Şahap BALCIOĞLU Söyleşi
SÖYLEŞİ
İşkencecilere, Kontrgerillaya, CIA’ya karşı
15 yıldır yılmadan mücadele eden bir şövalye
Şahap BALCIOĞLU / Talat TURHAN Söyleşi
İSTANBUL 1986
Şeytan bunun neresinde
Daha eskilere gitmezsek, 27 MAYIS 1960’dan beri TÜRKİYE, ekonomik, sosyal ve politik çalkantıların yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke, sorunları konusunda “ben de varım” dediği yeni bir devre yaşamaya başladı. İhtilaller, darbe girişimleri, darbeler, müdahaleler ve “harekâtlar birbirini izler oldu. Bu silahlı örgütün sivil yaşamdaki varlığı, adına “Türk Demokrasisi” denen garip düzenin de sanki ayrılmaz bir parçasına dönüştü. Sıkıyönetimleri, olağanüstü halleri de buna katarsak dekor tamamdır. Elde silah olunca, vesile her zaman bulunur. Bazen “Anayasayı ihlal”, bazen “Cumhurbaşkanını seçememek”, bazen da “anarşik olaylar” gerekçe kılığına girer.
Bu dönme dolap hep işleyecek mi? Oynanan “demokrasicilik oyunu”nda sivil politikacının, devlet adamının, aydının, düşünürün, öğretmenin, işçinin, memurun, köylünün, “seçmen vatandaş” denen ezici çoğunluğun hiç mi günahı yoktur? Olaylar gelişirken bir takım dış güçler hep seyirci mi kaldı? “Türk Silahlı Kuvvetleri” dediğimiz vurucu gücün içinde ya da başlarında bulunanlar kimden yana oldular? “Kurt Kanunu” nasıl uygulandı? Belirli bir kültür düzeyine erişmiş subayın ülke sorunları hakkında kendince bir düşüncesi olamaz mı? Bu anayasal düzenlemeyle toplum gerçek demokrasiye ulaşabilir mi? Kısacası, “şeytan bunun neresinde?”
Yargılayan “sanık”
Yukarda, akla gelen sorunların yalnız bir bölümünü saydım. Ama bir gerçeğe parmak basmak istiyorum;
1960’dan beri gelişen olaylar zinciri içinde bir Talat TURHAN adı bazı çevrelerde hep dolaşıp durdu. Hele 12 MART 1971’i izleyen yıllar boyunca süren ve “Bomba Davası” denen o garip ve gülünç düzenlemede Talat TURHAN ön plana geçti. Sorgulamalar, işkenceler, mahkemeler birbirini izledi. 32 kısımlık bu olağanüstü filimde bir, nokta özellikle dikkati çekti:
“Duruşmalar boyunca, savunan değil, aksine, savcıyı da, onun ardındaki güçleri de suçlayan, giderek yargılayıp hükme bağlayan taraf, sanık durumundaki Talat TURHAN oldu”.
Af Yasasıyla dava düştüğü zaman bile
“hayır, af istemiyorum, duruşmalar sürsün, gerçekler ortaya çıksın”
diye bağıran, bu yolda dilekçe veren yine oydu. Ama bu istek kursağında bırakıldı.
Şimdi onun da saçlarına kır düştü. KUZGUNCUK’taki ana evinde oturup olan biteni birkaç kitaplık dizi haline getirmeye girişti. Yapıtının ilk cildi yayınlandıktan sonra, geçen gün çalışma odasına çekilip uzun uzun konuştuk.
“12 MART’ın hesabı henüz kapanmadı”
Söyleşimi olduğu gibi veriyorum:
— Şahap BALCIOĞLU: Yerine göre dostluklar, yerine göre kalleşlikler, alçaklıklar, ikiyüzlülükler gördünüz. Olanları Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yaşadınız. Dün, sizi “Bomba Davası” nedeniyle karalamaya yeltenen komutanlardan savcılara kadar çeşitli sınıf ve rütbeden kişiler bugün nerdeler? Sağsalar rastlaştığınız oluyor mu? O durumda nasıl davranıyorlar? İçlerinde pişmanlık gösteren var mı? Yoksa hâlâ aynı düşünce çizgisindeler mi? Sonuçta sizde kalan tortu ne?
— Talat TURHAN: 12 MART dönemindeki yasa ve ahlakdışı uygulamaların sorumluluğu kanımca bir ya da birkaç kişiye yüklenemez. O dönemin tüm hesaplaşması henüz yapılmadı. Bu hesaplaşma “Bomba Davası”yla sahneye konuldu. Ancak, politik dengeler içinde ilgili organlar kelimenin tam anlamıyla tertiplere alet edildi ve davanın hukuk kılıfına uydurularak örtbas edilmesi yolu yeğlendi. Yargılama ulus adına yapılır. Eğer yargı bu işlevini yerine getirmekten kaçınırsa, taraflara söz hakkı doğar. Beş altı aydan beri 12 MART’ı gündeme getiren anılar dizisi içinde, o dönemin ilerici kanadıyla gerici, sağcı ve Amerikancı kanadı yeniden bir hesaplaşma içine girdiler. Basın ise bu oluşuma kendi dünya görüşü, iç ve dış bağlanılan ya da satış düşüncesiyle katıldı. Kısacası, toz dumandan ortalık görünmez hale getirildi. Bana gelince, bugüne kadar suskunluğumu korudum. Ama gerçeklerin saptırılması karşısında duyarsız kalamazdım. Bu nedenle “Bomba Davası”nda yaptığım savunmanın bir bölümünü yayınlamaya adeta zorlandım. Bu savunma için “Ulusuma verilmiş bir dilekçe”de diyebilirsiniz. Öyle ya, ulus adına görev yapmakla yükümlü organlar bu görevlerini yapmaktan kaçınırlarsa, yurttaşın, sorunu kendi halkına yansıtması en doğal hakkı olmaz mı?
“Bomba Davası”nda zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk GÜRLER, Deniz Kuvvetleri Komutam Oramiral Kemal KAYACAN ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin BATUR ile yüzlerce General ve Subay sanık olarak yargılanmak istendi. Cunta oluşturarak “Marksist-Leninist bir düzen getirmek ve parlamenter düzeni yıkmak için örgütlendikleri” gerekçesiyle benim ve bazı arkadaşlarımın da onlarla birlikte eylem ve fikir beraberliği içinde bulunduğumuz savı öne sürüldü. Bu savla biz yargılanır ve içerde yatarken asker kesiminin bir bölümü hala görevdeydi. Bir kısmıysa emekli edilmişti, ama dışarıda serbestçe dolaşıyordu. Hatta bazıları karşımıza tanık olarak getirildi. Böylece sözde adaletin gerçekleşmesine çalışıldı. Bugün o kişiler, “Anayasa Taslağı” hazırlamak da dahil, dün bizi suçlamada malzeme olarak kullanılan tüm ön çalışmaların aslında kendileri tarafından ve fakat emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirildiğini iddia ediyorlar. Oysa bizler bu savlarla iki yıl içerde kaldık ve de yargılandık. O dönemde af istemeyerek hesaplaşmayı sonuna dek sürdürmek istedim. Ama davanın örtbas edilmesini siyasal ortam gerekli kılıyordu. Yargı bu ortama uydu.
Kuvvetine göre meşruiyet ölçüsü…
Şu girişten sonra taraflar hakkında kısa bir açıklama yapmam gerekiyor.
12 MART Muhtırası’na dört komutan imza koymuşlardı, “TAĞMAÇ, GÜRLER, BATUR, EYİCİOĞLU”. Eğer bu kişiler İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesine göre o fiili durumu yaratmışlarsa, söz konusu maddenin uygulanışı da Anayasal açıdan olanaklıysa, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” kuralına uygunsa, muhtıra yasaldır. Biz savunmamızda, 12 MART’ın hesaplaşması yapılıyorsa, muhtıracılara yüklenmesi gereken suçların Türk Ceza Kanunu’nun 147’inci maddesine girdiğini bundan on bir yıl önce açık yüreklilikle belirtmiştik. Bildiğiniz gibi o suçun cezası idamdır. Bunun yanında, 29 ARALIK 1974 ile 8 OCAK 1975 tarihleri arasında Hürriyet gazetesinde yayınlanan “12 MART Olayı” adlı bir yazı dizisine gönderdiğim açıklama, 10 MART 1975 günü sözü geçen gazetede yer aldı. Bu açıklamanın bir bölümünde şöyle diyordum;
“12 MART Muhtırası zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanlar Kurulu, o günün Parlamentosu ve ilgili devlet kurumlan tarafından meşru, haklı ve yerinde görülerek kabul edilmiş, benimsenmiştir.
12 MART Muhtırası’nın hazırlık safhasını gayrimeşruymuş gibi kamuoyuna sunma çabalan, sonucun meşruiyetini kabul edenler için çelişkili bir durum yaratır. Bu konu, muhtırayı verenlerle kabul edenler arasındaki görev anlayışının, yani şeref ve şerefsizliklerin paylaşılması sorunudur”.
