleşimize o noktadan başlayalım. Böyle bir değerlendirme süreci içerisinde nasıl bulundunuz, nasıl bir konumla bu konuya yaklaşıyorsunuz ve bazı tezler ileri sürüyorsunuz? İsterseniz bu noktadan başlayalım söyleşimize.
— Talat TURHAN: Çok teşekkür ederim Sayın KÖYMEN. Öncelikle buraya kadar zahmet edip beni dinleme lütfünde bulunduğunuz için hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Bu arada, bir aydan beri çok yoğun bir çaba içerisinde, gece gündüz çalışıyorum, Sizin karşınıza çıkmak için de yarım saat öncesine kadar çalıştım. Fevkalade yorgun ve bitkin durumdayım. Beni hatalarımdan dolayı bağışlarsanız minnettar kalırım. Ben hiçbir zaman “Özel Savaş Dairesi’nin adamıyım ya da onu bilen bir kişiyim” savında bulunmadım. Yalnız 1973 yılında “35 kişilik bir çete gece yarısı evimi bastı, beni bilinmeyen bir yere götürdü”. Orada, her yurtseverin başından geçtiği gibi, akıl almaz işkencelere tabi tutuldum. O işkencede iki çözüm vardı benim için: “İntihar etmek”, ki onun koşullarını da hazırladım, ya da bu çeteyle “mücadele etmek”… Mücadele etmeye karar verdim. Elleriniz zincirli, ayaklarınız zincirli bir ay süreyle, toplumla tüm ilişkiniz kesilmiş, çıplak olarak bir demir karyolada arka üstü yatmak zorundasınız. Sadece nöbetçiler canı istediği zaman sizi tuvalete götürüyor. O zaman da tabii zincirler var, göze bağ konuyor. Zincirlerle attığım adım 15 cm uzunluğundaydı. O 15cm’lik adımlarla yürüdüğüm yerlerin boyutlarını saptamakla işe başladım. Daha sonra hapishaneye döndüğüm zaman aynı tezgâhtan geçmiş yurtseverlerle tek tek konuştum. Onlara da kaldığı odaların krokilerini çizdirdim. Elimizde birkaç yüz tane oda krokisi toplandı. Oda krokilerini birbirine çakıştırdık. Saptadığım ölçülere göre, tuvalet, sorgu odası, teyp odası, şu kadar, 1–3’cü kat diye tek tek bölümlere ayırdım ve hatta tuvalette bulunan fayansların cinsine, sayısına kadar saptadım. Mahkemeye çıktığım vakit, bu köşkte bir keşif yapılmasını istedim: 8 Haziran 1973 daha sonra dosyadan öğreniyorum ki, benim tutuklanmama MİT emir vermiş. Sıkıyönetim Komutanlığı’na, İSTANBUL MİT Daire Başkam Turan DENİZ imzasıyla, tutuklanacak şahıslar başlıklı bir yazı yazılmış. “MİT idari bir organdır, tutuklama emri veremez. Devlet orada açığa çıkıyor. Zaten o tarihte MİT, Sıkıyönetim Komutanının emrindedir. Sıkıyönetim komutanına tutuklama emri veremez, dahası MİT sorgulama yapamaz”. “Talat TURHAN’ı alın getirin, biz sorgulayacağız” diyor. MİT’in sorguladığı ortaya çıkıyor. MİT beni “TÜRKİYE’deki anarşinin planlayıcısı olmakla suçluyor”. Bir de “Cunta faaliyeti içinde bulunduğumu” iddia ediyor. Sözünü ettiğim bu dilekçede, bütün bunların araştırılmasını istedim. Savcının yalan söylediğini, çünkü savcının dediği gibi poliste değil MİT’te sorgulandığımı ifade ettim ve bu krokiye göre araştırma isteminde bulundum. Tabii o zaman duyarsızlık vardı, toplumsal mekanizmalar işlemiyordu, yargı işlemiyordu, polis işlemiyordu, MİT işlemiyordu. Bugün işliyor mu işlemiyor mu, bunu da bilemiyorum. Gerçeklerin saptanılması çabası içinde bulundum. Mahkeme duvar gibi kaldı karşımda. Oysa olay o kadar basit değil, kişisel bir olay da değil. Polis MİT’e paravanlık yapıyor. MİT’in aldığı ifadeye polis imza koyuyor, polis tertibin içerisinde, MİT tertibin içerisinde, MİT’i yüreklendiren kumandanlar tertibin içerisinde.
