2
SÖYLEŞİ

Direnmemi Bu Kitapla Sürdürüyorum

DİRENMEMİ BU KİTAPLA SÜRDÜRÜYORUM

ŞENOL ÇARIK’LA SÖYLEŞİ – ODATV – 18.12.2015

Talat Turhan, 91 yaşında ve hala üretiyor. 30. kitabı “Direniş”i kısa bir süre önce çıkardı. Talat Turhan deyince, akla ilk olarak 12 Mart 1971 faşist cunta döneminde yargılandığı ‘Bomba Davası’ndaki savunması geliyor. Kontrgerilla gerçeğini gözler önüne serdiği ve kendi tabiriyle “yargılayanları yargıladığı” 4 bin 280 sayfalık savunma…

Kurmay Yarbay rütbesinde 1964’te Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nden emekli olan ve o tarihten bu yana 30 kitap, yüzlerce makale yazan, televizyon programlarına katılan, yurt içi ve yurtdışında yüze yakın konferans veren Turhan, yeni kitabı Direniş’te ülkemizin yakın geçmişindeki olaylarını ele alıyor. Bir Amerikan üniversitesinde yapılan uzun süreli bir çalışma sonucunda 20. yüzyılda 38 lider arasında Atatürk’ün birinci olduğunu belgesel olarak açıklıyor.
Direniş’in bir ana teması da Turhan’ın Türkiye’de sürekli yargılanan (ya sanık ya da müşteki olarak) tek kişi olduğuna dikkat çekiliyor. 59 yıl yargılanmanın bir örneğinin daha olmadığı iddia ediliyor. Odatv’ye özel değerlendirmeleri arasında en dikkat çekici olansa Bomba Davası
ile Ergenekon davası arasındaki benzerlikler…

Söyleşi: Şenol Çarık
68’liler Birliği Vakfı’ndan Nigar Sancak Hoca ve sevgili dostum Adnan Tetikol ile birlikte Kuzguncuk’taki evinin kapısını çalıyoruz ‘Atatürk’ün Yarbayı’nın. Evin duvarlarında fotoğraflar, tablolar ve kitaplar. Giriş kapısından ikinci kata çıkarken merdiven boyunca bugüne kadar yazdığı tüm kitapların kapakları, sırayla ve yan yana asılmış. Askerlik günlerine ait belgeler, diplomalar ve fotoğraflar.
Sonra yüzümüzde tebessüm bırakan şu cümleleri söylüyor: “Babam Çayelili. 1922’de Elazığ’a yargıç olarak atanmış, orada annemle evlenmiş. Evlenme günü Cumhuriyet’in ilan edildiği gün. Ondan 11 ay sonra ben doğmuşum. Yüzde yüz Cumhuriyet çocuğuyum yani” (gülerek)
İlerleyen yaşına, geçirdiği ameliyatlar ve hastalıklara rağmen ayakta, dimdik ve sıcak karşılıyor bizi. Yeni kitabının sevinci okunuyor gözlerinde; “Ömrüm boyunca anlatacağım, yazmaya devam edeceğim” diyor. Karşılıklı hal hatır sormanın ardından sohbetimize başlıyoruz. Ülkemizin kırılma anlarının, yakın tarihimizin belki de son tanıklarından biri. Konuşacak, soracak o kadar çok şey var ki…
-Şenol Çarık: Söze en güncel olandan başlamak istiyorum. Yeni kitabınızı, Direniş’i çıkardınız. 53 yıllık hak, hukuk ve adalet arayışında 30. kitabınız değil mi?
-Talat Turhan: Evet, 30. kitabım Direniş. Bu kitabımı hak, hukuk, adalet mücadeleme özverili ve özenli çalışmalarıyla katkı veren avukatlarıma ve bozuk düzenin zulmüne uğramış vatandaşlarıma armağan ediyorum. Hep hedef seçildim. Bu süreçten geçerek 91 yaşıma geldim, yaşamımla düzen bozukluğunu kanıtlamış olmaktan gururluyum. Yaşadığım insan aklının almayacağı uygulamalara ödün vermeden direnen bir kişiyi en azından bu kitapla daha da tanıyıp, halkım mücadeleme sahip çıkmalıdır diye düşünüyorum.
Benim anlayışıma göre bir adamın taşıdığı rütbe ya da bulunduğu makam o kişiye onur kazandırmaz. Onur bir kişinin yaşamı boyu sürdürdüğü olumlu davranışın bileşkesiyle şekillenir. Çıkarı için her kalıba girmekte sakınca  görmeyenlerin onur ve saygınlıktan söz etmeye hakları olabileceğini sanmıyorum.

“HAKKIMI HELAL ETMİYORUM, TARİHİN YARGISINA HAVALE EDİYORUM”
Bomba davası süresi ve sonrasında çektiklerimizin hesabını kimse vermedi. Kanımca bana yapılan tüm bu olumsuzlukların baş sorumlusu olan, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Orgeneral Cemal Tural ve dönemin siyasi iktidarlarını, Orgeneral Faik Türün, Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ü suçladım ve suçlamaya devam ediyorum, hakkımı helal etmiyorum. Onları tarihin yargısına havale ediyorum. Direnmemi bu kitapla da sürdürüyorum. Savaşım vermeye yıllardır devam ediyorum. Hak mücadeleme sahip çıkılmalıdır.