Cuntacı klikler arasındaki kapışmanın “gölge oyunu”, “Bomba Davası”
Ulus adına egemenliği temsil amacıyla parlamentoda bulunanlar, o gün kabullendikleri duruma bugün mazeret uydurmaya kalkışıyorlar. Kanımca konu, ciddiyetsizlik boyutlan içinde incelenmelidir. Tarih önünde muhtıracı dört komutanın eşit sorumluluğu ya da sorumsuzluğu vardır. Ama karşı devrimci güçler boş durmadılar. Muhtıracılar arasına bölücülük tohumlan ekerek, şantaj, entrika, devlet terörü ve provokasyonlar düzenleyip yeni bir teori geliştirdiler. Sonradan geliştirilen ve halen tekrarlanan “Muhtıracılardan ikisi, yani TAĞMAÇ’la EYİCİOĞLU bu işin içinde yoktular, zorla imza koydular, hatta TAĞMAÇ imza atarken ağladı” gibi saçma sapan savlar ölülerin tükürdüklerini onlar adına tarih önünde yalatma çabalarından başka bir şey değildir. O söylentinin devamı olarak da muhtırayı veren diğer iki komutanı, kısacası GÜRLER’le BATUR’u “cuntacı” ilan etme mantığını işlediler. “Bomba Davası” bu hesapla tezgâhlandı. Bugünkü yayınlar da aynı mantığın uzantıları olarak karşı devrimci cephenin fikri sabitlerini dile getiriyor. O halde bir tarafta “SUNAY, TAĞMAÇ, TÜRÜN” ve onların düşün paralelinde olanlar, diğer yandaysa “GÜRLER, KAYACAN, BATUR” ve onlar gibi düşünenler yer alıyor. Ben bu ikinci grupta gösteriliyorum kendi beyanıma göre. Ancak, 1961 ve izleyen yıllarda “Silahlı Kuvvetler Birliği”nin müşterek üyeleri olmaktan öte bu kişilerle hiçbir beraberliğim olmadı. Ama olay 1972’lerin “Bomba Davası”nda benim açıklamalarım çarpıtılarak delil olarak kullanıldı. Ancak, yargılamayı sonuna kadar götürmeye kimsenin gücü yetmedi. Bugün o kişilerden çoğunun ölmesi ve TÜRÜN’le BATUR’un karşı karşıya kalması durumu değiştirmez. İddiamız şudur:
“Türün, Sıkıyönetim Komutanıyken tüm yetkilerini kötüye kullanarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Özel Savaş Dairesi, MİT, Emniyet örgütü ve diğer güvenlik kuvvetleriyle Askeri Yargı üzerine gölge düşürmüştür. Bunları yaparken de, SUNAY ve TAĞMAÇ’ın desteği yanında, daha sonra saflarına katıldığı politik kadroların liderleriyle işbirliğine girip sağ bir cunta düzenleyerek kurulu düzene egemen olmaya uğraşmış, o amaçla GÜRLER, BATUR ve yandaşlarını bertaraf etmek istemiştir”.
“Bomba Davası”yla… Olaya nerden bakarsanız bakın, her iki tarafın da suçu Türk Ceza Kanunu’nun 146/1’inci bendine girer. Bu madde 1803 Sayılı Affın kapsamı dışındadır. O halde bu dava görülmelidir. Bu hesaplaşma yapılmadan ne devletin sağlam kurumlan kendilerini eleştiriden kurtarabilirler, ne 12 MART tartışmasının, ne işkencenin, ne de Kontrgerilla fısıltılarının sonu alınabilir. Hatta ne de TÜRKİYE’de sağlıklı bir demokrasi kurularak yaşatılabilir. Bu hesaplaşmanın yapılması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden gelen müdahalelerin yasallığı ya da yasadışlılığı tartışmalarına son verilmesinin de ön koşuludur.
Evet, eğer TÜRÜN’e, SUNAY, TAĞMAÇ, zamanın MİT Başkanı ve gerici, sağcı, tutucu, Amerikancı politik güç ve kadrolar cesaret vermeselerdi, o da “Ziverbey (Zihni Paşa İşkence) Köşkü”nü kurup amaçlan doğrultusunda çalıştıramazdı. TÜRÜN’ün yasadışı tutumuna eğer General SUNALP, General ÜNLÜTÜRK ve işkenceciler katılmasalardı, bu tertipler düzenlenemezdi. Eğer TÜRÜN’e Profesör A.O hukuk stratejisi saptamasa, Adli Müşavir ve savcıları da bu taktiğe boyun eğmeselerdi, o general de adaleti araç olarak kullanmak cesaretini gösteremezdi. Zamanın Milli Emniyet İstanbul Bölgesi Daire Başkanı Turan DENİZ, gerek üstlerinden ve gerekse TÜRÜN’den gelen telkinlere boyun eğmeseydi, bir MİT binası “İşkence Evi” olarak kullanılamazdı. Eğer zamanın merkez komutam ve garnizon komutanıyla emniyet müdürü ve emrindeki görevliler TÜRÜN’ün bu yasadışı tutumuna karşı durabilselerdi, tertipler o ölçüde derinlik kazanamazdı. Eğer TÜRÜN’ün karargâhı onun bu suçuna katılmasaydı, işkence seansına girecek kadar aşağılaşmış doktorlar bulunmasaydı ve de hastaneler işkence izlerini yok etmek için sahte raporlar hazırlamaya yanaşmasalardı, TÜRKİYE bugüne insanlık onuru bakımından yaralı gelmezdi. Bu tablo içinde, binlerce sorumlu dururken TÜRÜN’ün sembol olması ilginç değil mi?
İşkenceciler, hükümetler üzerinde bir devlet gücü konumunda kaldıkça…
Bana karşı ikiyüzlülük, kalleşlik, alçaklık ve namussuzluk yapanların tümünü tanıyorum. Bize, gözlerimiz bağlıyken işkence edenleri çok yoğun, uzun süreli özverili bir uğraş sonucu şahsen saptadım. TÜRKİYE’de ilk kez bu canavarların kimler olduğunu basın yoluyla açıkladım, ayrıca yetkili kişilere de elden isimlerini ulaştırdım. Yasal makamlara bu konuda yaptığım başvurularsa hep yanıtsız kaldı. O adamlarla karşılaşmaktan kaçınıyorum. Ama karşılaştığımda hepsine gereken dersi veriyorum. Bugüne kadar kendini savunana rastlamadım. İsim isterseniz, yukarda kadro olarak açıkladım. Sayamayacağım kadar çok bu zavallılar? Olayın en tehlikeli yanıysa, aradan on beş yıl geçmiş olmasına karşın, işkencecilerden bir kısmının hala da etkin görevlerde bulunmaları gerçeğidir. Bu durumda, “işkencecilerin”, gelmiş geçmiş tüm iktidarların üzerinde ve hatta onları bile denetleyen bir üst gücün koruması altında bulunduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Bu nedenle de işkence önlenememiş, işkence tartışması bitmemiş ve TÜRKİYE’nin dış itibarı İnsan Hakları yönünden de onarılmaz yaralar almıştır. Bu vahim durumun önlenmesi, 12 MART’ın hesabını sormaktan geçer. “Bomba Davası”nı örtbas etmekle bu yaranın kabuk bağlayacağını sananlar, bir gün o yanılgının tarihsel yükünü tüm ağırlığıyla taşımak zorunda kalacaklardır. Suça bulaşmış, bu amaçla şebekeleşmiş, hatta örgütsel destek ve güvence içine alınmış kişilerden pişmanlık beklemek mümkün değildir. Ancak bu kişilerin suçluların telaşı içinde oldukları, son günlerde birkaçının yazmak gereğini duyduğu anılarda ve dün onlarla işbirliği halinde çalışmış bazı yayın organlarında çıkan yazılarda açıklıkla görülüyor.
Osmanlı ordusu üzerinde Alman denetimi, TC ordusu üzerinde ABD denetimi…
— Şahap BALCIOĞLU: Adalet Tarihi’ne ilginç bir ibret örneği olarak geçen şu “Bomba Davası”ndan önce 1964 yılına kadar siz de Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yapan bir Kurmay Subaydınız. Hem Kurmay olduğunuz, hem Milli Savunma Bakanlığının Özel Kalem. Müdürlüğü gibi önemli görevlerde bulunduğunuz, hem de daha sonra uzun süre cezaevlerinde yattığınız, türlü çileler çekip izlenimlerinizin yanı sıra inceleme yapma olanağını da ele geçirdiğiniz için kafaları kurcalayan bazı soruları size yöneltebilirim. Önce bir noktayı aydınlatmaya çalışalım: “Kullananla kullanılan güçler hangileridir? ABD mi, Türk ordusundan bazı subaylarla dirsek temasına giriyor, yoksa kavga eden subaylardan bir bölümü mü MİT’i araç olarak kullanıyor? Bu dolap dönerken Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst ve alt sıralamasındaki öteki subay ve görevliler olayı nasıl değerlendiriyor?”
— Talat TURHAN: Kanımca günümüzde sorun, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sonucunda emperyalizmle dövüşerek elde ettiğimiz kazanımlardan ve özellikle “tam bağımsızlık” ilkesiyle ATATÜRK’ün antikapitalist, antiemperyalist ve çağdaşlık anlayışından uzaklaşmamızdır. Sözünü ettiğim konu, yapısal değişimin en önemli noktalan arasında sayılabilir. Bu değişim ülkedeki her kuruma kuşkusuz yansımıştır. Dünya tarihi ve bizim tarihimiz aşın teslimiyetçiliğin bir ulusa neye mal olduğunu gösteren sayısız örneklerle doludur. Onlardan birini ele alalım:
”İttihat ve Terakki lider kadrosunun hemen tümü Alman yanlısı olduğu için Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu hazırlandı. Bu bir gerçektir. Amerikan yanlısı olmanın KIBRIS Olayı sonucunda silah ambargosu’na çarptırılmamızı engellemediğini de unutmayalım”.
