Türk Alman dostluk derneğinde DGM konulu konferans
Türk Alman dostluk derneğinde DGM konulu konferans
Sayın Türk Alman Cemiyeti Başkanı ve Değerli Üyeleri
1-Giriş
İhtisasım olmayan bir konuda nazik davetinizi memnuniyetle kabul ederek, DGM’leri (Devlet Güvenlik Mahkemesi) konusundaki görüşlerimi açıklamak ve tartışmak üzere huzurlarınızda bulunuyorum. Bu fırsatı bana sağlamak suretiyle sorunu biraz incelemek olanağını verdiğiniz ve beni dinlemek üzere buraya kadar gelmek gereğini duyduğunuz için , seçkin topluluğunuza teşekkür ediyorum.
Konu aslında özellikle iktidar çevrelerinin karşı düşüncede olanları çok seviyesiz ölçüde suçlamalarından etkisi ile “DGM’den yana olanlar”, “DGM’ye karşı olanlar” şeklinde bir kavgaya dönüştürülmüştür.
Kuşkusuz, çeşitli iç ve dış sorunların her gün çığ gibi büyüdüğü ülkemizde, DGM’leri iktidarın tek meselesi olmamalıydı. Oysa ki iktidarın inadı, DGM’leri hukuki bir sorun olmaktan çıkarmış ve rejim bunalımının eşiğine kadar getirmiş ve sosyal, ekonomik, politik boyutlara ulaştırmıştır.
Doğal olarak ta, kamuoyunun çok yakından izlediği, DGM’leri çok geniş ölçüde tartışılmış bulunmaktadır.
Bu nedenle ben, belleklerimizde canlılığını koruduğuna inandığım bu konuda, genel bir değerlendirme yapmakla yetineceğim.
Anayasa Mahkemesince iptal edilen DGM kuruluş kanunun 11 Ekim 1976 tarihine kadar yenisi Meclislerden çıkarılmadığı için bu mahkemeler dağıtılmıştır. Böylece uzun bie süre kamuoyunu en etkin bir biçimde ilgilendirmiş bulunan bir konu, bir süre dikkat alanından uzaklaşmış bulunmaktadır. Oysa DGM’leri toplumu yöneten siyasal iktidarın temsilcisi olduğu ekonomik çevrelerin çıkarlarını korumak için tasarlanmış bulunduklarını bunlardan tamamen vaz geçilmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olacaktır. Bu nedenle konunun, yasama hayatımızın belli gündemlere bağlanmış olmasından, bir süre ertelendiğini kabul, daha gerçekçi bir yorum olacaktır.
Türkiye’mizi yöneten siyasal iktidarca DGM’lerine neden gerek görüldüğünü çeşitli yönlerden açıklanabilir.
Devletin ülkesi ve milleti ile bütünlüğü, her demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devlet güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuştur görüşü henüz uyanmamış kitlelere hitap eden romantik bir yutturmacadır. Bu görüşe katılma bizi Devlet-Millet ve Cumhuriyetin 50 yıldan beri korunmadığı çelişkisine götürür. Gerçekte sorun çok daha karmaşık sosyal olgularla Türk toplumunun ilk kanun esasının ilanından beri tam bir yüzyıldır sürdürdüğü uluslaşma, laikleşme, sosyalleşme, özgürleşme ve çağdaşlaşma; kısacası insandan sayılma savaşının durdurulmasıyla ilgilidir.
Konuya bu açıdan bakılınca DGM’lerini bir Sosyo-Ekonomik olgunun simgesi olarak görmek zorunluluğudur. Türk Kurtuluş Savaşı, Hakimiyetli bir ulusun önderlerinin akıllıca yönetimine dayanan emsalsiz bir var olma uğraşıdır. Zaferi izleyen günlerde Atatürk ve önder kadro, savaş ekonomik alanda da kazanılmadıkça tam bağımsızlığın sağlanamayacağı gerçeğini görmüşlerdir. Yani sömürge durumundaki bir ülke üzerinde, ümmetçi görülerin dar çemberine hapsedilmiş olan bir toplum yapısını, bilincindeki doğmalardan arındırarak bir ulus yapısına dönüştürmeden siyasal, sosyal-kültürel alanlarda uygarlığa açık bir şekilde sokmadan teknolojik ve ekonomik alanda savaş kazanmanın olanaksız olduğunu da anlamışlardır. İşte 1920‘lerden başlayıp, 1950 yılına kadar süren Türk devrimleri ve ekonomik savaş atılımları, bu gereksinme ve gerçeklerden kaynaklanmış, uygulayıcı ve itici güç olarak, saygın bir ulus yaratmanın gururunu taşıyan Türk Devrimcilerinin bilincinden yararlanmıştır.
Bu devrimlerin halka rağmen halk yarına başlatıldığı bir gerçektir. Prensipleri konulmuş, uygulamaya geçilmiş, uyanan kesimlerde ve yetişen yeni kuşaklardan katılmalar beklenmiştir. Türlü çevrelerce baskılanmadıkça yeniliklere açık sağ duyu sahibi ulusumuzda beslenip ümitlerini boşa çıkarılmış, devrimleri benimseyerek hiçbir zaman bağımsız iradeyle onlara karşı çıkışlardandır. (Cumhuriyet tarihinin kaybettiği bütün karşıt olaylar eskisinin özlemini çeken iç-dış düşmanların inanç sömürücülerinin çıkarları işbirlikçilerin kışkırtma ve aldatmalarıyla olagelmiştir. Bunlara karşı İstiklal Mahkemeleri ve diğer önlemler toplum yaşamında geriye dönüşü önleyen birer tıkaç niteliğindedirler. DGM’leri ise aksine ileri atılımları tıkayıp geriye dönüşü kolaylaştıran bir dönemin baskı araçları olarak düşünülmüşlerdir.