“BOMBA DAVASI DA ERGENEKON DA ABD GÜDÜMLÜDÜR”
– Kitabınıza ekli bir cd var. 12 Ocak 2009 tarihli Merdan Yanardağ’ın Kanal Biz’de hazırlayıp sunduğu 5. Boyut programının kaydı. “Kontrgerilla gerçeği ve Ergenekon” konulu.
Bomba davası ile Ergenekon ve benzeri davalar arasında ilişki vardır, çünkü her iki dava da ABD güdümlüdür. Bomba davası TSK’yı yıpratmak için kullanılmış, yeterli alt yapı yaratıldıktan sonra Ergenekon vs. davalar ortaya çıkarılmıştır. Kamuoyu yaratılmış, kamuoyuna bütün TSK darbeci olarak tanıtılmış, sonra TSK’yı etkisiz hale getiren bir tas􀂡ye hareketi başlatılmıştır. Ben bunu şimdi söylemiyorum, Yanardağ’ın programında yaklaşık iki saat konuştum. Ergenekon yeni başlamıştı, bunların hepsinin uydurma olduğunu söyledim.

“YABANCI BİR ÜLKE TÜRKİYE’Yİ İŞGAL ETSE TSK’YA BU KADAR OLUMSUZ ETKİ YAPAMAZDI”

Programda, Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’in o ıslak imzalı denilen belgesini gösterdim ve dedim ki; “Askerlikte önemine göre bir emir 5-6 kademeden geçer. O kademeler paraf ederler, ‘biz bunu gördük ve onaylıyoruz’ anlamındadır. Oraya paraf koyan insanların bir sorumluluğu yoktur. Son imza komutana aittir. Ve askeri kurallara göre ‘bir birliğin yaptığı ve yapamadığı her şeyden komutan sorumludur’. Yani siz Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’u tutuklamadan Dursun Çiçek’i tutuklayamazsınız.” Oysa tam tersi oldu. Siyasi havaya göre, dıştan gelen etkilere göre TSK üzerinde bir operasyon yapıldı.
Yabancı bir ülke gelse, Türkiye’yi işgal etse silahlı kuvvetlere bu kadar olumsuz etki yapamazdı, çünkü başta deniz kuvvetleri olmak üzere silahlı kuvvetlerin komuta kademesinin seçkin ve değerli elemanları tasfiye edildi. Bundan yıllar önce bir TV programında ve kitaplarımda açıkladım, son kitabımda da yer verdim; Karşı-devrimci Cephe’nin mutlaka bir Genelkurmay Başkanı tutuklayacağını açıkladım.
Siyaset kinden arınmış, objektif, belli kriterlere göre yapılır ama siyasete intikam koyduğunuz vakit o zaman o siyaset olmaktan çıkar. Özgürlük ve demokrasi ise sadece lafta kalır.
Bir toplumda her kesim kendi alanı içinde kalmalı ki o toplumda huzur olsun. Yani iş adamlarının askerlerin işine karışma gibi bir hakkı yok. Ama tam tersine 27 Mayıs’tan itibaren en az 40 sene büyük iş adamları askerleri kullanmak suretiyle silahlı kuvvetleri yanına almayı tercih etti. 1960’tan 2000 yılına kadar olan zamanda büyük şirketlerin, bankaların, holdinglerin yönetim kurulunda hep generalleri görürsünüz.
– Şu anda kalmadı değil mi?
Hayır, kalmadı, bıçak gibi kesildi. ‘Vesayet’ lafı falan bunun için söyleniyor. Silahlı kuvvetlerin toplum nezdindeki itibarı belirli bir süreçten beri zaten yıpratılmaya çalışılıyor. Bu 27 Mayıs’tan sonra Başbakan Süleyman Demirel iktidarıyla başladı.

“27 MAYIS’I EMİRLE ‘TU KAKA’ YAPAMAZSINIZ!”
– Şimdi neden herkes 27 Mayıs’ı karşısına alıyor?
Arşivi açsınlar baksınlar. Gerek iç basın gerek dış basın, gerek buradaki üniversiteler gerek yurtdışındakiler, 1961 Anayasası’nın dünyanın en mükemmel anayasası olduğuna ilişkin binlerce makale, onlarca kitap yazdılar. Hukuk bir bilimse eğer ve de en büyük hukukçular Türkiye’de bu anayasayı yapmışsa, 30-40 yıl bütün dünya bu anayasanın çok üstün bir anayasa olduğunu kabul etmişse, bir anda bu anayasaya ‘tu kaka’ yapmak bilimsel verilere aykırıdır.
27 Mayıs gerçekten de bilhassa 1950-60 döneminde DP’nin karşıdevrimci icraatına tepki olarak yaşanmış bir olaydır. O anayasayı beğenmeyenler bugün bilimsel verileri de koymak zorundadır, çünkü bu, anayasa profesörlerince yapılmış bir anayasadır, bütün dünyanın kabul ettiği bir anayasadır, birdenbire emirle bunu ‘tu kaka’ yapamazsınız, yaparsanız da bu gerçekçi olmaz. Kaldı ki 1961 Anayasası’nın 55 maddesi 3 taksitte değiştirildi. 1980 dönemi ve sonrasında da sürekli anayasayla oynanarak bir yere varılamadı. (Arap Baharı kitabımın sayfa 117-128’de Anayasa konusuyla ilgili görüşlerim yayınlanmıştır)