İkinci Dünya Savaşı konjonktürü içinde “Truman Doktrini”, “Marshall Yardımı” ve nihayet NATO bağlantısıyla Batı Bloğunda yer almayı yeğleyen TÜRKİYE, o oluşumu İkili Anlaşmalarla tescil etti. Bu anlaşmaların Kurtuluş Savaşı kazanımlarıyla bağdaştığını, işbirlikçiler dışında kimse iddia edemez. NATO içinde yer alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm silah sistemleriyle eğitim ve örgütlenme biçiminin NATO standartlarına göre düzenlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle, başlangıçta, tıpta Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Ordusu eğitim sisteminin Alman talim-terbiye heyetine teslim edilişi gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Amerikalı Subaylar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitimine fiilen katıldılar. Daha sonra bu ilişki, AMERİKA ve batı ülkelerinde Türk subay ve Astsubaylarının turalara gönderilmesi, müşterek tatbikat, harp oyunları, hatta Genelkurmay Başkanları ve Milli Savunma Bakanları düzeyinde yapılan toplantılarla sürdürüldü. Bir Üçüncü Dünya Savaşında Türk Silahlı Kuvvetleri Amerikalı bir komutanın emrine verilecekti. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusunun Alman komutanın emrine verilmesinin doğurduğu sakıncaları birlikte getirmeyecek miydi acaba? Kaldı ki NATO’ya gireli 34 yıl geçmesine karşın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harp silah araç ve gereçleri NATO standardının çok altında tutuluyordu. Bu tavır karşı tarafça bilinçli sürdürülüyordu.
ABD’nin azgelişmiş ülkelerde orduya, istihbarat örgütlerine, polise, sendikalara vb. sızması
Böyle bir bağlaşım içinde, egemen olan devlet, kendi ideolojisini de bağlaşıklarına benimsetmek için yoğun bir psikolojik savaş yanında, propaganda, eğitim çabasına girmekte. Düşüncelerini bağlaşık ülkelerin sivil ve asker bürokratlarına, halk ve işçi kesimine benimsetmek için çeşitli dış ve iç işbirlikçi örgütler kurdurmakta, basın-yayın organlarını kullanmakta ve onları bu amaçla finanse etmektedir. Bunlar bilinen bir gerçektir. Bu propaganda bombardımanı yanında, öz çıkarlarını böyle bir düzenlemede gören iktidarlar, işbirlikçiler, bürokratlar bilinçli ya da bilinçsiz olarak anti-komünizm ve milliyetçilik ilkesini benimsemektedirler.
Bu oluşumda “kim kimi kullanıyor, kim kiminle dirsek temasına giriyor”un yanıtını vermek oldukça güç. Ama somuta indirgersek, küçük örnekler vereyim;
“Bugüne kadar bir emekli Kurmay Albay Amerikan casusluğu yapmak suçundan yargılanarak 17 yıla mahkûm edildi. Bir diğer Emekli Hava Kurmay Albayı ise aynı iddiayla yargılanırken bir gün hücresinde ölü bulundu. Ölüsü ailesine teslim edildi. Bu ikinci olay esrarını korumaya devam ediyor”.
Bu konuya açıklık getiren en yeni kanıt, CIA’nin eski Başkanı Stanfield TURNER’in “CIA-Gizlilik ve Demokrasi” başlığı altında yayınlanan anılandır. TURNER diyor ki,
“1967 yılında CIA’nın yurt dışındaki ‘yararlı dost ve unsurları’ desteklemek için harcadığı para yılda on milyon dolara kadar yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar, öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzeri kuruluşlara aktarılıyordu. Bizim sendikalar, demekler bir tür paravan kuruluş görevi yaparak, para kaynağının CIA olduğu gerçeğinin öğrenilmesini önlüyorlardı. Böylece, bizden para alan yabancı sendika ve demeklerin ‘Amerikan kuklası’ diye anılmasını da önlüyorduk. Bu öylesine büyük bir operasyondu ki, FORD, ROCKEFELLER ve Camegie Vakfı dışında yabancılara burs veren kurumların 1963–1967 arasında harcadığı paranın üçte biri CIA’dan gitmişti”.
Bazı Türk vatandaşları “Green Card” sahibidirler. O kişilere bu kart hangi amaçla verilmiştir? Örneğin AMERİKA’da eğitim görmüş ve adı sürekli işkence olaylarına karışmış bir polis şefinin “Green Card” taşımasının anlamı nedir? Neden bu kişiden hesap sorulmaz? Yapıtımda WASHİNGTON Uluslararası Polis Akademisinde eğitim görmenin sakıncalarını açıkladım. Bugün polis şeflerimiz AMERİKA’ya eğitim gönderiliyor. Geçenlerde ünlü bir iş adamının yaşam öyküsü TV’de yayınlandı. Orada, Türk Eğitim Vakfı’ndan yararlanan kişileri gördük. Bunların hepsi AMERİKA’da eğitilmişlerdi. Oysa ilmi ÇİN’de bile bulsak oraya öğrenci gönderilmesi gerekmez miydi? O vakfa bağışta bulunan vatandaşlar kurumun bu tavrı karşısında acaba ne düşünürler? Kapitalizme, Emperyalizme ve hatta Siyonizm’e hizmet eden uluslararası türlü demek ve kuruluşların ülkemizde her geçen gün etkisi biraz daha artıyor. Bu tablo içinde kim ulusal, kim kapitalist enternasyonal, kim işbirlikçi? Ayırım nasıl saptanacak? Amerikancı iktidarlardan böyle bir ulusal bilinç beklemek kuşkusuz hayalcilik olur.
Her türlü denetimin dışındaki istihbarat örgütü
MİT konusundaki sorunuza gelince, tüm ülkelerin istihbarata gereksinimi vardır. MİT de bu amaçla kurulmuş örgütlerden biridir. Yasa sınırlan içinde kaldığı sürece devlet yönetimi açısından yaşamsal işlevi bulunmaktadır. Ancak o örgütün yasa sınırları dışına taştığı, gerek Parlamentoda, gerekse basında sık sık eleştirildi. Ayrıca Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL MİT ile CIA ilişkisinden söz etti. Tüm haber alma örgütlerinin kendilerini düzenin ve yasaların üstünde gördüğü ve bu anlayış sonucu denetim dışında kalıp ülkelerini güç duruma soktuğu da bir gerçektir. Bu konuda en sabıkalı örgütse CIA’dır. Buna karşın AMERİKA’da o konuda demokratik mekanizma zaman zaman işlemiştir. CIA hakkında araştırma komisyonları kurulmuş, oradan gelen raporlara göre CIA yeni baştan düzenlenmiştir. Yani en sabıkalı örgüt olan CIA bile demokratik denetim içine zaman zaman da olsa alınabilmiştir. Buna karşın, tüm eleştirilere rağmen MİT’in demokratik denetim altına alındığı görülmemiştir. Süleyman Demirel bazı gazete ve dergilerle yaptığı söyleşide
“TÜRKİYE’de ne 27 MAYIS’ta, ne 12 MART’ta, ne 12 EYLÜL’de bizim istihbarat teşkilatı bir darbe veya müdahale olacağına dair bilgi vermiştir. Devletin işlemesi lazımsa bu fonksiyonun da görülmesi lazımdır”
derken, bir anlamda, Başbakan olarak emrinde bulunması gereken kuruluşa yani MİT’e hâkim olamadığını itiraf etmektedir. Aynı kişi bu konudaki gafını anlamış olacak ki, bir gazeteye yaptığı açıklamada “Sivil Cuntacılar hakkında MİT’den bilgi aldığım”, fakat MİT’in “Türk Silahlı Kuvvetleri içine girmemesi nedeniyle asker arasındaki cunta faaliyetlerine sızamazdık” diye gerçeklerle bağdaşmayan bir tevile sapmak gereğini hissetmiştir. Bir gün devlet arşivlerindeki belgeler açıklanırsa, bu konudaki gerçeklerin Süleyman DEMİREL’in söyledikleri doğrultusunda olmadığı görülecektir. Özetle, bir açıklık rejimi olarak demokraside hiçbir kurumun denetim dışında kalmaması gerekirken, uygulamada başbakanlar bile MİT’i tam olarak kontrol altına alamamışlardır. Yani MİT’in yasadışı faaliyetleri demokratik denetim mekanizması dışında tutulduğu için demokratik hükümetler darbelerden bile habersiz bırakılmaktadır. Bu neden böyle oluyor?
MİT’in yönetim kadrolarında asker kökenli olanlar çoğunlukta, sivil olanlar azınlıktadır. MİT başkanları genellikle generallerden seçilmektedir. MİT’in idari ve teknik hizmetlerinde de görevli personel genellikle “kompartıman usulü” çalışmakta, örgütün tümü üzerinde etkili olabilecek bir işlevleri bulunmamaktadır. Asker kişilerin egemen olduğu bir istihbarat örgütü, özellikle az gelişmiş ülkelerde, silahlı kuvvetlerinin gücünü ve onun iktidar üzerindeki etkinliğini en iyi değerlendirecek durumda bulunduğundan, iktidarları yeteri kadar haberle “idare ederken”, asıl istihbaratı Silahlı Kuvvetlere aktarırlar. Bu arada Silahlı Kuvvetler içinde gruplaşmalar olduğunu saptadığı zaman da, örgüt ya ikiye bölünmekte, ya da güçlü bir gruba istihbarat vermeyi yeğlemektedir. Bu oluşumun sakıncalarını önlemenin yolu, istihbarat toplama görevini değişik kuruluşlara vermek ve bunların kontrolünü koordine edecek güçte bir örgüte işlerlik kazandırmaktır 12 MART öncesinde MİT başında bulunan kişiyle, 12 MART’tan sonraki Başkanın Sunay ve Tağmaç‘la simgelenen tutucu kanada hizmet verdiği bilinen bir gerçektir. O halde MİT’in, kuruluşuyla amaçlanan gerçek görevini tam olarak yerine getirebilmesi için ön koşul, örgütün sivilleştirilmesidir. Bunun için de sivil istihbaratçıların yetiştirilmesi gerekmektedir. Oysa bugün için istihbaratçı yetiştiren en önemli kaynak Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Ama sözü edilen sivilleri AMERİKA’da yetiştirirseniz, CIA-MIT ilişkisini daha da arttırmak sakıncasıyla karşılaşılabilir.