Toplum yaşamımızda devrimci görüşlerin ve Devletçi yöntemlerin etkinliğinin azaldığı 1950 yıllarından beri sosyo-ekonomik gelişmemize kurucu kadro tarafından çizilmiş bulunan çevreye parçalanmış, verilen yön değiştirilmiştir. Devletçi görüşlerin ağır bastığı bir dönem, başlangıcında sıfır değerinden hareket edildiği dikkatlerden çıkarılarak ağır işlerlikle kötülenmiş, dinamik özel kesimin gelişmemize ve kalkınmamıza daha bir hız kazandıracağı sayı ile ibreler ekonomik görüşler uygulama alanına getirilmiştir. Böylece ülkemiz ikinci dünya harbi sonunda bütün dünya uluslarının katıldığı kalkınma ve sanayileşme süresine özel teşebbüsün ve iktidarı altında sokulmuştur. Kuşkusuz gelişen burjuvazinin önderliğinde böyle bir yöntemle de kalkınmak ve sanayileşmek olasıdır. Ancak bu çok dikkat isteyen ve içerliğindeki çelişkileri; toplumsal sürtüşmeye yol açmadan ve baskıcı metotlara baş vurmadan giderebiliriz. Toplumsal gereksinme çıkarını devamlı üretimle karşılayabilen bir burjuvazinin harcıdır….
Üzülerek kaydedebilirim ki bizdeki uygulama böyle olmamıştır. Geçmiş dönemde toplumsal alt yapının yanlış düzenlenmesi Kalkınma modelinin yanlış seçilmesi ve dışa bağlı durumun korunması, ekonomik tercihlerdeki hatalar, gevşek plan uygulamaları, tüketime yönelik ithalata müsaade ederek döviz kaynaklarımızın (zaten kıt olan) israf edilmesi toplumun artan istihdam sorununu karşılamada tercihlerin ekonomik gerçeklere üstün tutularak üretici olmaya bürokrasi, ticaret, hizmet kesimlerine şişirmek ve gereksiz harcamalar bizi sık sık dar boğazlara sürüklemiştir. Bu nedenle Türk Toplumu genel gereksinmelerini baskı altında her seferinde bir patlama noktasına gelmiştir. Çağdaş akılcı yöntemler gerginliğe neden olan etkenleri arayıp bulmak, bularak karşı yönde tedbirlerle giderme amacını güderler. Zorlamacı yönetenler ise ya toplumun alt yapısında radikal düzenlemeleri ya da toplumsal gereksinmeleri açığını ve bunun giderme çaresi olan adil gelir dağıtımı istemelerini baskılayarak gerilemeyi öngörürler. Bu zorlamacı yöntemlerden hangisinin uygulanacağını siyasi iktidarların yapısı belli eder…. Siyasi iktidarın oluşmasında ise ekonomiye egemen çevrelerin etki ve katkısı büyüktür…. Siyasi iktidarın halk tarafından ve halk için oluşturulmayıp toplumdaki belli bir kesime dayalı olarak kurulunca; Hukuku kendi çevresinin çıkarlarını korumak için düzenlenmesi doğal sayılmalıdır. İşte bu görüşün ışığı altında DGM’leri ve bunların kuruluş ve işleyişleri düzenlenen anayasa ve yasa hükümleri sınıfsal sınıfsal nitelikleri ve Ekonomiye egemen olan çevrelerin çıkarlarını korumak ve toplumsal istek ve baskıları geriletmek için düzenlenmişler ve sıkı yönetimimiz bir sıkı yönetimi gerçekleştirmek amacına yönelmişlerdir.
Hukukçu olmama basın yaşamımın büyük bir bölümü olağanüstü ve bu dönemlerin “olağanüstü yargı organlarını” izlemek ya da içinde sanık olarak geçti. Örneğin: “Tahkikat komisyonu yüksek adalet divanı 21 Mayıs 1963 olayları sonrasındaki sıkı yönetim” evreni bunlar arasında sayılabilir.
Özellikle, 21 Mayıs olaylarından önce ve 12 Mart’tan sonra boy hedefi olarak seçilmiş bir kişi olarak, 8 sene olağanüstü yapı organları olan, Askeri Mahkemeleri ve Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılanmış bir kişiyim. Bu dönem içinde 8 olağanüstü mahkemede yargılandım ve yargılandığım bir davayı temyiz ettiğim için Sıkı Yönetim Mahkemeleri’nin devamı olan bir diğer mahkemede yeniden yargılanmayı özlüyorum, bekliyorum ve bu arada 2,5 sene de tutuklu kaldım. Bu nedenle “Olağanüstü Mahkemeler” yaşamımın bir parçası olduğu için sorunun pratiği içinde yetişmiş bir kişiyim.
“Olağan Üstü Dönemler”, “Olağan Üstü Yargılamayı” beraberinde getiren ve belli başlı özellikleri geçici olmalarıdır. Oysa ki, DGM’leri kalıcı olağanüstü yargılama sistemi getirmek suretiyle, hukukumuzun tüm değerlerini tahrip etmiş ve topluma yöneltilen devamlı bir tehdit unsuru yasallaştırılmıştır.
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde Anayasa olarak kalıcı ve devamlı bir “Olağan Üstü Yargı Organı” kurulmamıştır. Bunun tek örneği Türkiye’de ki DGM’lerdir. Bu organın hangi koşulları, zorlamalar, pazarlıkları sonucu Anayasa2ya dahil edildiğini ileride kısaca açıklamaya çalışacağım.