“57 YILDIR YA SANIK YA DA MÜŞTEKİ OLARAK YARGILANIYORUM…”
Aşağı yukarı yakın tarihe en çok tanıklık eden kişilerden birisiyim. Bu tanıklığımın bana yüklediği sorumluluğu sonuna kadar yerine getirmeye çalıştım. Bildiğim doğrulardan hiç şaşmadım. Onun için hapishaneleri, işkenceler, sürgünleri yargılamalara bir insanın tahammül edemeyeceği ölçüde baskılar gördüm, onları da göğüsledim. Onlar yetmedi 57 yıldan beri ya sanık ya da müşteki olarak yargılanıyorum, halen de bir kişiye açtığım tazminat davası devam ediyor. Türkiye’de ve dünyada, iddia ediyorum, varsa açıklayın ben de öğreneyim, 57 yıl
sürekli ya sanık ya müşteki olarak yargılanan tek kişi olduğumu düşünüyorum.
– 12 Mart’ta idamla yargılandınız değil mi?
İdamla yargılandım, gerek 1963’te, gerek 1972’de orgeneraller ‘bu adamı alın ve asın’ dediler. Ben aklımla, enerjimle, kültürümle, hırsımla, o emirle adam asmak isteyenlerin hesaplarını boşa çıkardım, şimdi yaşıyorum. Sanık olarak yargılandığım iki tane dava var. ‘Genç Kemalistler Ordusu Davası’ ve ‘Bomba Davası’. Her iki davada da hapis yattım.

“EMİRLE İKİ KEZ İDAM EDİLMEK İSTENDİM”
– Bomba Davası’ndaki savunmanızdan dolayı sizin için “Türkiye’nin Dreyfus’u” diyenler var.
Son yazdığım kitapta dedim ki “ya ayıptır, bu ülke kadar haksızlık yapılan bir ülke yok”, ölenler için bir şey demiyorum onlar sıra dışıdır, onlar kendi davaları için ölmüşlerdir. Ama kalanlar için; haksızlık kime yapılırsa, özellikle siyasi davalarda, bir ‘Dreyfus’ lafı çıkıyor. Bana da rahmetli İlhan Selçuk “Dreyfus” sıfatını yakıştırmıştır. ‘Bırakın artık dışarıdan haksızlığa uğramış bir kişiyi örnek göstermeyi, Türkiye’de haksızlığa uğramış bir adamı örnek seçin, ben adayım’ dedim.
İki kere emirle idam edilmek istenildiğimin kanıtlarını kitaplarımda bulabilirsiniz. Bu gerçeğin saptanılması için Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ve İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal’a öneriyorum, “bir kampanya başlatın ve bir ‘Dreyfus’ buradan seçin de ithal Dreyfus olmasın artık”. Kaldı ki Dreyfus haksızlığa uğramıştır ama Fransız toplumu sahip çıkmıştır ona.

“DREYFUS ÖNERİME UMARIM SAHİP ÇIKILIR”
Emile Zola “J’Accuse” (Suçluyorum) diye bir kitap yazmıştır. Bu kitaptan sonra Dreyfus kavgası başlamış, üç kez Fransız hükümeti istifa etmiştir. Dreyfus’un haksız yere mahkum edildiği tespit edildikten sonra serbest bırakılmıştır. En azından Dreyfus hakkını almıştır, ülkemizde hakkını alamayan binlerce, on binlerce insan var. Bunlardan biri de benim. 30 kitap oldu, yazıyorum. En azından haksızlığa uğramış kişiler bir dayanışma içinde birbirlerine sahip çıksalar, yaşanan 30-40 yıllık bu tarihin bütün iğrençlikleri ortaya dökülür.
Eğer daha fazla imkanım olsaydı 100 kitapla ölürdüm diye düşünüyorum. Dolayısıyla böyle bir Dreyfus önerim var, umarım sahip çıkılır, böyle bir çalışma yapılır ve haksız olan kişilere sahip çıkılır. Buna daha doğrusu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nın sahip çıkması gerekirdi.
Montesquieu’ye ait olan bir söz anımsıyorum: “Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan tehdittir”. Eğer halkımız bu anlayışı benimsemezse, ünlü “Bir gün size de gelecek” söylemi gerçek olabilir. Bu söylemin sahibi Alman papaz Müller’dir. (Bunu 1986’da yayınladığım Bomba Davası kitabımın önsözü yaptım.)

“KİTABIMIN İKİNCİ CİLDİNİ CUMARTESİ ANALARINA İTHAF ETTİM”
– İki cilt değil mi Bomba Davası kitabınız?