12 MART döneminde TÜRÜN’ün “Ziverbey (Zihni Paşa İşkence) Köşkü”nde görevli MİT elemanlarından E.Ö. askerlikten ayrılma olup AMERİKA’da eğitilmiş bir kişiydi. H.A. dededen mason olan bir aileden gelmekteydi. AMERİKA’da özel eğitimden geçirilmişti. Adı bile Masonikti. M.E’nin babası MİT örgütü içinde “Baba Mazhar” olarak anılan bir masondu. Kendisi AMERİKA’da eğitilmişti. Masonik ilkelere tamamen karşıt olan bir işkence hanede bu kişilerin ne işi vardı?
Biraz önce adlarını verdiğim işkenceci MİT elemandan uzun süre önemli görevlerde bulunmaya devam ettiler. Halen de içlerinde görevini sürdürenler var. Bu karmaşık olayın içyüzü aydınlanmadan gerçekler ortaya çıkamaz ve TÜRKİYE’de demokrasiye tam anlamıyla işlerlik kazandırılamaz.
Az gelişmiş ülkelerde uygulanan CIA taktikleri
— Şahap BALCIOĞLU: Birinci kitabınızın çeşitli yerlerinde (s. 68) CIA’nın kendi çıkarları doğrultusunda birçok ülkede yerli ajanlar ve adalet mekanizmasını da kullanarak sol muhalefeti ve yurtseverleri susturmak, özetle o ülkelerin yasal, siyasal ve idari sistemlerinin uydulaşmasını sağlamak yoluna gittiğini vurguluyorsunuz. CIA’nın bu uygulama için sivil çıkarcıların yanı sıra asıl vurucu güç olarak yerel orduları kullanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
— Talat TURHAN: Amerikan güdümünü benimsemiş bir ülkede sol muhalefet geliştiğinde, yani sosyal demokrat ya da komünist partilerin demokratik yollardan iktidara gelme olasılığı arttığında veya “Ulusal Kurtuluşu” amaçlayan gerilla faaliyetleri yoğunlaştığında, AMERİKA’nın “gayri nizami harp yöntemleri” kullanarak sol’u ezmekte ve yurtseverleri susturmakta olduğu bilinen bir gerçektir. Bu eyleme “Temizlik Harekâtı” denmektedir. Harekâtın teorisi çeşitli Amerikan kaynaklarında ve CIA’yla ilgili yapıtlarda açıklandı. Ben de bunu çeşitli yazılanında ayrıntılarıyla işledim. Konu kuşkusuz teoride de kalmamış, gelişmiş 22 ülkede bu amaca elverişli yerüstü ve yeraltı örgütleri kurulmuştur. Özellikle yeraltı örgütleri Amerikan dolarlarıyla beslenmektedir. Her ulusalcılık akımı komünistlikle suçlanarak, AMERİKA’nın emperyalist çıkarlarına uyarlı bir anti-komünist “milliyetçilik” ideolojisi olarak halklara yutturulmakta, bu oluşumuysa o ülkelerin “sosyo-kültürel” ve “sosyo-ekonomik” durumu beslemektedir. Söz konusu ülkelerde dinsel akımlar, irtica ve gericilik beslenmekte, laiklik göz ardı edilmekte, işbirlikçi sermaye palazlandırılmaktadır. Bu sermaye desteğinde işbirlikçi partilere çeşitli yöntemlerle iktidar yolu açılarak AMERİKA’ya bağımlılık pekiştirilmektedir. O nedenle bazı yabancı yazarlar “az gelişmiş ülkeler kendi orduları tarafından işgal edilmişlerdir” gibi yorumlar yapıyorlar.
Ülkemizde somut bir örnek verme olanağını yine Faik TÜRÜN’de bulduk. Bu kişi Tercüman gazetesinde yazdığı anılarında “KORE’de 19501i yıllarda komünistlere karşı savaş verdiğini, 1970’li yıllardaysa aynı savaşı ülkemizdeki komünistlere karşı verdiğim” mealen iddia ediyor. Yani “Dış Düşman” yanına bir de “İç Düşman” kavramını koyarak bu ikisini aynı pota içine yerleştiriyor. Bu anlayışın sakıncaları kuşkusuz tartışılamaz.
Bir an için bu mantığı geçerli varsayarsak “komünist kimdir? Komünisti kim tespit edecektir?” sorularının yanıtını aramamız gerekecektir. Bizler “Bomba Davası” vesilesiyle, bu sakat anlayış sonucu “Ziverbey (Zihni Paşa İşkence) Köşkü”nde alınan sözüm ona itiraflarla(!) “Marksist-Leninist bir düzen getirmek” iddiasını göğüsleyerek yargılandık. Söz konusu iddianın gerçek olmadığı onanmış mahkeme kararıyla belgelendi. Bu kararlara karşın Faik TÜRÜN’ün aralarından, 12 MART öncesinde “Ziverbey (Zihni Paşa İşkence) Köşkü”nde aynı tür ifadelerin alındığı bir dönemde, kendisinin GÜRLER’i SUNAY’a ihbar ettiğini öğreniyoruz. TÜRÜN aynen şöyle diyor: “Genelkurmay Başkanlığına gelecek olan Kara Kuvvetleri Kumandanı ise, duyduğum kadarıyla Marksist tabana istinat eden bir cuntanın lideri… Hava böyle”.
Kontrgerilla, Özel Harp İdaresi ve ABD ile ilişkileri
— Şahap BALCIOĞLU: 12 MART’tan beri dillerde dolaşan “Kontrgerilla” nedir? Kimilerine göre hayal ürünü mü? Ulusal mı, yabancı bir güç mü? Resmi bir kuruluş mu? Nereye bağlı? Türk ordusunun “gerçekse” böyle bir örgütle bağı var mı? “Kontrgerilla” hangi düşünce ve çıkar hesabının ürünü? Örgüt hâlâ var mı? Nerede çalışır? Oradaki görevliler de, sizin, benim gibi Türk mü? Yoksa örgüte takılan ad gibi kendileri de yabancı mı?
— Talat TURHAN: Kontrgerilla konusunda gerek mahkemedeki sözlerimde, gerekse savunmamda ve çeşitli yayın organlarındaki yazılarımda geniş açıklamalarda bulundum. Bu konuda gerçekleri değiştirmeye yeltenen Faik TÜRÜN ve Memduh UNLÜTÜRK’ü basın önünde açık tartışmaya çağırdım. Ama onlar böyle bir tartışma ve açık oturumdan kaçtılar.
Faik TÜRÜN 8 ŞUBAT 1974 günlü Hürriyet gazetesinde Cüneyt ARCAYÜREK’le şöyle konuşuyordu;
— Cüneyt ARCEYÜREK: “Kim buldu Kontrgerilla deyimini?”
— Faik TÜRÜN: “Tepeden inmecilerin, 27 MAYIS’tan sonra türlü olaylara katılıp emekliye sevk edilen ve İSTANBUL Cuntasının ‘biz böyle deyimliyoruz’ başta gidenlerinden Talat TURAN çıkardı bunu. Bir faşist örgüttür diye. Bu Talat TURAN öyle bir kişiydi ki, sadece ifadesini almak tam yedi gün sürdü, yedi gün. Kitapları dizdi masaya, konuştu da konuştu”.
Faik TÜRÜN’ün gerçekle ilgisi olmayan bu açıklamasını 18 TEMMUZ 1974 tarihinde mahkemeye bir dosya sunarak yanıtladım ve Amerikan FM-31-16 işaret ve “Counter-guerilla Operations” adlı resmi talimnamesinin fotokopisini verdim. Bu suretle Faik TÜRÜN’ün açıklamalarına güvenilemeyeceğini ilk kez belgesel olarak kanıtladım.
Gerçekte Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi diye bir kuruluş bulunmaktadır. Bu dairenin varlığı, ülke işgal edildiğinde, iç ayaklanmayı düzenlemek ve vatanı düşman istilasından kurtarmak gibi kutsal bir amaca dayanmaktadır. Bu amaca ulaşmak için kullanılacak yöntemlereyse “Kontrgerilla” denilmektedir. Konuya böyle bakınca “Kontrgerilla” diye bir örgüt elbette bulunmamaktadır. Ama Faik TÜRÜN’ün yetki gaspı sonucu faaliyete geçirttiği “Ziverbey (Zihni Paşa İşkence) Köşkü”ne alman her kişiye işkenceciler, 16 AĞUSTOS 1972’ye kadar:
“Burası Genelkurmaya bağlı Kontrgerilla Örgütü. Örgütümüz seni esir aldı. (Ya da öldürme karan aldı) Burada Anayasa, babayasa, kanunlar geçerli değildir. Her istediğimizi itiraf edeceksin…” şeklinde girizgâh yaparlardı.