Bu olayda Devlet karşımda tamamen yasadışı bir duruma düşmüş. Ancak başvurularım karşısında sessiz kalmayı yeğliyor… Bu kadarıyla da yetinmedim, o zaman dilekçe vermek çok büyük bir yürek istiyordu, 12 HAZİRAN 1973 günü mahkemeye yeni bir dilekçe vererek, bir gizli örgütün TÜRKİYE’nin kaderine hükmettiğini, işkence yaptığını belirterek, bunlar hakkında bir Parlamento Komisyonu kurulması isteminde bulundum. Başbakanlığı, Genelkurmay Başkanlığını ve Kara Kuvvetleri Komutanlığını muhatap aldım. Bunlardan da hiçbir ses çıkmadı. O zaman Başbakan Naim TALU idi, şu anda benim için tarihin suçlu sandalyesinde oturmaktadır. Çünkü bir sav varsa, o savın araştırılması gerekir. Dolayısıyla ben bir gizli örgütün varlığını yaşayarak, duyumsayarak öğrendim. Ve bunun ortaya çıkarılması için devletin yasal kuruluşlarından istemde bulundum. Bu gayet doğal bir hakkımdı. Bugün, 17 yıl sonra bile bir Parlamento Araştırmasından söz edilmesi karşısında ciddi bir üzüntü duymaktayım. Kimsenin böyle gizli kapaklı işleri 17 yıl saklamaya, demokratik bir ülkede hakkı olmaması gerekir.
“Şimdi bu örgüt MİT miydi, polis miydi ya da sağcı militanlardan mı oluşuyordu, subaylardan ve Özel Savaş Dairesinin adamlarından mı kurulmuştu, yoksa Seferberlik Tetkik Kurulu’nun adamlarından mı”? Bunları bilemiyorum, onlar kendi adlarına “Kontrgerilla Örgütü” diyorlardı. Yani, TÜRKİYE’de Kontrgerilla örgütünü, orada işkence yapan insanlar açığa çıkarttılar ve bu deyim benimsendi. Daha sonra iki yıl idamla yargılandıktan sonra serbest bırakıldım. Affı kabul etmedim, bu pislik ortaya dökülsün diye. Ama örtbas ettiler. Yani kendi ayıplarını örttüler. Ben de Silahlı Kuvvetlerden geliyorum. Karşımda gördüğüm subayla hiçbir ortak niteliğim yok, aynı kariyerden gelen insanlarda belirli bir ortak nitelik olması gerekirdi. Bu ocağı kim bozdu diye araştırmaya giriştim. 1974 yılında 21 MAYIS’ta hapishaneden çıktım, Emekli olduktan sonra yayınlanan tüm askeri yapıtları taradım. Uzmanlığım böyle başladı, hiç kimseyle yarışmak savında değilim. Kamuoyu en güzel hakemdir. Ben burada bildiklerimi söylüyorum. Karşı tezi olanlar da bildiklerini söylerler, kamuoyu gerçeği öğrenir. Bütün askeri yayınları taradığım zaman üç belge dikkatimi çekti. Bunlardan bir tanesi “ST 31–15” simgeli “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat” adlı resmi talimname, 1965 yılında zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ali KESKİNER imzasıyla yayınlanmış. Ben 1964 yılında emekliye ayrıldım. Bilgim dışında olması doğal. Başka bir kitap, “Ayaklanmaları Bastırma Harekatı”, Genelkurmay 1965 basımı. Üçüncü yapıt da, bunların paralelinde AMERİKA’dan getirttiğim, FM 31–16 simgeli “Counterguerrilla Operations” adlı resmi Amerikan talimnamesi. Bu üç yapıt bir bilince, bir sonuca varmama yetti.
“Bomba Davası Savunma–1 ve 2” adlı yapıtlarda yayınlanan bölüm, 4500 sahifelik savunmamın onda biri bile değildir. Şimdi halen TÜRKİYE’de bazı kişiler Kontrgerilla lafını ağza almaktan korkuyorlar. Onlar suçluluğun telaşı içindeler. Bu Amerikan belgeleri olduğu sürece, bunun yandaşı belgeler elimizde olduğu sürece, bu olayın yadsınması olanaksızdır diye düşünüyorum.