Evet, ilk cildinde kullandım bunu. Şimdi artık o günden bu yana devam eden bir slogana dönüştü: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!”
Kitabımın ikinci cildini Cumartesi Analarına ithaf ettim. Bunları şundan anlatıyorum, her konuda objektif olmaya çaba sarf ettim. Ona rağmen herkes bana bir sıfat ekliyor. Benim hak etmediğim sıfatları ekleyenleri kınıyorum. Ama her türlü eleştiriye açığım. Otuz kitabımı okusunlar, ondan sonra beni eleştirsinler, öyle ön yargılı eleştirenleri hiç dikkate almıyorum.
-1960’tan 2000 yılına kadar büyük şirketlerin, bankaların, holdinglerin yönetim kurulunda hep generalleri görürsünüz, demiştiniz. Örnek verebilir misiniz bu isimlere?
Biri 12 Mart’ın lideri, yani Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç. Emekli olduktan sonra TSKB’de (Türkiye Sınai Kalkınma Bankası) Yönetim Kurulu Üyesi yapıldı. TSKB, Atatürk’ün devletçilik ilkesini çökertmek amacıyla özel sektöre finans aktarmak için kurulmuştur. Hissedarlar arasında IFC denilen uluslararası finans kuruluşları da yer almaktadır. Tağmaç, Genelkurmay Başkanı olduğu vakit Genelkurmay J (J-5) Başkanı olan general bir dosya getirir. Altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Tağmaç’a der ki, ‘Türk-Yunan ilişkileri bugüne kadar şu aşamalara göre yönetilmiştir ama o günden bugüne çok şeyler değişti, bu dosyada bu ilişkilerin yeniden düzeltilmesi için her türlü çalışma vardır. Yakında NATO toplantısına gidecekseniz, orada bu tezi savunursunuz.’
Genelkurmay Başkanı o dosyayı fırlatır atarve,‘ben burada oturduğum sürece Amerikalılarla ihtilaf yaratacak hiçbir konu önüme gelmeyecek’ der.
Bunları 30 yıl evvel yazdım. Şimdi bu orgeneralin ABD’nin büyük sermayesi olduğu bir bankada yönetim kurulu üyesi olmasının bir manası yok mudur?
Bu kişinin 12 Mart’ın başında olmasının bir anlamı yok mudur? Hele AP’li Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, “12 Mart’ta büyük ölçüde CIA vardır” dedikten sonra.
Bunun gibi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar (E) TSK’dan ayrılınca Akbank Holding’te görev almıştır.

“DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONUNA: 27 MAYIS BİR DEVRİMDİR”

Bundan 2 yıl önce TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tanıklığıma başvurdu. Dedim ki, size bir görev verildi, siz o görevin altını dolduracaksınız. Değil siz, 30-40 kişilik bir tarihçi grubu beş sene çalışsa burada gerçeği çıkaramaz. Ama size verilen talimat 27 Mayıs dahil bütün darbeleri, ki ben 27 Mayıs’ı darbe saymıyorum, bir potaya koymak ve suçlamak. Mümkün değil çünkü, istihbarat çalışmalarında, ve darbe öncesi çalışmalarda “kompartıman usulü” geçerlidir.
-Ne demek bu?
Diyelim ki istihbarat örgütünde görevlisiniz. 50 tane oda var, her odada bir iki görevli var. Bu odada bulunanın yaptığı işi diğer odadaki bilmez, bilirse mahvederler. Dolayısıyla herkes her kompartımana giremediğine göre orada gerçekleri çözemezsiniz. Ben de komisyona bunu söyledim; “27 Mayıs bir devrimdir” dedim.

“ASACAKLARDI, TUTMADI!”
Komisyon başkanı hemen karşı çıktı, çünkü benden böyle bir şey beklemiyorlardı. Dedim ki devrimin tanımlaması var lugatlarda. “Bir ülkede ani ve hızlı değişim”, parlamentonun, hükümetin tümünü içeri tıkan bir hareket devrim değilse, hangisi devrimdir dedim. Öbürleri en aşağılık darbedir. Bütün hayatım “12’li darbeyle mücadeleyle geçti dedim. Neden? 12 Mart’ta içeri alıp, asacaklardı tutmadı. 12 Eylül’de hakkımda tutuklama kararı çıkardı Ankara, burası (İstanbul) uygulamadı.

“SÖZDE CUNTANIN İSTANBUL KESİMİ LİDERİYMİŞİM”
-12 Martçılar sizi darbecilikle suçlamamışlar mıydı?
Diyemeyiz, çünkü orada Türkiye’nin askeri yargı tarihinde eşi görülmemiş bir kumpas var.
-Nedir o kumpas?
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler( Daha sonra Genelkurmay Başkanı oldu), Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan Marksist-Leninist bir cunta kurmuşlar, iddia bu.
-9 Martçılar mı?
Evet, ben de iddianameye göre o cuntanın İstanbul kesimi lideriymişim. Ben Muhsin Batur dışında öbürlerinin yüzünü bile görmedim hayatta. Ve o amaçla İstanbul’daki bütün terör olaylarını darbeye zemin hazırlamak için yapıyormuşum. Boğaz köprüsü yapıldığı vakit havaya uçurmayı düşünüyormuşum (o tarihte köprü henüz yapılmamış).
Bilinmeyen işyerlerinden bilinmeyen miktarlarda para alıp örgüte verdiğim tespit edilmiş, örgüt kim; Genelkurmay Başkanı! Bu çok aşağılık bir iddia. Orada 12 Mart cuntası ikiye parçalandı. Bir tarafta Faruk Gürler ile Muhsin Batur, öbür tarafta Cevdet Sunay ile Memduh Tağmaç. Bomba Davasını kullanarak bu komutanları tasfiye edecekler. O nedenle diyorum ki, Bomba Davasıyla Ergenekon vb. davalar arasında kesin irtibat vardır. Yani bir ordu Orgeneral seviyesinde çatışıyor.