16 AĞUSTOS 1972’ye kadar işkenceciler Genelkurmayın varlığını kabul ediyorlardı. Çünkü TÜRÜN, Genelkurmay Başkanı TAĞMAÇ ile aynı tertip içindedir. İşkenceciler onların amacına hizmet etmektedirler. Günümüzdeki açıklamalar da bu doğrultudadır. 16 AĞUSTOS 1972’den sonraysa TÜRÜN, Genelkurmay Başkanı olan GÜRLER’in hiyerarşisini kabul etmemiştir. Bu tavrını onun oğlunu gözaltına alacak bir cürete vardırmış ve “Bomba Davası”yla Gürler hakkındaki tertiplerini yürütmeyi sürdürmüştür.
Gerçekte, çeşitli devlet örgütlerinden toplanan ve yasadışı şebekeleşen, TÜRÜN’ün ve ÜNLÜTÜRK’ün bilgi ve görgüsü altında çalışan işkencecilerin kendilerine taktığı isimdir “Kontrgerilla Örgütü”. İşkencecilerin bu yanlış tanımlamasını bildiğim halde, “Özel Harp Dairesi”ni yıpratmamak için ben de genelde “Kontrgerilla Örgütü” deyimini kullandım.
İşkenceciler içinde MİT elemanları, güvenlik görevlileri ve Özel Harp Dairesi’nin elemanları vardı. Sorgulamalara zaman zaman askeri savcılarla adli müşavirin katıldığı Zihni Paşa Köşkünün General ÜNLÜTÜRK yönetiminde olduğu biliniyor ve söyleniyordu. Daha sonra General SUNALP’ın da İşkence Köşkü’nün müdavimleri arasında bulunduğunu kendi itiraflarıyla kamuoyu öğrendi. İşkence Köşkü’nde keşif yapılması ve işkencecilerin saptanması hakkında gerek savunmacılarım, gerekse kendi tarafımdan yapılan tüm yasal başvurular yanıtsız bırakıldı, işkence edenler korundu. Dolayısıyla, işkence olaylarına karıştığı iddia edilen devlet kuruluşları o suçluları içlerinde barındırmakta direndiler.
Bu yüzden de kamuoyunun eleştirilerine hedef olup yıprandılar.
O dönemde Özel Harp Dairesi Başkanı olan Tümgeneral Cihat AKYOL’un Silahlı Kuvvetler Dergisi’ne ek olarak 1971 MART sayısında yayınlanan “Gayrı Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” başlıklı yazısında şöyle deniyordu;
“Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir”.
Bu öneriyle kamuoyunu şaşkına çeviren terör eylemleri tıpatıp birbirine uyuyor. Hele sözü geçen öneri “ST 31–15: Gayrı Nizami Harekât” adlı talimnamenin tümüyle, özellikle onun altıncı sayfasında yer alan “Tipik Yeraltı Teşkilatı” şemasıyla karşılaştırılınca, “devlet terörü” konusu kendiliğinden gündeme geliyor. Bu “sahte operasyon” önerisine, Cihat AKYOL’un, binbaşılıkta başlayan MİT görevinin, Generalliğinde de devam etmesi ve bu görevden “Özel Harp Dairesi”ne geçişi, o arada SUNAY ve TAĞMAÇ’a bağlılığı da eklenince, bunlar ilginç çağrışımlara neden oluyordu. Ama 12 MART öncesi görülen terör olaylarından hangilerinin “sahte operasyon” olduğu bir türlü anlaşılamıyordu. Bu dönemde yaşanan 1 MAYIS 1977 Olayı esrarını hala koruyor. Ona karşılık “Sabotaj Davası”nın aklanmayla sonuçlanması, Kültür Sarayı Yangım, MARMARA ve EMİNÖNÜ gemilerinin batırılışları ya sahte operasyon ya da bir ihmalin bu amaçla değerlendirilmesi olarak nitelendirilebilir.
Cihat AKYOL yıllar sonra Tercüman gazetesinde kendini savunma çabası içine düştü TÜRÜN’ün ardından… Bu yazı dizisinde kampını ve dünya görüşünü farkında olmadan açıklaması çok yararlar sağladı. Buna karşın, haklı ya da haksız eleştirilere hedef olan “Özel Savaş Dairesi” veya Kontrgerilla konusunda yapılan eski tartışmalar “dedim-dedi” şeklinde yeniden gündeme getirildi. Böylece Cihat AKYOL, savunma içgüdüsü içinde bir tür tatmin edildi. Ama sorunun özü “devlet sırrı” mazeretinin ardına sığınılarak özenle gizlendi. Kısacası, bir bakımdan, Kontrgerilla’sız Kontrgerilla yazı dizisi sergilendi.
Cihat AKYOL, Ulusal Kurtuluş Savaşı direnişiyle örgütün işlevi arasında bağ kurmaya çalışıyor. Oysaki “Özel Harp Dairesi”ne yönelik eleştiriler çok yoğun bir biçimde kamuoyunda, yani fısıltı gazetesinde konuşuluyor. Bu örgütle ABD arasında bağ kuruluyor. Örgüte parasal desteğin ABD tarafından sağlandığı iddia ediliyor. Örgütte görevli subayların özel bir hiyerarşi ve statü içine alınarak ikinci bir yeminle güvence altına konulduğu ve bu nedenle de “teknik sorgulama” ve sahte operasyonlarda görev aldıkları ve sözü geçen örgütün Amerikancı ve sağcı bir politikanın aracı olarak iç politika içine sokulduğu söyleniyor. Bu iddialar gerçek mi, değil mi? O araştırma da demokratik parlamenter düzendeki denetim mekanizmasının işlemesine bağlı. Yoksa örgütün, yasal kuruluş amacı içinde görev yapmasına karşı çıkmak kimsenin aklına gelmez.
Cihat AKYOL, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndaki Kuvva-i Milliye direnişinin İngiliz emperyalistlerince örgütlenmediğini çok iyi bilir. İddialar ne kadar doğru, onu bilmem ama Amerikan destekli bir Kontrgerilla eyleminin ulusallığından ve anti- emperyalist niteliğinden söz edilemeyeceğine göre, böyle bir karşılaştırmanın yapılamayacağı kanısındayım. Cihat AKYOL bildiklerini açıklamak yürekliliğini gösterebilirse, bir zamanlar Başkanı olduğu örgüte karşı borçlu bulunduğu görevi yerine getirir. Böylece bu örgüt hakkında öne sürülen dedikoduları da önler. Gerçekten yasa sınırları içinde özveriyle çalışan örgüt elemanlarına karşı yükümlü olduğu sorumluluğun gereğini yapmış olur.
Kontrgerilla konusu benim tarafımdan bir dergide ayrıntılarıyla eleştirilmiştir. Bu yazımdan bir bölümü size okuyayım;
“Kontrgerilla örgütleri, AMERİKA’nın denetimi altında ve dolar desteğiyle, az gelişmiş ülkelerde ülkenin, sosyal, ekonomik, politik, kültürel yapısına ve halkın bilinç düzeyine göre, asıl amacı dışında çeşitli işlevleri yürütmektedirler. Ulusal Kurtuluş Savaşları’nın önlenmesi, sosyal uyanma ve bilinçlenmeyi geciktirici önlemlerin alınması, yerli işbirlikçi ağının yaygınlaştırılması, bunlara dayanarak istihbarat yapmak, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle anarşiyi araç olarak kullanıp ortam hazırlamak, bu durumdan yararlanarak sıkıyönetim veya faşist askeri darbe getirmek ve bu suretle az gelişmiş ülke düzenlerini emperyalist çıkarlara ayarlı şekle dönüştürmek”.
Bu yazımın 1977 yılında kaleme alındığını vurgulayarak belirttikten sonra, 1977–1980, 1980–1986 arasının o perspektif içinde değerlendirilmesi gerektiğini öneriyorum.
Bilindiği gibi AMERİKA uzun süreden beri direkt veya dolaylı müdahale doktrinleri geliştirmiş ve uzun süre kendi çıkarlarına uyarlı askeri darbelerin ardındaki güç olmuştur. Bu darbelerin kolaylıkla gerçekleşmesi ve darbe sonrası Amerikan yanlısı düzenlemeler, ülke içinde uzun süreden beri örgütlenmiş Amerikan yanlısı “yeraltı örgütlerinin” varlığıyla çok kolay olmaktadır.
Kontrgerilla konusunu Cüneyt ARCAYÜREK yeniden gündeme getirdi. ARCAYÜREK, sorunu, en yetkili bir kişi olan dönemin Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık’tan araştırmakta ve sekiz yıl sonra benim açıklamalarımın benzeri olan yanıtları aldığını şöyle belirtmektedir:
“Kimi konularda açıklamalarını dinlediğim Hasan Esat IŞIK’a Kontrgerilla konusunu sorduğum zaman: Fikir planında geçerli ve doğru… Yalnız… dedi, Kontrgerilla her ülkede var. Genelkurmay bunu planlarına almış. Amacı şu ülke işgal edilecek olursa, iç direniş nasıl yapılacak? Bu fikir planında geçerli doğru, yalnız şu durumlar var:
1-Fikri ABD vermiş.
2- Finansmanını yapmış.
3- Bu örgüte sızmalar olmuş.
Bu sızmalar PENTAGON’dan başlar, CIA sızmasına kadar sürer. Bir yabancı ülkenin TÜRKİYE’deki hareketlenmeleri izlemesini ardanın ama o ülkedeki hareketlenmeleri yöneltmeye, yönlendirmeye başlamasını anlamak mümkün değildir”.
ARCAYÜREK sorusuna devam ediyor: “ABD ne kadar finanse ediyordu, nasıl?”