Sırası gelmişken, binsekizyüzyetmişaltı (1876) senesinde tam bir asır önce yürürlüğe giren “Kanun Esası” nı seksenaltıncı maddesinden söz etmek istiyorum: Bu madde aynen şöyle; “Her ne Nam ile Olur ise Olsun, Bazı Mevaddi Mahsusayı Ruiyet ve Hükmetmek için Mehakimi Muayene Haricinde Fevkalade bir Mahkeme veyahut Hüküm Vermek Selahiyetini Haiz komisyon teşkili Katiyen Caiz Değildir”
Bilindiği gibi Kanunu Esasi’nin yapıcısı Mithat Paşa bu hüküme rağmen olağan üstü bir mahkemede yargılanmış ve mahkum ve sürgün edildikten sonra Kanunu Esasi Abdülhamit tarafından rafa kaldırılmıştır. Mithat Paşa Padişahın mahkemesinde: “Savunma Hakkı Ya Vardır, Yada yoktur”, “Şahit Davaya Ne Lüzum Var, Sizin Şahsınızda Ben Bahtsız Vatanın Tanzimattan Önce’ye Gittiğini Görmekten Yeis Duyuyorum”. Diyerek Kanunu Esasi’ye rağmen uygulamayı eleştirmiştir.
1961 Anayasasını yapan bilim adamlarının ve bir kısım Kurcu Meclis
Üyelerinin 12 Marttan sonra sudan bahanelerle yargılanması, Türkiye’de Anayasanın Düzendeki bir asırlık kısır döngüyü vurgulamaktadır.
1876’nın Kanunu Esasi’si “Tahkikat Komisyonu” kurulmasını yasaklamış ama 1960’larda “Tahkikat Komisyonu” kurulmuş ve 1973’de sürekli bir organ üstü yapı organı olan DGM’leri Anayasaya dahil edilememiştir.
Gerçekte nüans farklılıklarına rağmen toplumun sosyal gelişmesi ve özellikle ekonomik sorunların yarattığı sınıfsal çelişkilerin her geçen gün artan boyutlarına uyuşması karşısında, düzene egemen iç ve dış güç dinamiklerin yargılanması sonucu “Olağan Üstü Dönemler” Cumhuriyetten bu yana her geçen gün yeni boyutlara ulaşarak devam ede gelmiştir.
Ön görüşten yoksun iktidarlar, sorunların nedenlerine yetenek ve nitelikte bulunmadığından bu dönemlerde “Olağan Üstü Yargı organları”nı bir araç olarak kullanmakta ve problemlere hukuki bir yakalşımla eyilmeye yeğlemektedir. Böylelikle, her geçen gün uyanan ve belli bilinç düzeyine geldikçe örgütlenen ve onların uyanmasından da öncülük eden kişi güç ve örgütler her türlü terör, baskı ve zulüm hedefi olarak seçilmekte ve “Sosyal Uyanma” nın sadece geciktirilmesine çalışmaktadır.
Aslında sorunlara Ekonomik, Kültürel, Politik açıdan yaklaşıldığında Türkiye’nin çığ gibi büyüyen çelişkiler girdabında olmasının farkına varılması sonucu, Ana Muhalefet Partisi “Düzen Değişikliği” önerisi ile “Toplum karşısına çıkmakta ve özellikle 1973 Seçimlerinde oylarındaki büyük ölçüde artış bu önerinin ulusça benimsendiğini göstermektedir. Yapay olarak oluşturulan MÇ iktidarı ve desteğinde ki iç ve dış güçler Türkiye de ki bu oluşumun farkında olduklarından, büyük bir telaş içinde çeşitli çareler aramakta, bu amaçla bir yandan bürokrasi işgal edilirken diğer yandan iktidar güçleri himayesinde Legal ve İllegal örgütleriyle cinayetler işlenmekte ve anarşiden yararlanmak istemektedirler. Bu arada tutunmak istedikleri en büyük destekse DGM’leri olacaktır. Şimdilik bu umut kursaklarında kaldı.
MÇ İktidarının yapay olduğu ve sürekli olarak Türkiye’yi yönetemiyeceği bütün dünyaca kavranmış bulunmaktadır. Öylesine bir dış politikada yeni bir diplomasi
Türü ortaya çıkmıştır. Bu türü “Muhakefetle Diyalog Diplomasi”si olarak tanımlayabiliriz.
Gerek kapitalist, gerek sosyalist ve gerekse bloksuz ülkelere bağlı hangi devlet adamı gelirse gelsin ana muhalefet partisi liderleriyle görüşme gereğinin duymaktadır.
Amaç bellidir, MÇ İktidarının gelip geçici olduğunun farkında olan dış dünyanın temsilcileri yarının iktidar liderleriyle bugünden diyalog kurmaktadır, bundan yarar ummaktadır.
Bu oluşumdan kuşku duyan iktidarı güçleri DGM’lerden umutlarını kesince sıkıyönetim den söz etmeye başlamışlar ve bunun ortamının hazırlanma çalışmalarına girişmişlerdir. Demokratik parlamenter düzende siyasi partilerin doğal olarak böyle bir düzeni istemeleri gerekir. 12 Mart deneyi bazı çevrelere umut vermiştir. Özellikle tüm az gelişmiş ülkelerin güvenlik örgütleri sistematik, programlı, sürekli, amaçlı ve örgütlü olarak emperyalist ülkelerce ideolojik bir şartlanma ile indoktirme edildiklerinden sağcı ve tutucu partilerin amaçları doğrultusunda “Temizlik Harekatları” na girişmekte ve bu oluşun son çözümde, ilk önce az gelişmiş ülkenin sağcı, tutucu, fanatik ve erkçi iktidar güçlerine ve onların destekçisi iş birlikçi ve egemen esnaflara ve emperyalizme yaramaktadır.
Böyle bir tablo içinde demokratik kurallar içinde “Düzen Değişikliği” sanırım yeni boyutlar kazanmaktadır.
Konuya bir ölçüde aydınlık getirmek için Dünya’daki bugünkü boyutlaşma ve oluşuma kalın çizgiler de olsa bakmakta yarar görmekteyim.
Uzun bir süreden beri Dünya’da kapitalist ülkelerin sola, sosyalist ülkelerin sağa kaydığını iddia edilmektedir. Avrupa da sosyalist ve komünist partilerin güçlenmesi (özellikle Fransa ve İtalya) bu kanıyı kapitalist blok açısından doğrular niteliktedir.