— Aydın KÖYMEN: Peki Sayın TURHAN, sizin metninizdeki sırayı hiç bozmadan söyleşiyi devanı ettirmek için şöyle bir şey sormak istiyorum. Sizin çeşitli belgelere dayanarak ve yaşayarak varlığım iddia ettiğiniz bu örgüt, acaba TÜRKİYE’de ne tür aşamalar geçirdi, nasıl bir sürecin içerisinde yer aldı, isminden tutun örgütlenmesine kadar, takındığı tavırlara kadar nasıl bir süreç yaşadı? Bunun tarihini acaba bize kısaca aktarmanız mümkün mü?
— Talat TURHAN: Tabii efendim. TÜRKİYE’de, biliyorsunuz, beş altı kez Kontrgerilla tartışmaları alevlendi söndü. Bugün de aynı durumdayız. Bu konunun gündeme gelmesi Gladio’nun TÜRKİYE’ye yansıması ile başladı. Daha sonra Batı’nın benim üzerime düşmesiyle tekrar Avrupa’ya yansıdı, oradan da buraya yansıdı. Böyle bir dalgalanma içerisinde. Mesela bir saat “BBC” benimle röportaj yaptı. İki saat “İSVEÇ televizyonu” evde çekim ve röportaj yaptı. Alman WDR radyosu iki saat benimle görüştü. “Alman Tageszeitung” gazetesi iki saat röportaj yaptı, yayınladı. “Der Spiegel” ismimden bahsetti. Dolayısıyla olay, dışarıdan içeriye geldiği için, ben bugün rahat konuşabiliyorum. Şimdi bu tartışma, tabii ne kadar küllenmeye bırakılırsa bırakılsın gene de iyi olmuştur. Zaten demokrasi de tartışma rejimidir. Bu örgütün NATO’ya girişimizden sonra kurulduğu biliniyordu. Çok yakında yapılmış olan bir brifingde, örgütün 1952 yılının EYLÜL ayında kurulduğu ifade edildi. Bizim NATO’ya girişimiz de 4 NİSAN 1952’dir. Demek ki NATO’ya girdikten sonra bu örgüt, adına ne derseniz diyelim kurulmuştur. Batı’ya baktığımız zaman da, bütün NATO ülkelerinde ve NATO dışı ülkelerde, AVUSTURYA, İSVİÇRE ve İSVEÇ gibi, bu örgütün benzeri kuruluşlara rastlıyoruz. İTALYA’da çok somut olarak ortaya çıktı ki, Gladio denilen bu yeraltı örgütü İTALYA’yı kasıp kavuran faşist terörün yönlendiricisi, destekçisi, yaratıcısı ve uygulayıcısıdır. Durum böyle olunca, bir başka ülkede benzeri bir yeraltı örgütü varsa ve o ülkede faili meçhul cinayetler, faili meçhul olaylar, toplumsal provokasyonlar, sahte operasyonlar oluyorsa neden bu konularda kuşkulanmak hakkını kendimizde bulmayalım? Ben bu kuşkuyu duyuyorum. Görüyorum ki, toplumun aydın kesimi.
Amerikan emperyalizmine angaje olmamış kesimi benim gibi düşünüyor, onun için çok mutlu sayıyorum kendimi. Şimdi biraz önce sözünü ettiğim “ST 31–15” talimnamesine baktığımız zaman bir yeraltı örgütü şeması görüyoruz. Devletin Resmi Talimnamesi, Gn. Kur. Bşk.lığınca 3 ARALIK 1990 günü düzenlenen öz sunuşta ilk kez “Özel Harp Dairesi”nin örgüt şeması açıklandı. Devletin tüm kurumlarının yasadışı çalışmaması gerektiğinin hepimizin özlemi olduğuna inanıyorum. Gladio olayı 16 EKİM 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan Nilgün CERRAHOGLU’nun haberiyle ülkemize yansıdı. Avrupa’da sorun siyasi gündemin birinci maddesi olma özelliğini korurken, ülkemizde bugüne kadar olageldiği gibi sorun buzdolabına kondu. Bu haliyle iktidarın tavrı, var olan kuşkuları daha da güçlendirmekteydi. Kontrgerilla var mıdır, yok mudur tartışmasında ülkemizde devlet adamları, politikacılar ve askerler üç tavır içinde yer aldılar:
1- Grupta: Böyle bir gizli örgütlenmenin varlığını kabul edenler
2- Grupta: Yadsıyanlar
3- Grupta: Tevil yoluna sapanlar.