Siyasi duruma göre zamanı gelince adı geçen komutanları Bomba Davası’nda Ek İddianame ile ‘sanık’ ilan ediyorlar, ama mahkemeye getiremiyorlar. Benim iddiamda bu. “Asli fail” olmayan yerde “fer’i fail” olmaz. Bu nedenle birlikte suçlandığım komutanların mahkemeye getirilmesini talep ediyorum. ‘Güçler dengesi’ buna izin vermiyor. Bomba Davasının tüm yükü üstümde kalıyor.
-Bu kadar kişi varken Türkiye’de, neden sizin üzerinize gidiyorlar?
27 Mayıs’tan sonra iki yıl Milli Savunma Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü yaptım. O sırada Yassıada duruşmaları devam ediyordu. Örtülü ödenekten de Adnan Menderes yargılanıyordu. 27 Mayıs’tan sonraki Bakanlar korktukları için örtülü ödeneğe el sürmüyorlar, örtülü ödeneği Özel Kalem Müdürleri idare ediyordu.
MSB Özel Kalem Müdürü olarak bakanlık kontenjanı olan örtülü ödeneği kullanmadım ve kullandırtmadım.
-Miktarı nedir bu paranın?
Asgari olarak yılda 500 bin lira, 2 yıl kaldım 1 milyon. DP’den kalan 5 bin 500 liranın 4 bin lirasını 4 ayrı bakan döneminde sarf ettim, kalan parayı devrettim. Çünkü bizim felsefemizde “devletin malı deniz, yemeyen domuz” denen şey yoktur.
O arada Milli Savunma Bakanı emir veriyor, yapmak zorundayım. Bugünkü teknolojiye sahip değiliz. Bakanın telefonları günde yüz kere çalıyor, mikro telefonu kaldırmak zamanını alıyor, iş yapamıyor. Bakan emir veriyor, “Buraya bir alet koy ve öyle konuşalım”. Diafon diyorlardı o alete, Türkiye’de yoktu. Muhabere Ana Deposu’na talimat verildi, onlar ürettiler.“Genelkurmay Başkanı odasına, Kara Kuvvetleri Komutanı odasına, kurmay başkanı, müsteşar odasına bir diafon koy ve ben ahizeyi elime almadan konuşayım” dedi. Vay efendim, kıyamet koptu! Ben bu komutanları dinlemek için odalarına alet yerleştiriyormuşum. Cevdet Sunay, Memduh Tağmaç, Orgeneral Zeki İlter ve
Korgeneral Nusret Bulca hemen düşman oldular bana. Bu kişilerin tavrı hep karşıma çıktı.