Buna karşın sosyalist blok bir başka oluşun içindedir. 1920’lerde Komünist İhtilali’nin üst düzeydeki örgütü olarak bizzat Lenin tarafından kurulan Komintern’de öne sürülen şartların en önemlisi; diğer komünist partilerin “Sovyet Rusyanın” şartsız desteklenmesiydi. Oysa 1943’de Komintern, Stalin tarafından dağıtıldı. Nihayet komünist Partileri içinde oluşan en son Enternasyonal Toplantısı’nda Komünist Partilere ülke koşulları içinde eneklik sağlayacak bir çözüme bağlandı ve bugün 16 Komünist partisinden sadece (Doğu Almanya, Letonya, Çekoslovakya, Macaristan, Moskova’ya). (Milliyet 14 Ekim 1976) “Sovyetler dış politikasında ideolojiden uzaklaşıyor mu?” “Prof. Dr. Yolmaz Altuğ”
Bu oluşumdan “Beynenmiler Komünizm” sloganını karşıt görüşte olanları suçlamak için kullananlar eğer belli bir amaca hizmet etmiyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olsalar gerekir. Teorideki enternasyonalizm görüldüğü gibi pratikte sosyalist bulutlaşmalar şekline dönüşmüştür.
Gerçekte her ideoloji beynelminellik savındadır. Tüm dünya kapsamı içine almayı amaçları. Bugünkü kuvvet dengesi, bu amacı hem kapitalist hem de sosyalist blok için bir ütopya haline dönüşmüştür. Çünkü her iki bloğun sahip olduğu nükleer ve termonükleer güç dehşet dengesine dönüşmüş bu ortamda her iki bloğun da tümü ile yok olmasıyla sonuçlanacak savaşı göze almak yerine uyuşma yollarını aramaktadırlar. Nitekim (Barış içinde birlikte yaşama ilkesi Eisenhower ile Kuruçcef arasında 1955 de Cenevre de 1959’da Camp David buluşmalarında teyit edilmiştir. (Milliyet 14 Ekim 1976 ………..) daha sonra Vladdivostok ve Helsinki kararlarıyla salt görüşmeleri bloklar arasında yumuşamanın belgeleri olarak tarih sahnesinde yer aldılar. Gene bilindiği gibi bu politika bu (Detant) olarak adlandırılmaktadır.
Dünyanın bu düzeni içinde bizim için önemli olan bloksuz ve üçüncü dünya ülkelerinin kanunlarıdır. Çünkü bu ülkeler gerek batı gerekse doğu emperyalizmin av alanları olup iki blok yeni sömürgecilik yöntemleri ile az gelişmiş ülkelerin düzenlerine egemen olmaya çalışmakta, ham madde kaynaklarına el atmakta ve politik askeri, ekonomik anlaşmalarla emperyalist emellerinin gerçekleşmesine çalışmaktadır.
Nükleer dehşet dengesinin batı bloğu lehinde olduğu bir dönemde ortaya atılan “Top komün Mukabele Doktrini” (yine karşı tarafın nükleer veya termonükleer saldırısına bütün gücüyle karşılık vermek), “Esnek Mukabele Doktrini” ne dönüştürülmüş ve doğu, batı blokları arasında kalan ülkelere Konvansiyonel Silahlar kullanarak Sınırlı Savaş yapmaları ilkesi benimsenmiştir. Bu suretle her iki blok bir yandan silah satışlarından astronomik karlar elde ederek diğer yandan çeşitli yöntemlerle Sınırlı Savaş’ları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktadırlar. Bunun yanında yeni silah teknolojisi için kendi insanlarının kanlarını akıtmaktan başka ulusları ve ülkeleri laboratuar olarak kullanmakta ve emperyalist emellerinin gerçekleşmesi için araç olarak kullanmaktadırlar.
Orta Doğu Kıbrıs Sorunu İle ve Türk yunan Uyuşmazlığı’na ulusal çıkarlarımız açısından bakabilmek ancak yaşamını emperyalizmle bütünleştirmekte görmeyen iktidarların harcıdır. Ancak böyle bir iktidarlar Milli sıfatını taşımaya hak kazanabilir. Özgürlükleri yasal tedbirlerle kısmaya çalışan kendi kazdıkları kuyuda boğulmaya mahkumdurlar.
Kapitalist blok ekonomik birikimi sömürgecilik, teknolojik üstünlük ve yeni sömürgecilik yöntemleri ile sağlamakta ve bu araçla dünya üzerindeki pazarlarını ve yararlarını korumak için politik, ekonomik ve askeri bağlarla sömürüsünü sürdürmek için ilişki kurduğu ülkelerin düzenlerine egemen olmaya çalışmaktadır.
Çünkü az gelişmiş ülkelerin çoğu kuruluşlarını “Ulusal kurtuluş Savaşı”nda görmekte ve dünyamız bu ülkeler açısından “Ulusal Kurtuluş Savaşları” dönemi yaşamaktadır ve her geçen gün başarı da kazanmış bulunmaktadırlar.
Örneğin: Amerikanın Uzak Doğu için bir “Domino Doktrini” vardı. Şöyle ki; Bu bölgede bir ülke Komünist olsun düşerse diğerleri de düşer diye… Vietnam’daki çıkarı bunun içindi. Tayland da yeni bir Domino taşını kanlı sağ sol çatışması üzerine bina ederek oturttu.
Kuşkusuz Kore, Japonya, Milliyetçi Çin, Filipinler, Vietnam, Endonezya, Tayland’ta tutulmaya çalışan stratejik kuşak ve onun ötesinde Büyük Okyanus ve Hint Okyanusu’nda deniz üstünlüğü Çin Halk Cumhuriyeti’ni hedef alan girişimlerdir.
Sorunun stratejik boyutlarını bir yana bırakıp Latin Amerika ve Tayland ‘daki Askeri Darbelerin ardındaki Amerikan Parmağının kesin rolünü vurgulamak istiyorum.