Bunların içerisinde kanımıza göre en tehlikeli olanlar bu gizli örgütlerin varlığından haberdar oldukları halde, yadsıma yolunu yeğleyenlerdir. Örnek vermek gerekirse Faik TÜRÜN, Turgut SUNALP ve Alpaslan TÜRKEŞ sayılabilir. Bu üç kişinin TÜRKİYE’deki antikomünist örgütlenmede etkin rol aldıklarını hiç bir zaman göz ardı etmememiz gerekir. Özellikle TÜRÜN ve SUNALP 1950’li yıllarda KORE’de Amerikan emperyalistlerinin temsilcileri ile dirsek temasına geçmişlerdir. Benimsedikleri Amerikan hayranlığının kendilerine sağladığı olanak ve rütbelerle, 1970’li yıllarda Ziverbey İşkence Köşkü’nde binlerce yurtseveri baskı ve zulmün hedefi yapmışlardır. Şimdi, Kontrgerilla yoktur diyenlerin yalan söylediklerini kesinlikle kanıtlayıp, eğer utanırlarsa onların suratlarına gerçeğin tokadını vurmak istiyorum. Kontrgerilla’yı yadsıyanların başında gelen Turgut SUNALP: “Böyle bir terimin mevcut olmadığını ve bu terimin bir espri olduğunu, fakat bu yakıştırmanın bazı mihrakların işine geldiğini” söylemektedir. Oysaki “Encyclopedia Britannica”ya bakıldığında bu terime rastlanacağı gibi, konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi Encyclopedia Americana’da da bulmaktayız. (Sekizinci Bölüme bakınız) Kontrgerilla savaşı, bazı savların tersine yalnız askerleri değil, sivil halk ve yönetime ilişkin kavramları da içermekte, toplumun bütün kesimlerini derinden etkilemektedir. Özellikle Kontrgerilla savaşının politik, psikolojik ve “sosyo-ekonomik” programlan ve yeni örgütlenmeler ile pasifize yöntemleri içermesi üzerine dikkatlerinizi çekmek isterim. Bu arada tüm bu yöntemlerin Amerikan emperyalizminin çıkarına, “Host Country”, ya da “Ev Sahibi Ülke” diye tanımlanan ABD ile ilişkiye geçmiş ülke halklarının aleyhine işlediğini vurgulayarak belirtmek isterim.
Bu konularda, ilgili ve yetkili kişilerce yapılan bazı açıklamalar ile olayın sivil boyutunun göz ardı edilerek, askersel yönünün ön plana çıkartılması taktiğinin nedenlerinin de bulunmasını, dikkatli gözlemlerinize sunuyorum. Ulusal bağımsızlık savaşı vererek ve Sivas Kongresinden bu yana “Amerikan Mandacılığı”na karşı çıkarak, onurlu uluslar arasına katılan ATATÜRK’ün Cumhuriyetini, Amerikan Mandası’nın güdümüne terk etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Dünya komünizminin geri çekilmesi karşısında NATO ve bazı Avrupa ülkelerinde düzenli bir şekilde örgütlü anti-komünist yeraltı ve yerüstü örgütleri ve çıkarlarını böyle bir bütünleşmede gören siyasi iktidarlar için yeni bir durum değerlendirmesi yapmanın zamanı geçmek üzeredir. Şimdi izin verirseniz Amerikan emperyalistlerinin görüşlerinden bazı örnekler vermek istiyorum;
- ROCKEFELLER’in EISENHOWER’a mektubu; “…ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardım arttırılmalı ve böylece bu işadamlarının ilgili ülke ekonomisinin kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır “. ROCKEFELLER’in bu önerisinin TÜRKİYE’de ABD’nin en tehlikeli casusluk örgütü olan AID tarafından ne şekilde uygulamaya konulduğunu ileride açıklamaya çalışacağım.