MEMDUH TAĞMAÇ TEKAMÜL KURSUNU NASIL TAMAMLADI?
Memduh Tağmaç’a döneceğim yeniden. Tağmaç hakkında şu söyleyeceklerimi darbe komisyonuna açıkladım, ama doğru dürüst yazılmadı. Ondan sonra bir kitap çıkardım, Meclis Başkanını muhatap aldım, doğru dürüst yazılmamış dedim, tarihi bir konuşmadır, bugüne kadar da hiçbir yerde söylemedim. Meclis Başkanına etkili bir iki kişi gönder düzeltelim dedim. Ses seda çıkmadı günah benden gitti.
Bir kişi general olmak için TSK’da, sınıfının tekamül kursundan geçmek zorundadır. Tağmaç da Albay Topçu sınıfında, Topçu tekamül kursundan geçmezse General olamaz.
-Siz de topçusunuz değil mi?
Evet, ben uçaksavarcıyım. Farkı teknik konudadır. 1948 yılında radar (SCR-584) ve komuta aleti (M-8) kursu görüyordum. Komuta aleti işte bu bilgisayarların ağababasıdır. 9 ay Tuzla’da kurs gördüm. Öğretmenlerimiz Amerikalı ve İngiliz subaylardı. Çok zor ve teknik bir kurs olduğu için onur meselesi yapmıştık. 24 adayın tümü kursu tamamladı.
Tağmaç, topçu tekamül kursuna gidiyordu. Atış dersinden 100 üzerinden 14 puan alıyor. Tabya dersinden 40 alıyor. Geçerli numara 60. Öğretim Kurulu toplanıyor, yapılacak tek şey var ‘ilmi kifayetsizlik’ten emekli. Yani bitiremiyor kursu, başarılı olamıyor.
Öğretim Kurulu tartışıyor; “okulumuzun ödeneklerini kurmaylar veriyor. Eğer biz Tağmaç’ı refüze edersek ödeneğimiz kesilebilir, topçu camiasına zararımız olur” kararına varıyorlar. 14 numarayı 60’a, 40’ı da 60’a çıkarıp geçiriyorlar. Bunu bana atış öğretmeni Topçu Albay Ahmet Işık anlattı.
Bu yetenekteki bir kişi, biat kültürünü benimsemiş, etliye sütlüye karışmaz, kendinden üstüne hep ‘evet’ der bir kişi. Amerika’nın dostu olan bu kişiyi hem Genelkurmay Başkanı yapacaksınız hem de CIA güdümlü bir darbenin başkanı yapacaksınız. Hem de Amerika’nın sermayesi olan bir bankada Yönetim Kurulu başkanı yapacaksınız. Bir darbe böyle suçlanır, öyle lafa falan değil. Bu tür angaje kişilerin yönettiği dıştan güdümlü bir darbeden ne beklenebilirdi?
Şimdi, ‘arkadaş sana bir yerde Yönetim Kurulu üyeliği vermediler, onun için bunları kıskanıyorsun’ diyebilirsiniz. Emekli oldum, üç aylık maaşım bin 379 liraydı.
-1964 yılı mı?
Evet, 64’te emekli oldum, 65’te zamanın Sanayi Bakanı Mehmet Turgut beni Ankara’ya çağırdı.
-Adalet Partili’ydi değil mi?
Evet, biraz sohbet ettik. “Talat Bey, size bir görev vermek istiyoruz” dedi. ‘Ne görevi veriyorsunuz’ dedim; Ereğli Demir Çelik Fabrikaları Yönetim Kurulu Başkanlığı. Maaşı aylık 25 bin lira. Özel arabası, yazlığı, kışlığı, lojmanı, hatta özel küçük bir de uçağı var. Türkiye’de özel uçağı olan tek makam.
“Mehmet Bey sizin bana sunduğunuz şu imkanlara koşacak on binlerce kişi var” dedim. “Talat Bey, biz sizin yeteneğinizi biliyoruz” dedi.
“Ama Mehmet Bey beni bir sene bol paraya alıştırırsınız, ayda 400 lira nere 25 bin lira nere. Ondan sonra bizim partiye gel dersiniz. 40 yıllık geçmişimi inkar etmiş olurum” dedim.

“1 MAYIS 1977 KATLİAMINDA DAHA ÇOK İNSAN ÖLSEYDİ DARBE OLACAKTI”
1 Mayıs 1977 katliamında, çoktandır söylüyorum; 34 yerine 334 kişi ölseydi dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun darbe yapacaktı. Yani 1 Mayıs Namık Kemal darbesinin gerekçesini oluşturacaktı. Bugüne kadar bu şekilde bir değerlendirme yapılmadı. (Antalya’da Kaleiçi Kültür Evi’nde verdiğim bir konferansta açıkladım. Ertesi gün Milliyet’te yayınlandı, 77 yılında)
Fakat o kadar kişinin ölmesi yeterli görmediler, darbeden vazgeçtiler. Gelen iktidar Namık Kemal ve arkadaşlarını emekliye ayırdı.
Aradan 3 yıl geçti, 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Namık Kemal İş Bankası Yönetim Kurulu Üyesi oldu. Bir yandan darbeci diye suçluyorlar, bir yandan da darbeciye asgari ayda 18 bin lira veriyorlar. Bunlar birbirine bağlı. İşte bu bozuk düzen, karşı devrimin düzeni. Bununla mücadele etmek lazım, yapmaya çalıştığım “Direniş”in özü bu!

“İŞKENCECİLERİN İŞKEMBECİ OLMASI TESADÜF DEĞİLDİR”
Ziverbey işkence köşkünün baş yöneticisi Tümgeneral Memduh Ünlütürk, emekli olduktan sonra Ereğli Demir Çelik Fabrikaları Yönetim Kurulu Üyesi oluyor. Tesadüf mü? Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük işkenceci Faik Türün, emekli olduktan sonra milletvekili yapılmak isteniyor, olamıyor. Bu sefer Umumi Mağazalar Yönetim Kurulu Üyesi oluyor.
Ziverbey işkence köşkünün baş işkencecisi MİT Ajanı Eyüp Özalkuş (Emekli Topçu Binbaşı) emekli olunca THY (Türk Hava Yolları)’na atanıyor, oradan da Tel Aviv’e THY Büro Şefi olarak gidiyor.
Faik Türün’ün Genel Sekreteri Süvari Albay Şahap Atalay İstanbul Havaalanı Komutanı oluyor. Daha çok örnekler verebiliriz. Bu kadarı bile işkencecilerin işkembeci olmaya çok hevesli olduğunu kesinlikle kanıtlamaktadır.
“Savunma-1” adlı kitabımın sonunda “işkencecilerin işkembeci olması tesadüf değildir” diyorum.