Amerika’nın en yetkili ağızları ilişkili olduğu ülkelerin düzeyine gerektiğinde müdahale edeceklerini açıkça ifade etmekle ve somut olaylarla bu müdahale görülmektedir. Bu amaç için Amerika’nın kullandığı tek silah anti komünizmdir.
Egemen güçler ve onların politik örgütleri dinsel çevreler, etnik ve ırkçı gruplar, güvenlik örgütleri, hür demokratlar, öğretim üyeleri, örgütlerle çok yakından ilişkiler kurmakta örgütlenmekte, finanse edilmekte ve Amerika da-Avrupa da ve ülke içinde bu amaçla kurulmuş okullarda indoktrine edilmekte, emperyalist çıkarlar doğrultusunda Anti Komünist bir şartlanmaya itilmektedirler.
CIA-MİT ilişkilerinin mantığı daha önceki tarihlerde bizim açıkladığımız şekilde sayın Çağlayangil Mart 1976’da Politika Gazetesinde verdiği beyanatında açıkladı. Bunun yanında gerçekte başka amaçlarla kurulmuş gibi gösterilen bir gizli örgüt “Kontr-Gerilla” olarak tüm az gelişmiş ülkelerde Ulusal Kurtuluş Savaş’larını önlemek için örgütlenmiş 12 Mart sonrası büyük çaplı proksiyonlarla, Hukuki Düzen’in emperyalist çıkarlar doğrultusunda değiştirilmesi için İşkence ile ikrarlar alınmış ve yapay davalar uydurulmuş ve suçsuz kişiler suçlandırılmıştır. Bu konunun bir bölümünü Politika gazetesinde çıkan “12 Mart Hukuku’nun ardındaki Amerika mı?” başlıklı yazımla (11:13 ekim 1976) eleştirmiş bulunuyorum.
Amerika, kontrolü aldığı ülkelerdeki değil sol, demokratik sol görüşleri dahi çıkarlarına aykırı göstermektedir.
Bu amaçla ülkedeki sağ-sol çatışmasını ve anarşiyi kontrolü altına aldığı örgütleriyle teşvik ve tahrik etmekte, güvenlik örgütleriyle birlikte çalışan sağ terörist gruplarla siyasi cinayetleri işleterek solu sindirmeyi amaçlamış ve bu olaylardan yararlanarak ilk önce Sıkı Yönetim Getirmekte, daha sonra Anayasa Değişiklikleriyle ülkenin hukuk düzenini emperyalist amaçlar doğrultusunda değiştirmektedirler. DGM’lerin üzerindeki inat ve ısrarın ardında yatan gerçek budur. Bu savımı Amerikan belgeleriyle 1000’lerce sahife tutan bir savunma ile ispat etmiş bulunuyorum.
Bütün bu tedbirlere rağmen eğer ülkelerdeki sol temizlenmez ve sosyal uyanışa kaydırılmazsa yapılacak yek şey bir Askeri Darbe’ye müsaade etmekten ibarettir. Bu darbe içinde yer alacak olan tüm güçler, esasen antikomünist bir şartlanma içine sokulmuş ve lider kadro çeşitli yollardan geniş olanaklarla kavuşturulmuş olduğuna göre, darbenin niteliği bellidir.
Faşist Askeri Darbe’nin ilk işi kardeş kanı dökmek ve solun her fraksiyonunu bertaraf etmek için toplu tutuklamalara girişmektir.
Endonezya-Şili-Arjantin-Tayland hep aynı model, yani vahşet…..
Tüm bu örnekler aynı kaynaktan idare edildiği için: Anarşi, sıkıyönetim, anayasa, yasa dğişikliği, siyasi cinayetler, faşist askeri darbe şeklinde oluşmaktadır. Böyle bir düzenin yaşamı doğal olarak Amerikan Emperyalizmine bağlı olduğu için almaya mecbur olduğu kararlarda artık formülleşmiştir. Şöyle ki: Eğer devletleştirmeler yapılmışsa, onların özel sektöre devri, özel sektör kendi olanaklarının artırılması çok uluslu Amerikan Şirketlerinin çıkarlarının korunması ülkenin en elverişli boşluklarla Amerikan sermayesine açılması tüm güvenlik örgütleriyle Amerika arasındaki bağlarını artırılması ve üs tesislerinin Amerikan kontrolüne verilmesi şeklinde oluşmaktadır.
Tam bağımlı hale getirilen ülke düzeni ve ekonomisinin sömürülebilmesi ve düzenin yaşatılması için Amerikan yardımı musluklarını açmaktadır.
1970 senesinde binlerce basılarak başta silahlı kuvvetler olmak üzere bedava dağıtılan Endonezya İhtilali adlı yapıttan bir bölümünü aşağıya çıkarıyorum:
“Endonezya da ki komünist ihtilali teşebbüsünden çıkartılacak ibret dersi, yeryüzündeki bütün milletler için olduğu kadar bilinen bazı özel sebeplerden ötürü hatta daha çok bizim için önemlidir. İlim adamları, öğretmenler, subaylar, öğrenciler ve diğer bütün aydınlar, çeşitli maskelerle yürütülen Komünist milleti, dönüşü olmayan bir felaket uçurumunun kenarına kadar itmişken, vatan sever kumandanların sayesinde kurtarıldı. Komünist darbesi teşebbüsünden sonra halk intikam hislerine kapıldı, 300 bine yakın insan öldü”.
Şimdi 1966’da zafer Gazetesinde yayınlanan sonrada kitap haline getirilen “ülkü yayınlarının” bastığı Ali Sert’in “Yıkıcılar” ının bir pasajına göz gezdirdim:
“Komşumuz Suriye ve İran Yunanistan-Endonezya işi çok iyi başarmış, en azından 250 bin ile 500 bin arasında bulunan memleketleri huzursuz kılan demir perdeye sokmak isteyen komünistleri öldürerek temizlemişlerdir”.