- ROCKEFELLER’dan yıllar önce ABD’li senatör Albert J. BEVERİDGE; “…Dünya ticareti bizim olmalı ve olacaktır. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak, kurumlarımız ticaretin kanatları altında bayrağımızı izleyecektir” diyor.
Bu görüşler çerçevesinde ABD Savunma Bakanı Mc NAMARA 1967’de “askeri yardımlarımızın asıl amacı, azgelişmiş ülke askerlerini ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan gelecekte gerektiğinde o ülke yönetiminde yararlanmaktır” demekte ve ABD’de eğitim gören subayları biraz önce adından söz ettiğimiz AID programı çerçevesinde eğitildiklerini ifade etmektedir. Bunun gibi KORE Askeri Danışman Grup Komutanı Tuğgeneral W.L.ROBERTS’in (1950) görüşlerini yukarıdaki anlayış çerçevesinde bireysel olarak algılamamamız gerekmektedir. General diyor ki; “Komutanı bulunduğum 500 kişilik savaşta pişmiş askerlerden oluşan grup, bizim adımıza kurşun atacak 100 bin kişinin nasıl savaşa hazırlanacağını kanıtlamıştır”. KORE’de Amerikan vergi yükümlüsünün bu ülkedeki yatırımlarının bekçi köpeği olan bir yerli ordu bulunmaktadır. Ve bu kuvvet en az gider ile en çok sonucun nasıl alınabileceğini pek güzel örneklemektedir. Ve nihayet ABD Kara Kuvvetleri Bilimsel Araştırma Daire Başkanı bir gazeteye “Birleşik Amerika solcu rejim ve hükümetleri devirmek için yerli kuvvetleri Komandocu Partizan metotlarına göre eğitmeli ve gerekli silah, malzeme ile donatmalıdır” derken benzer görüşler Mc NAMARA tarafından; “Latin Amerika’ya yaptığımız yardımlarda güttüğümüz temel amaç, gerekli olduğu yerlerde polis ve diğer güvenlik kuvvetleri ile birlikte istenilen iç güvenliği sağlayacak yetenekte askeri ve yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olacaktır” şeklinde görüşünü açıklamaktadır.
Örnekleri çoğaltmamız olanaklı, ancak ABD’li yetkili kişilerinin açıklamaları, Kontrgerilla savaşı’nın sivil boyutunu projektör ile aydınlatacak kadar açıklık getirmiş bulunuyor. ABD ordusunun ST (Sahra Talimnamesi) 31–15 simgeli “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” adlı talimnamesi, FM 31–16 “Counterguerilla Operations” adlı Amerikan talimnamesi ve Genelkurmayın bastırdığı CIA ajanı David GALULA’nın “Ayaklanmaları Bastırma Harekatları” adlı yapıtları 1975 yılında İSTANBUL Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yapmış olduğum savunmanın temel belgeleri olarak değerlendirilmiş ve Türk kamuoyuna, tarafımdan mal edilmiştir.
Bu üç temel yapıtı savunmamda eleştirmekle yetinmeyip, 1977 yılında haftalık 7 Gün Dergisinde “İktidarların Çeteleşmesi” adlı dizi yazıda ve 1989 yılında yayınladığım “Doruk Operasyonu” adlı yapıtta ayrıntılarıyla eleştirmiş bulunuyorum. Günümüzdeki tüm yadsımalara karşın, FM 31–16 simgeli Amerikan resmi talimnamesinde kısaltılmasıyla gösterilen örgütlenme biçimi, Kontrgerilla harekatı, içerisinde, hükümet devirmenin de bulunduğunu göstermektedir. Kaldı ki yetkili kişiler yabancı basını izleselerdi, savlarımız doğrultusunda yayınlara da rastlayabilirlerdi. Örneğin savlarımızın “Der Spiegel”in 26 KASIM 1990 tarihli sayısında da yer aldığını görebilirlerdi.