Hasan Esat IŞIK yanıtlıyor: “…Amerikan Yardımı’ndan bir fasılla yolunu bulmuş olmalılar. Geçmiş zaman, 50–100 milyon dolar arası bir rakamdı galiba. Uzun zamandan beri sürüp gidiyordu…”
Düşünebiliyor musunuz, ülkemiz günün birinde işgal edilecekti. Kurtarılacaktı, ama AMERİKA adına, onun örgütlenme biçimi, ideolojisi adına ve de Amerikan dolarlarıyla beslenen bir örgüt tarafından… Üstelik bu örgütün Amerikancı bir iç politikanın aracı olarak kullanıldığı, sahte operasyonlarla terör olaylarını yönlendirdiği, Askeri Darbelerin ardındaki güç olduğu söyleniyor. Ama demokratik denetim mekanizması çalıştırılamıyor. Örgüt, denetim dışı olmak dokunulmazlığını, sürdürüyor… Bu hangi güne kadar böyle devam edecek? Gerçek demokrasi kurulana kadar!
Darbeler çıkar yol değil
— Şahap BALCIOĞLU: Mahkemedeki ifadenizde “ben ihtilal yaparım, bomba atmam” diyorsunuz. Bu yapıda olan bir insana “elinizde olanak bulunsa yine askeri bir ihtilal yapma girişiminde bulunur muydunuz?” sorusunu yöneltmek biraz yersiz olur. Sorunu başka biçimde kurcalayalım. Vurucu ve örgütlü gücü temsil eden Yeniçeri Ocağı’nın ara sıra ayaklandığını biliyoruz. Onun, genel anlamda ekonomik, sosyal ve politik düşüncelerin hangi oranda sonucu olduğu ayrı bir araştırma konusu. Ama İkinci Meşrutiyet’ten tutup Birinci Dünya Savaşı’na, oradan İstiklal Savaşı’na ve TÜRKİYE Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna, daha sonra 27 MAYIS 1960’a, ardından Talat AYDEMİR’in girişimlerine, sonra 12 MART 1971 ve en son da 12 EYLÜL 1980 Harekâtına kadar toplumu kökünden sarsan, kimi zaman düzeni değiştiren ya da kendince yeni baştan örgütleyen bütün girişimler ordu eliyle yapıldı. Önce üniforma ve silahla gelen, peşinden sivile soyunup politikacı ya da devlet adamı oldu. Olaylar zincirinin yakın geçmişteki tek istisnası, sanırım 1950 seçimleri ve sivil bir iktidar olan Demokrat Parti’nin işbaşına geçmesidir. Ama o da 27 MAYIS 1960 askeri darbesiyle tarihe karıştı. Şimdi, akla gelen bazı soruları sıralıyorum:
a- Osmanlı ve Türk toplumunda ilerici ve doğru düşünenler hep askerler midir? Bu konuda sivil-asker ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
b- Askerlik, meslek olarak seçilse bile yine de geçicidir. Kalıcı olan kafadır, beyindir. Toplum düzenine ilişkin girişimler, atılımlar, darbeler Ordu kanadından geldiğine göre, toplum adına silah taşıyan bu sınıf, kendisine verilen koruyuculuk, kollayıcılık görevini siyasi amaçla kullanmış olmuyor mu? Yakın tarihte de gördüğümüz gibi bu “iyi niyetli girişimler”in ardında dış güçlerin sinsi niyetleri saklıysa, verilen toplumsal kaybın hesabı kimden ve nasıl sorulacak?
c- Konuyu günümüze getirirsek şöyle bir sonuca varabilir miyiz: “Toplumda her şey politiktir, onun da kökeninde ekonomik ve sosyal nedenler yatar”.
d- Bu görüşte birleşmişsek, o zaman toplum ve yurt sorunlarıyla uğraşmak, yani politika, belirli çıkar çevrelerinin tekelinde olmamalıdır. Üniformalısı da, üniformasızı da sonuçta yurttaştır, politikaya herkes kafa yormalıdır. Bu gerçek ortaya çıkınca, o zaman anayasal sınırlama ve yasakların eşyanın doğasına aykırılığı çıkıyor ortaya. Politik her görüşün tartışılabildiği, herkesin politikayla uğraşabildiği, dolayısıyla örgütlenmeye ve tavır takınmaya açık bir toplum düzeninin gerçekten özlenen, gerçek demokrasiyi oluşturan bir ortamın zorunlu koşulu olduğu sonucunda ne düşünüyorsunuz?
e- Ortam böylesine demokratik olursa, o zaman ordunun, asıl görevini bırakıp silahlı girişimi yani zorlama yönetimini kullanarak zaman zaman toplum yürüyüşünün önüne geçmesine, doğal gidişe kendince yön vermesine gerek kalır mı?
f- ATATÜRK’ün “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini kendisine verdiğini” belirterek ve de İç Hizmet Kanunu’nun bilmem kaçıncı maddesini gerekçe göstererek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin arada bir yaptığı bu girişimler sizce ne kadar haklıdır?
- G) Ordu toplumun mu, yoksa kurulu düzenin mi koruyucusudur?
ABD’nin TÜRKİYE’ye lâyık gördüğü “demokrasi”
— Talat TURHAN: a- Osmanlı toplumunda 1900’lü yıllarda örgütlü ilerici harekete sivil-asker karışımı İttihat ve Terakki’nin liderlik ettiği, onun önde gelenlerininse mason ve genellikle İtalyan Locası’na bağlı oldukları bilinir. Mustafa Kemal’in başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşı İttihat ve Terakki kadrolarındaki sivil ve askerlerden yararlandı ama bu hareketin bir anlamda İttihat ve Terakki’ye karşı tepkiyi de özünde taşıdığım söyleyebiliriz. Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar Enver Paşa’nın Sovyet RUSYA’daki girişimleriyle BAKÜ Kongresi’nin bu konuya açıklık getirecek boyutta olduğunu sanıyorum.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İlmiye-Seyfiye-Kalemiye üçlüsünün seçkin kadroları oluşturduğu söylenir. TÜRKİYE Cumhuriyeti’nde laiklik ilkesinin benimsenmesi sonucu “Harbiye’yle Mülkiye, müsavidir TÜRKİYE” diye bir tekerleme uydurulur. Tüm bu yakıştırmalarda gerçek payı olsa bile, Ulusal Kurtuluş Savaşı halkın bütün kesimlerinin tam desteğiyle kazanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, TÜRKİYE Büyük Millet Meclisi’nin açılması için büyük uğraş vermiş, bu Mecliste halkın her kesiminden temsilci bulunmasını sağlamış ve T.B.M.M. varlığını en büyük güç olarak kabul etmiş, bu destekten yararlanmıştır. Böyle bir konumda sivil-asker farklılaşmasından kanımca söz edilmemesi gerekir.
b- AMERİKA ve dolayısıyla CIA’nın “Müdahale Doktrini” geliştirdiği bilinmektedir. Bunun dışında, AMERİKA’nın seçimlere müdahale ettiği, istediği zaman işine gelmeyen hükümetleri devirdiği de sayısız olaylar ve belgelerle kanıtlanmıştır. TÜRKİYE’de yapılan 27 MAYIS Hareketi’nin, 12 MART Muhtırasal Darbesi’nin ve 12 EYLÜL Müdahalesi’nin ardında AMERİKA, dolayısıyla CIA’nın olduğuna dair yayınlar vardır. Bu üç girişim arasında 27 MAYIS’ın belirgin bir farklılığı bulunduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü 1961 Anayasası’nın getirdiği sosyal bilinç ve uyanış Amerikancı, tutucu, gerici, statükocu, işbirlikçi çevreleri tedirgin etmiş, bu oluşumu engelleme çabası içinde karşı devrimci girişimler o günden bugüne yoğunlaşarak sürdürülmüştür.
Askeri darbelerin toplumu geriye götürdüğüne ben de inanıyorum. Bu konudaki özeleştirimi savunmamda yaptım? Demokrasinin tam anlamıyla işlerlik kazanmasını, ordu müdahalelerinin önlemenin ön koşulu olarak görüyorum. Bunu vurgulayarak belirtmek isterim. Ancak, demokrasi anlayışımı saklı tutma koşuluyla…
c- Bu konuda tamamen sizin gibi düşünüyorum.
d- Toplumun demokratikleşmesi, kanımca demokrasinin yaygınlaştırılmasıyla doğru orantılıdır. Halkın demokrasiye katkısına olanak sağlayan tüm baskı gruplarının oluşmasına, derneklere ve sendikalara sınırlama getirmeyen bir anayasa düzeni içinde gerçek demokrasi kurulabilir. Demokrasilerde yapay düzenlemelerle ve yasaklarla birkaç kişinin dar, kısır dünya görüşüne uyarlı ısmarlama düzenler kurulamaz. Kurulsa bile uzun ömürlü olamaz. 1982 Anayasası üzerinde yoğunlaşan tartışmalar kanımca bu nedenle gündemdedir.
“Politik her görüşün tartışılabildiği, herkesin politikayla uğraşabildiği…” bir demokrasi kuşkusuz herkesin özlemidir. Ama gerçeklerle özlemler her zaman at başı gidemiyor. 27 MAYIS sonrası, demokrasinin işleyişini, 8 MAYIS 1967 günlü Dünya gazetesinde yayınlanan bir yazımda şöyle tanımlıyordum:
“Gözleri iktidar ihtirasıyla yuvalarından fırlamış çirkin politikacıların oyunları Silahlı Kuvvetler Birliği’nin bütün çabalarına rağmen önlenememiştir. ÇANKAYA Protokolü’ne (26 EKİM 1961) politikacılar yanında imza koymak hatasına düşen komutanlar, orduyu politikanın kucağına atmış olduklarını idrak edemediler. Politikacı da bu vesika ile “Kumandanlı Demokrasi”nin temelini attığının farkına varamamıştır”.