Sağ basını takip edenler benzeri önerilerin sıkça tekrarlandığını görmüşlerdir.
Kuşkusuz Türkiye ne Endonezya ne Şili ne Arjantin ne de Tayland
12 Mart’ta “Temizlik Harekatı” yapmak isteyenlerin niyetlerini tüm kışkırtıcı ajan ve örgütsel kışkırtıcılık eylemlerine rağmen kursaklarında kalmıştır.
DGM’lerini çıkarmak isteyenler, ülkeyi tümden saran demokratik direniş karşısında şaşkına dönmüşlerdir.
Soruna arz ettiğim boyutlar içinde yaklaşıldığında doğruya yakın sonuçlara ulaşabileceğinizi sandığım için uzunca bir giriş gereğini duydum.
Kanımca tek başına DGM sorununu ele almak bizi büyük yanılgılara sürükleyebilir.
Yukarıdaki açıklamalarımla vurgulamaya çalıştığım birinci gerçek 12 Mart Hukuku’nun tümü ile Amerikan Emperyalizminin önerileri doğrultusunda gerçekleşmiş olduğudur. Bir hıyanet olarak rahatlıkla niteleyebileceğimiz bu hukuk düzeninin tümü ile değişmesi zorunluluğunu kabul etmeden bir halkası üzerine tartışmaya girmek bizce hatalı bir tavırdır. DGM sorunun Anayasa Değişikliklerinden aynı düşünmediğimiz için ilk önce bu konuya gene kalın çizgilerle yakınlaşmakta yarar görüyoruz.
Bugün birçok hukuk bilimcileri 12 Mart Sonrası Anayasa Değişiklikleri parlamento üzerinde çeşitli unsurların manevi cebirleri sonucu yağıldığı ifade etmekte ve bu nedenle de geçersiz olduğunu savlamaktadırlar. Biz bu iddiaya yeni bir boyut getirmeye çalışıyor ve değişikliklerin emperyalizmin önerileri doğrultusunda yapıldığından ısrar ediyoruz. Bu nedenle 1961 Anayasasına dönülmesini Hukuksal Düzen Değişikliğinin ilk koşulu sayıyoruz.
Kuşkusuz 12 Mart sonrası Hukuksal Düzen’in getirilmesinde bilinçli olarak emperyalizmle işbirliği yapmış küçük bir azınlık mevcuttur. İnanıyoruz ki büyük çoğunluk bilinçsiz olarak bu işbirlikçilerin aleti durumuna düşmüşlerdir. Amacımız onları uyarmaktır.
12 Mart’tan Sonra Anayasa Değişiklikleri
- değişiklik 2. madde 30/06/1971 1421 sayılı kanun
- değişiklik 35. madde 2/07/1991 no 20/09/1971
- geçici madde 1488 22/09/1971
- değişiklik 5. madde 2. geçici madde no 1699 15/03/1973
20/03/1974
30 Göz altı süresi 53. madde
138 As. Mah. Sivillerinin 888 2
Yargılanması mükerrer 51. madde
Prof. İlhan Arsel-Anayasa hukuku adlı yapıtında: “Anayasa’yı toplumun politik örgütlendirilmesini ilgilendiren temel organların, kuruluş, vazife ve faaliyetleri düzenleyen bu organların bireylerle olan ilişkilerini düzenleyen kaidelerin tümü olarak tanımlanmaktadır. (bugünkü dile çevrilmiştir) (sh.S) Sayın Prof. Aynı yapıtında “anayasalarsık sık değişikliğe tabi tutulmadan, uzun yıllar boyunca uygulanmak üzere hazırlanır ve böylece toplum ve devlet hayatının istikrarını sağlamak ister.” kanısına varmaktadır.
Oysa 12 Mart’tan sonra 2 sene’de 3 kez değişiklik yapılmış ve özellikle iki madde (30 ve 138) hem ikinci hem üçüncü değişiklikte yer almıştır. 30. Madde göz altı süresine ait olup üzerinde ayrıca duracağız.
Sayın Prof. Arsel, Anayasaların sık sık değişikliğe uğramasını bir iktidar unsuru olarak göstermektedir. Oysa ki aradaki değişiklikleri saymazsak.
- Teşkilatı Esasiye Kanunu
- Teşkilatı Esasiye Kanunu
- Anayasa’sı
1971 Anayasa’sı Olmak üzere 100 senede 5 Anaysa değiştirmiş bulunmaktayız. Yeni Türkiye Devletine ise 50 senede 4 kez Anayasa değiştirmiş bulunuyoruz ki takriben 10-15 senede bir Anayasa değiştiğine ve Anayasa değişikliği özlemleri özelikle sağ kanatta bir tutku haline geldiğine göre “toplum ve Devlet hayatında istikrar” dan söz etmemiz güçleşecektir.
Biz toplam olarak Anayasa’ya biraz fazla umut bağlamanın düş kırıklığı içinde bulunuyoruz. Anayasa ve Yasa’lar, Hukuk Devleti ve Hukuk Üstünlüğü ilkelerini benimsemiş uygulayıcılar elinde bir anlam ifade ederler. Bir yandan Anayasa Organları’nın kararlarını uygulamakta direnen, modern devlet felsefesi, hukuk anlayışından yoksun kişilere iktidarı verirseniz, Anayasa’ya bel bağlamak elbette ki boşunadır.
Sayın prof. Öztekin Tosun, hukuki bir sorununun bir bütün içinde incelenebileceğini bunun dışında bir yasanın yorumunu adliye önündeki daktilocunun dahi yapabileceğini iktidar mevkilerinde olan kişi ile daktilocu arasında fark olması gerektiğine işaret ediyor.
Ya iktidar, hukuku daktilocu anlayışı ile tefsi etkileyecek nitelikte kişilerin eline geçmişse, o zaman ne yapılacaktır?
Bu sorunun yanıtını Anayasa veriyor direnilecektir. Türk Toplumu en uygar ve bilinçli bir şekilde DGM’leri sorununda bu direnmenin eşsiz bir örneğini vermiş bulunuyor.