Bu noktada bugüne kadar yayınlanmamış binlerce sayfalık yapıt ve yazılarımda belirttiğim gibi, Kontrgerilla harekatı içerisinde ülke düzenlerini gerektiğinde istikrarsız hale getirmek (de stabilize etmek) ve bu evreden sonra Amerikan yanlısı askeri darbeleri gündeme getirmek bulunduğunu tok sesle bir daha vurgulamak isterim. Bu arada kuramcıların deyimiyle “İstikrar Harekatı” içerisinde, Amerikan istihbarat örgütleri, CIA ve AID’in de bulunduğunu ACC şemasına bakarsak açıkça görebiliriz. Soğuk Savaş’ın 2. Dünya Savaşı’nın bir ürünü olduğu bilinmektedir. Bu arada Özel Savaş’ın da 2. Dünya Savaşı’nın bir ürünü olduğunu vurgulamak gerekir. Özel Savaş’ı üç ana başlık halinde inceleyebiliriz;
1- Gayrinizami Savaş ya da daha doğru deyimiyle Kuraldışı Savaş,
2- İstikrar Harekatı,
3- Psikolojik Savaş,
Gayrinizami Savaş, gerilla harekatı, mukavemet harekatı, “kaçma-kurtulma” harekatı olmak üzere üç bölüme ayrılmaktadır. Basında bildiğimiz kadarıyla, Özel Savaş’ın askersel bölümünü oluşturan Kuraldışı Savaş’a, Genelkurmay Brifingi’nde yer verilmesine karşın, sorunun sivil boyutunu oluşturan “istikrar harekatı” ile ‘psikolojik savaşa’ ilişkin sorular yanıtsız bırakılmıştır. Bu noktada de stabilizasyon teorisine girmek istiyorum; TÜRKİYE’nin yakın tarihine göz attığımızda 12 MART ve 12 EYLÜL öncesinde terörün her boyutuna başvurularak toplumun istikrarsız hale getirilmeye çalışıldığını ve bu evreyi ABD yanlısı askeri darbelerin izlediği görülmektedir. Günümüzde ise uzun süreden beri yaygın terör eylemleri ve siyasi cinayetler işlenmekte ve çoğunlukla bu tür eylemlerin suçlularının bulunmaması, kamuoyunda olası bir askeri darbeyle çağrışım yapmışsa da, 27 KASIM 1990 tarihli “Zaman gazetesinde” ilk kez açıkladığım gibi, TÜRKİYE’nin şu dönemde olası sivil darbeler dönemine girdiği kanısındayım. Bu noktada terörü yönlendirenler, seçilmiş hedefli terörden (selective terrorism), ayrım yapmayan terör (Indlscrlioinate Terror) safhasına geçebilirler ya da geri çekilebilirler.
Buna karşılık CIA ajanı David GALULA şunları söylemektedir; …İlk adım, şuursuz terörizm; “Şuursuz terörizmden maksat ayaklanma hareketleri ve sebepleri için fazla alaka toplamak ve halkın dikkati bir defa çekildikten sonra gizli olarak bulunan tarafları cezp etmektir”. İkinci adım, seçilmiş terörizm; “Seçilmiş terörizm çarçabuk, şuursuz terörizmi takip eder. Bundan maksat isyanı bastırmakla görevli olan tarafı halktan uzak tutmak, halkı mücadeleye sokmak ve asgari olarak halkın pasif suç ortaklığını temin etmektir. Bu da memleketin muhtelif yerlerinde bazı kimseleri, halkla en yakın teması olan küçük rütbeli hükümet memurlarını, polis, postacı, belediye reisi, belediye meclis azası ve öğretmen gibi insanları öldürerek yapılır”. 1975 yılından beri merak ediyorum. 1965’in Genelkurmayı, teröre kuram oluşturan bir CIA ajanının önerilerine neden yer vermiştir diye? Gayrinizami Savaş kavramına göz attığımızda, ST 31–15 GNKKH talimnamesinde de belirtildiği gibi, savaşı yürütecek iki tür örgütlenmeden söz edilmektedir. Bunlardan birincisi komando birliklerinden oluşan yerüstü birlikleri, ikincisi köye kadar hücre tipi örgütlenmiş, propaganda, istihbarat, sabotaj ve terör yapmakla görevlendirilmiş Yeraltı Örgütü’dür ve anılan talimatnamede Gayrinizami faaliyetler arasında; “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma yoluyla tedhiş, olayları tahrik, misilleme, rehinelerin alıkonulması” gibi yöntemlerden söz edilmektedir.