“ABD 27 MAYIS’I GÖZDEN KAÇIRMIŞTIR”
-1952’de NATO’ya üye oluşumuz Cumhuriyet’in ve kazanımlarının ortadan kaldırılmasında ilk adımdır, desek doğru bir yaklaşım olur mu?
DP “NATO’ya girersek Amerika’nın daha fazla gözüne gireriz” sevdasındaydı. Bu amaçla Kore’ye asker göndermeyi teklif etti. Kore Savaşı başladı. O dönemin Dışişleri Bakanı Ali Fuat Köprülü, koca profesör, bir kolordu teklif etti.
NATO’ya girmekle iş bitmedi, ABD’nin istekleri devam etti. NATO’dan öncesi de var. İsmet Paşa döneminde, 1947’de ilk ikili anlaşmada İnönü’nün imzası var. (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İç yüzü) “Arap Baharı”nda yazdım. Amerika 300 bin dolar verdi İsmet Paşa’ya, Türkiye’yi teslim aldı. O tarihten itibaren sayısız ikili anlaşma, önüne gelen ikili anlaşma yapmış. 1968-69 yılları içinde bu anlaşmaları birleştirmek istediler, Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı bulamadı. ABD’den istediler anlaşmaları, bunlar hepsini topladılar ve SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması) yaptılar. Dolayısıyla 1947 yılında verilmeye başlanan ödün, DP döneminde aratarak devam etti, 1958’e kadar. Ekonomide serbest piyasa uygulanmaya çalışıyor, ama bütçe yeterli değil. Amerika’dan 300 bin dolar daha istiyorlar, ABD vermedi. Menderes gitti bu parayı Rusya’dan istedi, Menderes’in göbeği kesildi.
O nedenle Amerika’nın istihbaratının şundan haberi, bundan haberi var, tamam ama 27 Mayıs’ı gözden kaçırmıştır. Kaçırdıktan sonra 27 Mayısçıların yapmak istedikleri işine gelmediği içinde buradaki politikacılarla beraber ilk günden itibaren taş koymuştur.

Albay Dickson diye bir Amerikalı bir rapor yayınlıyor. Şu şu adamların tasfiyesi diyor. 60-70 dönemi sivil-asker her kesimde devrimci tandans gösteren kişilerin tasfiyesi dönemidir.
-12 Mart, Bomba Davası vb. Kemalist damarın ordudan tamamen kopartılması operasyonu mudur?
Bu, Dickson raporuyla ortaya çıktı. 12 Mart’tan sonraki tasfiye adeta ‘düy dikti’. Oradan kalanlar da 12 Eylül’de temizlendi. CIA Ajanı Philipe Ageeadlı kitaplarında bu tür tasfiyelere “Temizlik Operasyonu” diyor. Her dönem düzene karşı olanların listesi tutulur ve bu listelere “LYNX”
denilmektedir. Sıkıyönetim, olağanüstü hal dönemlerinde bu operasyonlar tamamlanır. Türkiye’de de örneğin “DEV-KURT” (Devleti Kurtarma) vb. listeler uygulamaya konuldu. Ve yukarıda açıkladığımız temizlik operasyonları yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor.
Genel bir değerlendirme yaparsak 12 Mart’ta Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri’nin devingen kesimi temizlendi. Ordunun tümünü temizlemek için, kumanda heyeti dahil ‘Bomba Davası’ ortaya çıkarıldı. Korgeneral (E) Cemal Madanoğlu grubunu temizlemek için, orada İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal var, “Madanoğlu Davası” ortaya çıkarıldı.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın genç subaylarını temizlemek için de “84 Sanıklı Dava” ortaya çıkarıldı.
-Ergenekon, Balyoz da böyle değil mi?
“Savunma” kitabımda bir şema yaptım;“Türkiye’nin düzenini kendi amaçları doğrultusunda değiştirmek isteyen dış ve iç güçler ittifakı”.
İkinci bölümde merkezde bomba davasını koyuyorum. Diğer bütün davalarla bomba davasını irtibatlandırıyorum. Ergenekon davası başladığı günlerde, onun evvelsine ait Taraf’ta Wikilekas belgeleri yayınlandı. Orada zaten bütün tablo açık. Diyor ki, Türk generalleri üçe
ayrılmıştır. Atlantikçiler, Avrasyacılar, Milliciler. Atlantikçileri bırak diğerlerini içeri al diyor.
İsim veriyor. Bu isimler içeri girdi. Bu değerlendirmeyi kimse yapmadı. Komplo çok eskiden Amerikalılar tarafından kurulmuş, çünkü ABD 1 Mart tezkeresine TSK’nın baskısıyla meclisin onay vermediğini düşünüyor. Onun intikamı alınıyor silahlı kuvvetlerden.
Buna rağmen Orgeneral İlker Başbuğ ‘eğer 1 Mart tezkeresi geçseydi bunlar olmazdı’ diyor, insan bu kadar saf olabilir mi? Bu yaşandıktan sonra bir de. Orgeneral Hilmi Özkök de aynı kanıda.