Görüldüğü gibi o gün söylediğim “Kumandanlı Demokrasi” tanımlamasının haklılığı zaman içinde kanıtlandı. 1961 Anayasası’nın 111 ‘inci maddesinde yer alan “Milli Güvenlik Kurulu”nun görev ve yetkileriyle 22 EYLÜL 1971 günü yürürlüğe giren 1488 sayılı Kanun’la değiştirilen aynı maddenin karşılaştırılması ve nihayet bu iki maddenin de 1982 Anayasası’nın 118’inci maddesinde yer alan “Milli Güvenlik Kurulu”nun görev ve yetkileriyle irdelenmesi halinde bu konudaki gerçekler aydınlanabilir.
3 OCAK 1985 günlü Cumhuriyet gazetesinde Ufuk GÜLDEMİR’e yaptığı açıklamada AMERİKA’nın eski Büyük Elçisi SPAİN 18 yıl sonra benzeri bir tanımlama yaptı ve şöyle dedi:
“Kanımca Türklerde ekonomik istikrar sağlanabildiği ve kademeli bir yumuşama getirildiği sürece, onlar bu Disiplinli Demokrasi’den memnun olmayı sürdüreceklerdir”.
— Yıl 1967. Talat TURHAN’ın TÜRKİYE’deki demokrasi tanımlaması: “Kumandanlı Demokrasi”.
— Yıl 1985. A.B.D. Büyük Elçisi SPAİN’in aynı ülke için demokrasi tanımlaması: “Disiplinli Demokrasi”.
Oysaki demokrasi ne kumandanla, ne de disiplinle bağdaşabilir. Günümüzde TÜRKİYE’deki demokrasiyi, başta İlhan SELÇUK olmak üzere bazı yazarlar “Vesayet Demokrasisi” diye tanımlıyorlar.
Demokraside her görüş kuşkusuz örgütlenmeli. Ama bu görüşleri başarısızlıkları olaylarla kanıtlanmış belirli kişilerin tekeline bırakmanın, bir kısır döngüden öteki kısır döngüye geçiş olduğunu da unutmamalıyız.
e- TÜRKİYE emperyalist ilişkilerden arındırıldığı ve politikacılar kendi görevlerini tam anlamıyla yaptıkları zaman, ülkede, ekonomik, politik, sosyal, kültürel istikrar ve sosyal adalet sağlandığı sürece, ordu müdahaleleri için kuşkusuz gerekçe kalmayacaktır.
f- “ATATÜRK, Cumhuriyeti Türk Gençliği”ne emanet etmiştir. 211 sayılı İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesi;
“Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan TÜRKİYE Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” denilmektedir.
Bu görev, gerektiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Anayasa içinde bağlı olduğu organlarca kendisine verilebilir. Oysa uygulamada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinde bulunan kişiler, bu fiili duruma kendi kararlarıyla başvurmaktadırlar. Burada “Darbenin Meşruiyeti Başarısındadır” kuralı işlemektedir. Oysa Anayasa Hukuku’na göre hiçbir yasa maddesi Anayasa’nın üzerinde mütalaa edilemez. Bu nedenle İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesini uygulamak ve buna karar vermek yetkisi komuta kademesinin tekelinde olamaz.
g- Kanımca ordunun görevi yasalarla belirlenmiştir. Ancak “balık için deniz neyse, Ordu için halk odur” tanımlamasının da göz ardı edilmemesi gerekir. Çünkü halkından kopuk bir ordu düşünülemez, düşünülmemelidir.
“İşkence ancak, gerçek ve eksiksiz işleyen demokrasi ile önlenir”
— Şahap BALCIOĞLU: TÜRKİYE’de işkence var mı? Bu yöntem ne zamandan beri, nerde uygulanıyor? Resmi ağızların bu yoldaki yalanlamalarına katılıyor musunuz? İşkenceyi yok etmenin çaresi nedir?
— Talat TURHAN: TÜRKİYE’de işkence vardır. 12 MART’tan bu yana sistematik olarak uygulanıyor. İşkence varlığının en açık kamu, yüzden fazla güvenlik görevlisinin “işkence yapmak” ve “işkence sonucu ölüme sebebiyet vermek” suçundan mahkûm olmalarıdır. Ben de işkenceden geçmiş bir kişiyim. Bu konuda tüm yasal organlara yaptığım başvurular yanıtsız kaldı. Bu suskunluk yetkili kişileri de işkencecilerin koruyucusu olmaya sokmuş ve tarih önünde suçlu duruma düşürmüştür. Bu insanların o dönemde “işkence yoktur” diye yalan beyanlarda bulunmasını, onların işgal ettiği makamlar adına utanç verici biri tavır olarak nitelerim.
Gerek 12 MART döneminde “Mehmet PEKŞEN” ve gerekse günümüzde “Sedat CANER” adlarındaki iki polis çıkarak işkence yaptıklarını itiraf etmişlerdir. Sistematik işkencenin başlatıldığı ERENKÖY’deki “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”nde görev yapan 1951,1952 doğumlu, çoğunluğu GÖLCÜK’ten gelme denizci erler içinden, tanık olduğu insanlık dışı olayları açıklayacak kadar yürekli bir insan çıkarsa, ilmiğin ucu yakalanmış demektir.
İşkence bir kez başlamaya görsün, önlenmesi uzun süreç içinde çok yönlü önlemler alınmasını gerektirir. Bu tedbirler, iktidarlar ve devletin tüm örgütlerince benimsenip titizlikle uygulanırsa, işkenceye karşı etkin bir savaşıma girişilebilir.
İşkenceyi önlemenin en radikal çözümü gerçek demokrasinin kurulmasıdır. Çünkü böyle bir düzende en soldaki ve en sağdaki partilere örgütlenme hakkı doğacağından, bir fanatik çıkarak “İç Düşman” kavramı üretip komünistlere karşı savaşa giremeyeceğine göre, işkenceye de gerek kalmayacaktır.
Demokrasi, özgürlük, örgütlenme, hoşgörü ve kültür öğeleriyle beslendikçe gelişir. Halkın büyük bir bölümünü oluşturan işçi ve köylü sınıfının katılımıyla da güçlenebilir. Bu anlayışın tam karşıtı kavramlarla yapay bir düzen oluşturup psikolojik harp yöntemleri, propaganda taktikleriyle yerli işbirlikçiler ve onların kontrolündeki basın yayın organları aracılığıyla halkı yanıltarak egemen devlet ideolojisi temelinde kurulan, üstelik emperyalist güçlerle uluslararası finans kuruluşlarının güdümüne giren zorlama bir düzene elbette ki “demokrasi” denilemez.
İşkencenin önlenmesi bir kültür sorunudur. İnsan, insan olduğunun bilincine varırsa, zaten kendi cinsine işkence edecek kadar canavarlaşıp hayvanlaşamaz. İşkenceciler genellikle çeşitli kompleks ve manilerin etkisi altında kalmış aşağılık ruh hastalandır. Onlar, tedavi edilmeleri gereken zavallılardır. 12 MART döneminde “kıça cop sokma” işkencesini başlatan kişi meğerse bir “homoseksüelmiş”. Buysa sözünü ettiğimiz konuda çok çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
İktidarlar ve yetkili kişiler, bir tek işkencenin varlığını dahi insanlık adına en büyük ayıp sayabilecek bilinç düzeyine erişmedikçe işkence önlenemez.
Anayasalar, yasalar, hatta uluslararası yükümlülüklerimiz, işkence ve İnsan Hakları konusunda ne kadar sınırlama getirirse getirsin, bu belgelerin ilk uygulayıcıları olan Jandarma, Bekçi ve Polise, “Masumiyet Karinesi” adı verilen kavram, içlerine sindirecek kadar öğretilemedikçe işkence önlenemez. Biz değil Bekçiye, bir takım savcı ve yargıçlara dahi “Masumiyet Karinesi”ni öğretmiş değiliz. İktidarın borazanı halinde çalışan TRT’nin her gün yargılamadan önce kişileri suçlaması, iktidar yetkililerinin yargı fonksiyonunu hiçe sayan bir anlayışı sergilemektedir. Bu anlayış sahiplerinin işkenceyi önlemesi beklenemez. Amerikan işbirlikçisi ülke iktidarlarıysa işkenceyi hiç önleyemezler. Çünkü bu ülkelerin işkencecileri AMERİKA’da yetiştirilmekte, beyinleri şartlandırmakta, elverişli olanlarsa satın alınmaktadır. Bunun yanında işkence araçları AMERİKA’dan ithal edilmekte, görevlilere psikolojik ve farmakolojik işkence yöntemleri öğretilmektedir. Bu sistem çalıştıkça işkence önlenemez.
İşkenceyi önlemenin bir yolu da “işkencecilere” verilen cezanın arttırılması ve onların teşhir edilerek toplum dışına itilmelerinin sağlanması olarak düşünülebilir.