İTALYA’da Gladio ya da ROMA kılıcı, YUNANİSTAN’da B–8 ya da Sheepskin, BELÇİKA’da SDRA–8, HOLLANDA’da NATO Command, Batı ALMANYA’da Gehlen Harekatı, Stay Behind, İSVEÇ’te Sword, AVUSTURYA’da Schwert, FRANSA’da Rüzgar Gülü, İNGİLTERE’de Secret British Network Revealed adı konulan bu yeraltı örgütlenmesinin TÜRKİYE’deki adı ilgililerince özenle saklanılmaktadır. Ancak kamuoyu adı “Kontrgerilla” olarak koymuş bulunmaktadır. Gerçekte 1973’te bana ve binlerce yurtsevere Ziverbey Köşkü’nde işkence yapanlar kendilerine Kontrgerilla adım verdikleri için, bu cani çetesi ile ilgili deyim kamuoyunca benimsenmiştir. Başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere TÜRKİYE’nin tüm kurumlarına bizden daha fazla saygılı olma hakkını kimseye tanımıyoruz. Tüm amacımız, yasadışı eylemleri ve örgütleri ile yasal kurumları şaibe altına sokan kişileri sergilemektir. Ziverbey Köşkü’nde işkence yapanlar TSK’nın onuruyla oynadıkları için, tüm hayatımı öne sürerek bu kişilerin iç yüzünün ortaya çıkarılmasını istiyorum. Bu amaçla, gerekiyorsa, başta Bomba ve Sabotaj Davaları olmak üzere, 12 MART davaları ile 12 EYLÜL davalarının uluslararası bir mahkeme tarafından incelenmesini istiyorum.
Ziverbey Köşkü’nde benden ve daha başka birçok kişiden, dönemin Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Faruk GÜRLER, (öldü) Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin BATUR, Donanma Komutanı ve Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı Kemal KAYACAN (öldürüldü) ve halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli bulunan iki Orgeneral aleyhine ifadeler alınmıştır. (*) TSK, bu ihaneti düzenleyenlerden hesap sorarsa, bu kişilerin kirli işlerinden kendisini arındırabilir. Biz işkenceyi bireysel bir olgu olarak kabul etmiyoruz. Çünkü kanımıza göre bireyin onuru toplumsal onurun bir parçasıdır. Yıllardan beri işkenceyle bu anlayış içinde mücadele ediyoruz. Bunun gibi, TÜRKİYE’de “devlet üzerinde devlet” olgusunun ya da bazı çevrelerce yapılan “karanlık güçler” edebiyatının aydınlığa kavuşturulmasını, ülkemizdeki demokrasi ye koşut görmekteyiz ve bu anlayışla 17 yıldan bu yana TÜRKİYE’de gizli bu yeraltı örgütünün açığa çıkarılması için yasal kavga veriyorum. Bu kavgada dış güçlerin sözcülüğünü yapanlar, ne denli yalan söylerse söylesinler, kamuoyu tarafından daha şimdiden tarihin sanık sandalyesine oturtulmuş bulunuyorlar. Yeniden AID’ye dönelim. Biraz önce belirttiğim gibi AID;
1- Amerikan yanlısı askeri darbelerde yer almaktadır.
2- AID, AMERİKA’nın etki alanına giren ülkelerde özel sektörü finanse etmekte ve işbirlikçi kapitalist yetiştirmektedir. AID TÜRKİYE’de ve azgelişmiş ülkelerde Sarı Sendikacılığı örgütlemekte ve finanse etmektedir. TÜRKİYE’de AID, “Sınai Kalkınma Bankası”na ortak olarak bu işlevini yıllardan beri sürdürmektedir.
3- AID WASHİNGTON Uluslararası Polis Akademisini yönetmekte ve azgelişmiş ülke polis şeflerini anılan akademide indoktrine etmekte. Amerikan doğrularını ulusal doğrularla koşut sayacak şekilde onların beyinlerini yıkamaktadır.
4- AID azgelişmiş ülkelerde toplu katliamlara kadar varan (VİETNAM’da olduğu gibi) “Temizlik ve Pasifikasyon Harekatı” düzenleyerek olağanüstü dönemlerde “sıkıyönetim, askeri darbe gibi” Amerikan çıkarlarına ters gelen yurtseverleri etkisiz hale getirmektedir.