“KARŞI DEVRİMİN ÖZELLİĞİ BUDUR…”
-Sizin daha iyi bildiğiniz üzere, tarih iki adım ileri bir adım geri yaşanıyor. İlk iki adımın hep tarihi sindirmek için olduğu söylenir. 13 yıllık bir AKP iktidarını yaşıyoruz. Bu, tarihteki bir adım geriye atışımız mıdır?
Evet, karşı devrimcilerin özelliği budur. İki adım ileri, bir adım geri atarlar, sonuçta bir adım kazanmış olurlar.
Mesela Orgeneral Turgut Sunalp 18 yıl yurtdışında kaldı. 18x12x10.000, yani en az 2 milyon 160 bin lira maaş aldı. Düzenin has adamı olduğu için bu kadar maaş alıyor. Bu asgarisi. Daha da yukarı çıkıyor.

“TURGUT SUNALP İŞKENCEDE BENİ SEYRETTİ”
Bu yetmedi, Sunalp’ı emekli olduktan sonra Ottowa’ya Büyükelçi atadılar. Sunalp diyor ki; “Ben NATO’ya giden ilk subaylardan biriyim, Amerikalıları çok severim, onlarla senli benliyimdir”. 27 Mayıs olduğu vakit İskenderun’daydı. 27 Mayıs sonrasında Sunalp’le çatışmak zorunda kaldım. Kendi subayları bana geldi, 28 Mayıs’ta, “Biz bu Turgut Sunalp’ı öldüreceğiz” dediler. Ben engelledim. Sonra Genelkurmay bir hakim gönderdi, Yüzbaşı Turgut Akan, olayı tahkik etti, bana teşekkür etti ve gitti.
Turgut Sunalp, 1972 yılı Temmuz ayında işkencede beni seyretti. Bu kadar iğrenç adamların bu kadar yüksek yere gelmesini anlamak mümkün değil. Bu tek başına bozuk düzenin bile göstergesi.

“BAŞBUĞ ASKERİ KİMLİĞİMİ ALDI”
-Kitabınızda Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a yer ayırdığınızı ve pek çok eleştiride bulunduğunuzu görüyoruz.
O’nun hakkında kitabımda çok açık sözler yazdım. 48 yıl kullandığım askeri kimlik kartımı elimden aldı, ben şimdi orduevlerine gidemiyorum.
-Neden?
Mason olduğu için. Ben anti-masonik yayın da yapıyorum. Bu kitapta iç yüzünü açığa çıkarmaya çalıştım. Hem Avrasyacı hem Atlantikçi hem de mason olunabilir mi?
Merdan Yanardağ programda bana sordu; ‘İlker Başbuğ’ dedi, ‘günaydın’ dedim. “Kurmay” ismini Atatürk koymuştur. Eskiden “erkan-ı harp zabiti”ydi. Kurmay demek tasarımcıdır. En büyük tasarımcı Genelkurmay Başkanıdır. İleriki olası durumlara ilişkin birçok plan yaptırır. Aradan altı ay geçer, öyle bir durum gelir ki o öngörü sayesinde, o yaptığı plana çok yakın bir durum ortaya çıkınca planı revize eder, yürürlüğe koyar. Görüyorum ki İlker Başbuğ olayların peşinde gidiyor. Böyle kurmay olmaz. Sonra dedim ki ben genelkurmay başkanı olsam bir tek subayın kimse kılına dokunamaz. Neden, çünkü sana tertip kuruluyor. O durumda sen de hakkını koruyacaksın.
Hukukta “ihkak-ı hak” diye bir kavram olduğunu Orgeneral İlker Başbuğ bilmiyor muydu?
Dur dur dur, bütün askerlerini ver ondan sonra sıra sana gelsin ve içeri girerken gazetecilere; “Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlandı. Takdir yüce Türk milletinindir” de.
Kanımca ülkemizin sürekli artarak devam eden sıkıntılarının kökeninde “kat-ı rical” yani ‘devlet adamı noksanlığı’ yatmaktadır. Şu anda ne yazık ki gerek iktidarda gerek muhalefette gerekse bürokrasinin iki kanadında da bunu yaşıyoruz.
-Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Beni değerlendirenler yazdığım kitapları okuyup değerlendirsinler. Kendimi “Sol Kemalist” olarak sayıyorum. Beni savcı ‘Marksist-Leninist’ olmakla suçladı. Kalktım dedim ki, “Kapital’i okuyup anlamadan Marksist-Leninist’im diyen namussuzdur. Kapital’i okumadan bir adamı Marksist-Leninist olarak suçlamak da namussuzluktur” dedim (Maksadım Askeri Savcıyı dolaylı olarak suçlamaktı).

Ve devam ettim: “Bana gelince, zaten askerlikte bize bu tür kitapları okutmaları mümkün değildi, Ulus gazetesi okumak bile yasaktı. Zaten o tür kitaplar yoktu piyasada. Ben şimdi emekli oldum ‘Kapital’i aldım, tam okuyacaktım, elimden aldınız o kitapları. Eğer okuyup da inansaydım takır takır sizin karşınızda ‘ben Marksist-Leninistim’ derdim. Şimdi diyecek altyapıda kültürde kendimi hissetmiyorum.
Şenol Çarık
Odatv.com

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....

anlaşmalı boşanma

anlaşmalı boşanma