Madem ki sık sık Anayasa değiştirilmez o halde 3. kez değişikliğe neden gerek duyuldu ve neden 53 asıl madde 2 geçici madde değiştirildi?
Bunun yanıtını bugün hak hukuk adalet kavramlarından nasibini almayanlar kendiliğinden veriyorlar: 2. ci Anayasa değişikliği ile 3. cü Anayasa değişikliği arasında ki dönemde Anayasa Mahkemeleri başta 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının önemli maddelerini almak üzere diğer bazı yasaları iptal etmiştir. O halde yapılacak iş basittir. Anayasa Mahkemelerinin iptal ettiği maddeleri Anayasa değişikliği şekline dönüştürmek. Yani Yasayı Anayaysa uygulamak yöntemi yerine yeni bir hukuk doktrini ortaya çıkarmak Anayasa’yı yasaya uydurmak ve bu arada Anayasa Mahkemesi’ne haddini bildirmek için yetkisini biraz daha sınırlamak. Şöyle ki: 2. ci Anayasa değişikliği 147 madde ile Anayasa Mahkemesi yetkisini sınırlamış ve “şekli şartlara uygunluğu denetleme” hakkı vermiştir. 3. cü değişiklikte ise 148. ci Madde değiştirilerek Anayasa Mahkemesinin yüce divan sıfatıyla baktığı davalar dışındaki işlerde gördüğü hallerde, sözlü açıklamaları dinlemek üzere ilgilileri çağırı, cümlesi metinden çıkarılmıştır.
İşte bu anlayış sonucudur ki 3. cü değişiklikte (15/3/1973) Anayasasının 30. cu ve 136. cı maddeleri değiştirilerek DGM’leri kurulmuştur.
- cu Madde göz altı süresi ile ilgilidir ve iptal edilen sıkıyönetim kanununda bu süre 30 gündü. Bu kez iptali önlemek için normal olarak 48 saatlik süre 15 güne çıkarılmıştır.
- ci kez değiştirilen Anayasa’nın 30. cu maddesinin ilgili bölümü aşağıya çıkarıyorum. “Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yetkilerine geçen suçlar ile kanunun açıkça belli ettiği halde toplu olarak işlenen suçlarda ve genellikle savaş veya sıkıyönetim hallerinde, kanunlarda gösterilen süre içinde hakim önüne çıkılır, bu süre 15 günü geçmez.
Denebilir ki bir ülkenin Anayasasının gerçekte demokratik olup olmamasının en başta gelen ölçü göz altı süresidir. Benim gibi 30 gün göz altı İşkence görmüş binlerce kişi yaşamlarıyla bu gerçeği algılamışlardır.
Böyle olduğu için de 761 sene İngiltere’de “Manga Charta” (1215) nun 63. cü maddesinde “Fertlerin yalnızca adli makamlarca hapsedilebileceğini” olarak getirmiş ve 297 ve 160 sene önceki Hakeas Copus (1769 ve 1816) Act ile “Şahsi hürriyetin ihlaline karşı müeyyideler getirilmiş, tutuklama ve derhal mahkemeye çıkarılması “ hükme bağlanmıştır. Öylesine ki “Habeas Corpus” teminatından faydalanabilmek için hürriyeti selledilen kimsenin bizzat müracaatı şart olmayıp, başka her hangi bir kimsenin dahi bu haktan, onu istifade ettirmek için teşebbüse geçmesi mümkün hale getirilmiştir. (Prof. Dr. İlhan Arsel- Anayasa hukuku Sahife 103)
Görüldüğü gibi, İngiltere’nin 761 sene önce vatandaşlarına tanıdığı haktan bireyleri yoksun kılmak için Anayasa Değişikliği yapıyoruz sonradan bu değişikliğin sözcülüğünü yapabilecek insancıklar aramızdan çıkabiliyoruz ve de utanmadan insan haklarından hukuk devletlerinden, demokrasiden ve milli irade den söz ediyoruz.
Oysa ki DGM ler için örnek gösterilen Fransa’da göz altı süresi 48 saat dir, gerektiğinde bu süre iki kere ikişer gün uzatılabilmektedir. Yani topu topu 6 gün, biz de ise 15 gün kollukta kalmak ne demektir, bilirimsiniz? Eğer bu deneyden geçmemişseniz hiçbir kalemin gücü bunu anlatmaya yetmez.
Hele bu sorgulayıcılar, Faik Türün, deyimi ise EBM ise yanı “Teknik Sorgulama Timi” olarak Amerikanın çeşitli eğitim merkezlerinde yetiştirilmiş ve işkence üzerinde doktora yapmış ve 12 mart sonrası yaptıklarından utanç duyarak “Ben bir İşkenceci idim” diye anılarını yazan Siyasi Polis Memuru Mehmet Pekşen’in yazdığı gibi “Gıcırtı” ile beslenmiş, göz altı süresi daha da önem kazanır. (bilindiği gibi Mehmet Peşken halen ceza evindedir)
Evet bu anlayışın 3. cü Anayasa Değişiklikleri Arasında 136 maddeye eklenen DGM’leri de demokratik Anayasasında, bir mahkemenin kuruluşu bu ölçüde ayrıntılı olarak Anayasa’da yer almıştır.
Bazı çevreler, parlamento üstü güçlerin, sıkıyönetimi kaldırmak ve seçimlere gitmek için, bu maddelerin parlamentoya şart olmak öne sürüldüğünü ve bu nedenle de muhalefet partilerinin olaylarıyla geçtiğini öne sürmektedir. Bu soruna yüzeysel yaklaşıldığında doğru olabilir, çünkü: 136. cı Madde 15/03/1973 günü değiştirilmiş ve 25/09/1973’de seçimler yapılabilmiştir.