5- AID, bürokrasinin her iki kanadından seçtiği kişileri AMERİKA’da özel eğitimden geçirmektedir. Bu işlevlere sahip AID ile, ülkemizin ne ilişkisi olduğu sorulabilir, yanıtlarsak;
1- AID yıllardan beri Türk özel sektörünü finanse etmektedir. ABRAMOWİTZ ile Ali COŞKUN’un imzaladıkları anlaşmaya göre, AID’in, TÜRKİYE’nin önde gelen özel sektör örgütleri ile işbirliği yapacağı açıklanmıştır. (1) Bu anlaşmadan yaklaşık bir hafta önce Ali COŞKUN “Bu uzman kuruluşun bilgi birikiminden yararlanacağını” (2) ifade etmiştir.
2- AID, ABD yanlısı askeri darbelerde fiilen rol almaktadır. (3)
3- AID, azgelişmiş ülkelerin güvenlik örgütleri mensuplarına, özellikle polislerine, adam öldürme yöntemleri öğretmektedir. Söyleşinin bu noktasında Türk aydınının bir yol ayrımında olduğunu düşünüyorum. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyerek, bu ihanete araç mı olacaktır, yoksa ATATÜRK’ün tam bağımsız, anti-kapitalist, antiemperyalist ulusal kurtuluşçu şiarlarına sahip mi çıkacaktır?
Yanıtlamamız gereken ilk sorunun bu olduğunu düşünüyorum. Sanırım, bu açıklamadan sonra devlet cinayet işler mi sorusuna yanıt aramamız gerekecektir. 19 uncu yy. kadar iktidarların tarihi ile siyasi cinayetlerin tarihinin koşut olduğunu görmekteyiz. Günümüzde demokrasiyi özümsemiş ülkelerde kuşkusuz devlet cinayet işleyemez. Ancak Alman Nazizmi ile İtalyan Faşizmi ve onların istihbarat örgütlerine baktığımızda (özellikle Gestapo), bunlarda cinayet işlem birimlerini görüyoruz. CIA, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş ve Gestapo deneyimlerinden büyük ölçüde etkilenmiş bir istihbarat örgütü olduğu için, “Kirli işler Bölümü”, 40 yıldan bu yana cinayet işleyerek “3 milyon kişiyi Öldürmüş, 54 milyon kişiyi sakat bırakmıştır” (4). CIA ile işbirliği halinde olan istihbarat örgütlerinin de aynı yöntemi benimsedikleri kuşkusuzdur. Bu kuşkulardan arınmanın tek yolu, siyasi cinayet, toplumsal provokasyon, sahte operasyon ve kuşkulu eylemlerden oluşan 20 yıllık geçmişi de kapsayacak tarzda, bütün gizli faaliyetlerin bir Meclis Araştırmasıyla aydınlığa kavuşturulmasıdır. Bu görevin yapılması, demokrasimizin düze çıkarılmasına olanak sağlayabileceği gibi, parlamento açısından da yaşamsal önemdedir. Somut bir örnekle sözlerime son vermek istiyorum; ATATÜRK’ün, Cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğine ilk kurşun, benim saptamalarıma göre, 23 EYLÜL 1969 tarihinde Taylan ÖZGÜR’e, biri polis, biri subay olmak üzere iki kişi tarafından atılmıştır. Yani devlet cinayet işlemiştir. Kuşkusuz olayın tüm kanıtlarını benim bulmamı kimse benden bekleyemez. İçişleri Bakanı olduğunda H. Fehmi GÜNEŞ’e bu polis ve subayın adını bildirdim. Bu noktadan sonra kanıt bulma işinin devlete ait olması gerekirdi. GÜNEŞ’in İçişleri Bakanlığı döneminde bile “devlet üzerindeki devlet” aşılamadığı için, o dönemin ilk cinayeti, gizini hala korumaktadır. Ancak ne yazık ki, o tarihte tetik çeken subay daha üst rütbelere ulaşmış, yetkilerle donatılmıştır.
Şimdi soruyorum. Yaşamım pahasına sürdürdüğüm bu çabalarım, güvenlik örgütlerimizin temize çıkmasına mı hizmet ediyor, yoksa onları suçlamaya mı?