İşkence, özellikle siyasal nitelikli suç sanıklarına, karşıt görüşte olan işkenceciler tarafından insafsızca uygulanmaktadır. Bunu önlemek için, o tür davalarda hazırlık soruşturmasının savcılar tarafından yapılması yasa hükmü haline getirildiği halde, bu hüküm Emniyet örgütü, MİT ve benzeri kuruluşlar tarafından ihlal edilmektedir. Bu yasadışı tutuma göz yumulmuş, işkencenin yaygınlaşması adeta teşvik edilmiştir. İdeolojik suç kavramı “Özel Sorgulama Ekibi” fikrini birlikte getirmiş, bu fikir “Esir Sorgulama Yöntemleri”nin siyasal suç sanıklarına uygulanmasına yol açmıştır. Böyle bir yönteme “Teknik Sorgulama” denilmektedir. “Teknik Sorgulama Ekibi” her türlü işkence yapmak için yetiştirilmiş ve bu işin haklılığına inanmış sivil asker karması kişilerden oluşmaktadır. “Teknik Sorgulama”ya göz yuman iktidarlar işkenceye prim vermekte, böylece de işkence Suçu’na fiilen katılmış olmaktadır. Bu anlayışla elbette ki işkence önlenemez.
Bir ülkede “gözaltı süresi” ne kadar uzunsa o ülke o kadar az demokrattır yargısına kesinlikle varabilirsiniz. Otuz günlük gözaltının ne demek olduğunu yaşayarak öğrendim. TÜRKİYE’de 1971’lerden bu yana üzerinde en çok oynanan yasa maddesi gözaltı süresine ilişkin olanıdır. Gözaltının doksan güne kadar çıkarıldığı zamanlar olmuştur. Gözaltı süresi uzunluğunun “işkence süresi”yle doğru orantılı olduğunu unutmamalıyız.
İşkencecilerle işbirliği yapan doktorlar saptanmalı, bu gibiler meslekten atılmalı ve teşhir edilerek en ağır cezalara çarptırılmalıdır.
İşkenceyi önlemek için, bazıları, “Adli Zabıta”nın kurulması gerektiğini yıllardır ileri sürerler. Bu önerinin kesin çözüm getireceğine tam anlamıyla katılmıyorum ama gözaltına alınan sanığın, sorgulaması yapılırken yanında avukatının bulunması, yani “Hazırlık Soruşturmasının Gizliliği” ilkesinden vazgeçilmesi, kısa sürede büyük ölçüde işkenceyi önleyici bir tedbir olarak düşünülebilir.
İşkence, azgelişmiş ülkelerde emperyalist tahakkümü yürütmenin araçlarından biridir
Özetle, işkence, emperyalistlerin çıkartan için yapılmaktadır. İşkenceden kurtulmanın kesin çözümlerinden ilki anti-emperyalist ve antikapitalist demokratik bir savaşımın başlatılmasıdır.
İkinci aşamaysa “Gerçek Demokrasi”nin tüm koşullarıyla kurulması ve işletilmesidir. Bu savaşıma bir zamanlar “İkinci Kurtuluş Savaşı” deniyordu. 12 MART’tan günümüze kadar sürdürülen “işkence”nin bir amacı da “Bağımsızlık Bilinci”ni köreltmektedir. Amerikan uydularına, işbirlikçilere, emperyalist uşaklarına ve satılmışlara ATATÜRK’ün “Tam Bağımsızlık, Anti-Kapitalist, Anti-Emperyalist” tavrının “Ulusal Kurtuluş Savaşı”nın temel felsefesini oluşturduğundan söz ederseniz, sizi komünistlikle suçlarlar. Ama kendileri günün modasına uygun birer ATATÜRKÇÜ’dür. En ılımlı mandacının yanıtıysa “Amerika’nın kucağından kalkıp Rusya’nın kucağına mı oturalım?”dır. Hayır. Mustafa Kemal Paşa, başta İngilizler olmak üzere emperyalistlerle mücadele ederken Sovyet RUSYA’dan yardım aldı, ama onların kucağına oturmadı. Kucakta oturmaya alışmış olanlara söylenecek sözümüz yok. Onlar her kucağa otururlar. İster AMERİKA, ister RUSYA. Yeter ki çıkartan bozulmasın.
İşkenceye gerek Batı Bloğu, gerek Doğu Bloğu, gerekse Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde rastlanmaktadır. Ancak, “işkence”nin kökeninde Amerikan Emperyalizmi’nin olduğunu vurgulamak isterim. Bir noktaya dikkatinizi çekeyim;
“Ülkemizde ulusal bilinç gelişip anti-emperyalizm ve bağımsızlık istemleri arttıkça askeri darbeler birbirini kovaladı.‘İşkence’ler de darbelerin uzantısı olarak sahneye konuldu. Böylece AMERİKA’nın istemlerine uyarlı bir düzen kuruldu. Günümüzde ‘işkence’ bu düzenin aracı olarak güncelliğini korumaya çalışıyor”.
“Depolitizasyon” bir Amerikan yöntemidir
— Şahap BALCIOĞLU: 1982 Anayasası’nı izleyen dönemde çeşitli toplum katlarının, giderek yurttaşlardan çoğunun çeşitli yöntem ve önlemlerle politikadan uzaklaştırılmasını, başka bir deyimle “depolitize edilme” çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
— Talat TURHAN: Bu sorunun yanıtını “Savunma” kitabımın birinci cildinin 269 ve 270’inci sayfalarında birkaç cümleyle verildi. 19751i yıllarda, TÜRKİYE’de, savunmamla varlığından kamuoyunu haberdar ettiğim bir yapıttan söz etmek istiyorum. “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri- Counter Insurgeney Warfare” adını taşıyan ve David GALULA tarafından kaleme alman bu kitap AMERİKA’da “Frederick A. PRAEGER, Inc.” Adındaki firma tarafından yayınlandı. Sözü geçen yayım evinin ClA’yla anlaşmalı ve onun kitaplarını basan bir kuruluş olduğu geçenlerde CIA’nın eski başkanı Stanfield TURNER’in anılarında açıklandı. Kitap, TÜRKİYE’de, Genelkurmay tarafından Hasan LEMBET’in çevirisiyle 1965 yılında yayınlandı. Aynı yıl “Gayri Nizami Harp Talimnameleri”nin AMERİKA’dan alınarak çevrildiğini ve o konudaki eğitim ve örgütlenmenin başladığını görmekteyiz. Bu dönemde SUNAY’ın Genelkurmay Başkanı, Süleyman DEMİREL’in de Başbakan olduğunu hatırlatmamız gerekir. “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı yapıt, bir ülkede sol akımların ve sol muhalefetin hangi yöntemlerle bertaraf edileceğini teorik ve pratik olacak göstermektedir. Bu öneriler tümüyle anayasal sistemimize ters düşmektedir, ama 12 MART’tan bu yana kelimesi kelimesine uygulamaya konulmuştur. Anayasa ve yasalardaki değişiklikler de bu doğrultuda düzenlenmiştir. Kitap, “Temizlik Harekâtı”ndan sonra yapılacak seçimlere varıncaya kadar her türlü öneriyi içermektedir. Sözü geçen eserin 108′ inci sayfasında şu satırları görüyoruz;
“Seçimler neticesinde ayaklanmaları bastırmakla görevli tarafı istilzam ederek, tanınan veya onlara taraftar olduğu sanılan insanların seçilme şansı daha çoktur”.
109’uncu sayfadaysa;
“Ayaklanmaları bastırmakla görevli taraf kısa bir zaman içinde liderlerden hangilerinin verilen vazifeleri bihakkın yerine getirdiğini öğrenecektir” denildikten sonra, gerekirse “seçimlere hile katılması” önerilmektedir.
Bu yapıttaki istemlerle 1982 yılında TÜRKİYE’de gerçekleştirilen seçimlere Amerika’nın Turgut ÖZAL’dan yana ağırlık koymasını karşılaştırdığımız zaman ilginç sonuçlara ulaşabiliriz.
Anti-emperyalist, anti-kapitalist savaşını önlemenin tek yolu toplumları “depolitize” etmekten geçer. Bunun için de sosyal sınıfların örgütlenmelerini engellemek, demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamak gerekir. Böylece politik alan Amerikan işbirlikçisi sınıfların ve holdinglerin kontrolüne terk edilir. Yayın organları bu amaca uyarlı duruma getirilirken basın aynı doğrultuda koşullandırılmaktadır. Toplumu “depolitize” etmenin diğer araçlarından da bu arada kuşkusuz geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Gerekli silahlar için de özellikle en etkeni olan “fanatizm” den…
TÜRKİYE halkı çıkış yolunu bulacaktır
TÜRKİYE gibi azımsamayacak kadar batılılaşma, uygarlaşma ve demokratikleşme deneyi olan bir ülkede böylesine bir yapay düzeni uzun süre yaşatmak kuşkusuz olanaklı değildir. İktidar beş on işbirlikçi holdingi pompalayacak, holdingler o iktidarı her anlamla destekleyecek ve bu oluşum Türk halkına “demokrasi” diye yutturulacak… Boş hayaller bunlar…
1982 Anayasası’nın bugünkü tartışılan duruma gelmesine kanımca bu yapay oluşum neden oluyor. Tepki anayasalarının uzun ömürlü olmadığını biliyoruz. Bu gerçeğin Anayasa Hukuku’nda sayısız örnekleri var. 1982 Anayasası da, “evet” oranı yüzde kaç olursa olsun, diğerleri gibi kısa sürede demokratik yoldan değiştirilecektir. Toplumun demokrasi bilincine sahip çıktığı oranda ve “depolitizasyon” tuzaklarına düşmediği sürece bu değişim olumlu yönde olacaktır. Sosyal sınıflar, sendikalar ve dernekler, demokratik katılımla gerçek demokrasi koşulları içinde, TÜRKİYE’yi esenliğe kavuşturmanın yolunu bir gün mutlaka bulacaklardır.