Oysa DGM’lerinin gerçek kuruluş amacı, Türkiye’de düşünce özgürlüğünü sınırlamak solun her fraksiyonunu tasfiye etmek, sosyal uyanmayı önlemek, işçi haklarını sınırlamak, baskı, terör ve zulüm aracı olarak adaleti yürütmenin ve emperyalizmin istekleri doğrultusunda gerçekleştirmektir.
12 Mart sonrasının güdümlü iktidar dönemlerinde, Adalet Bakanı olarak DGM’leri ve yasasını hararetle savunmuş, Hayri Mumcuoğlu’nun bugün DGM’lere karşı çıkan CHP bünyesi içinde kalabilmesini hayretle karşıladığını, sırası gelmişken ifade etmek isterim.
DGM’leri 136 madde olarak Anayasa hükmü haline getirildikten sonra 1773 sayılı kanunla 26/06/1973 tarihinde yasallaşmıştır. Bu arada Diyarbakır DGM yasayı iptal etmesiyle Anayasa Mahkemesine gönderilmesi üzerine, Yüksek Mahkeme 06/05/1975 günü yasanın 1 ve /. ci maddelerini iptal etti ve bu iptal kararı 11/10/1975 tarihinde resmi gazete de yaynınlandı. Anayasa Mahkemesi Kararında 1773 sayılı yasanın 1 ve 6. cı maddeleri hükümleriyle sıkı sıkıya bağlı bulunan ve başlı başına uygulama yeri ve olasılığı da bulunmayan kanunun öteki hükümleri de iptal ederek yasanın Anayasa ya aykırılığını hükme bağladı. Muhalefet partileri, DİSK, SOS ve tüm demokratik yurtsever, ilerici, aydın ve Atatürkçü kişi ve örgütlerin ortak direnmesi sonucu, MÇ iktidarı olağan üstü toplantıya rağmen yeni bir yasa çıkaramadı.
Oysa ki iktidarın başı 01/16/17 temmuz, 11/25 Eylül ve 15 ekim 1976 tarihlerinde olmak üzere 6 kez DGM yasasının mutlak çıkacağını ifade etmiş, hatta bir keresinde daha da ileri giderek “18 Ekim’den evvel çıkarılacaktır” diyerek kamu oyuna, partisine ve iktidarına karşı angaje olmuştur. (ek-1)
Bazı insanlar silah taşırlar ve fakat tüm yaşamları boyunca o silahı belki bir kez kullanması gerekir. O zamanı iyi seçmişse, şerefini, haysiyetini ve de hayatını kurtarabilir.
Politikacıların da silahı istifadır. Demokrasinin yerleştiği ve parlamento geleneğinin teessür ettiği bir ülkede tasavvur olunamaz ki iki kez parlamentoyu olağan üstü toplantıya çağırdığı halde çoğunluğa rağmen istediği yasayı çıkartamayan iktidarın başı normal olarak istifa etmesin. Ama Türkiye’de iktidarı ele geçirmenin yöntemleri farklıdır. Gezen, yüzün satın alınan oylarla oluşmuş bir düzen söz konusudur. Hele yolsuzluk dosyalarının üstüne yığıldığı, faili meçhul cinayetlerin yaygınlaştığı bir ortamda en emin sığınak koltuğudur ve de gelecek seçimlerin hesabı en iyi iktidar arasında yapılabilir. Onun için DGM’leri yenilisi iktidar için bizim düşündüğümüz anlamda bir sorun değildir. Kapalı kapılar arasından şimdi başka hesaplar yapılmaktadır.
DGM’nin yasalaştırma girişimleri sırasında iktidarın başı özenle “DGM” leri nin “İşçiler ve işçi hakları ile ilgisi kalmadığını ve DGM’lerde hiçbir işçinin yargılanamadığını” ifade etmek gereğini duymuştur. Oysa gerçek bu yolda değildir.
Bir kere DGM’leri işçi ile ilişkisi bulunup bulunmadığını saptamak için, Süleyman Demirel’in pek önem verdiği 1773 sayılı yasaya bakması yeterdi. Nitekim anılan yasanın 9. cu Madde b fıkrasının 3.cü bendinde DGM’leri gözlerine giren suçlar içinde, “275 sayılı toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt kanununda ve dernekler kanunundaki suçlar” da bulunmaktadır.
Bu yasalar işçi haklarıyla ilgili bulunmadığını iddia etmek, ne hukuk ne de mantıkla mümkündür.
Süleyman Demirel süreli beyanlarla bu konuda da hukuk anlayışını sergileyerek açığa düşmüştür.
Konuyla ilgili Süleyman Demirel’in açıklamaları: “DGM’lerin işçi ile hiçbir ilgisi yoktur. Bir takım kışkırtmalar yapılmaktadır… DGM’nin ne işçisi ile ne grev ile hiçbir ilişkisi yoktur… Türkiye’deki kışkırtmalara vatanperver Türk işçisinin mesleği ile anlayacağını umuyorum. (Milliyet 17 Temmuz 1976)
DGM’de tek işçi davası görülmemiştir. (Milliyet 1 Ekim 1976)
Görüldüğü gibi Demirel bir yandan iptal edilen 1773 sayılı DGM yasasında yer alan mahkemenin işçi hakları ile ilgili yetkilerini görmemezlikten gelirken diğer yandan da somut gerçekleri de inkara yeltenmektedir.
Elimizde bu konuda tüm istatistiki bilgiler olamamakla beraber, basında çıkan bilgilerden bazı işçilerin DGM’lerinde yargılandıklarını saptamış bulunuyoruz.
“Macit Çopur, T.C.K md. 141 (Türk Ceza Kanunu madde 141) Mahmut Çelikel T.C.K md 141, Yusuf Demir (bildiri dağıtmaktan), Sadri Tanyeri T.C.K Md 141, Mehmet Ali Er TCK. Md 141, Mehmet Sarıcı T.C.K. md. 141, Mahmut Gürsel T.C.K md.141” (Cumhuriyet 11 Ekim 1976)