2
Yurtiçi Basın

İyi Asker İyi Devrimci

TALAT TURHAN: İYİ ASKER, İYİ DEVRİMCİ
TÜRKSOLU – 01 AĞUSTOS 2017
Gerici reformcu; ilerici devrimci olmak zorundadır

“İdarei-i maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar” sözünü hatırlamanın zamanıdır. Evet söz Atatürk’e ait, yani ülkemizin yetiştirdiği en büyük devrimciye. Birkaç meseleyi iç içe, çeşitli portrelerle ve çeşitli anlayışları karşılaştırarak inceleyelim.
Öncelikli meselemiz mevki meselesi. Mevki, mevzi midir değil midir?
Atatürkçülerle, yani toplumumuzun ileri güçleri ile Atatürk düşmanları yani gericiler arasındaki savaşım Cumhuriyet kurulduğundan bu yana devam ediyor. Demek ki 80 yılı aşkın bir mücadele hakkında değerlendirme yapacağız. Soralım o zaman 80 yılda nereye geldik bu savaşımda?
Önce belediyeleri almışlardı, sonra hükümeti aldılar, Meclis’in büyük çoğunluğunu ele geçirdiler ve en son olarak da Cumhurbaşkanlığı makamını gasp ettiler. Gericiler açısından büyük bir başarı ama biz ilericiler için utanç verici bir durum. Ama utanmak değil ayıbı göstermek lazım. Ayıp, ilericilerin ayıbı. Yıllardır mücadele etmemenin doğal sonucu bu. Ama ayıbın ideolojik bir temeli var ki asıl onu bilmek gerek.
Toplumsal bir gerçeklik olarak karşı devrim, birdenbire gelmez. Karşı devrimcilik özünde çok köktenci idealler taşısa da, bu emeline ulaşmak için en az kayıp vereceği yöntemi seçer, yani reformculuğu. 1950’li yıllardan bu yana gelişen karşı devrimciliği incelediğimizde, hep adım adım tavizler koparttıklarını, hiç toptancı olmadıklarını, azıcık bile olsa devrimleri aşındırsalar buna razı olduklarını görürüz. Bu taktiğin nedeni basittir.
Göstere göstere gelseler, devrimciler, ilericiler çabucak ayılır ve karşı durur bu gidişe. Bunu bilen gerici o nedenle hiç aceleci davranmaz.
Deyim yerindeyse kurbağayı ürkütmez ve yoluna devam eder. Ancak bu reformcu gerici hareket, adım adım toplumda kökten gerici tohumlar atar. Bu tohumlar bir iki kuşak sonra kökten gericiliği bir toplumsal güç haline getiriverir. Bir bakmışsınız 80 yılın sonunda en kökteninden ılımlısına bir gericiler çoğunluğu dikilmiş karşınıza. Bunun tam karşı cephesi ise ilericilerin durumudur.
Toplumsal bir akım olarak ilericilik, toplumun mevcut yapısını dönüştürdüğü, çoğu zaman tümüyle yıkıp yenilediği için, devrimci bir yol izlemek zorundadır. Yani gericinin yaptığı gibi yapacak zamanı da, lüksü de yoktur ilericinin. İlerici, gerici yapıyı bir an önce yıkmak, onu güçlü tutan köklerinden koparmak için mümkün olduğunca radikal, köktenci, hızlı bir yol izlemek zorundadır. Yoksa çoğunluk olan güçler direnişe geçer ve ilericiliği daha doğarken boğuverir.


Mustafa Kemal yolu: Askerliğe elveda, devrimci komutanlığa merhaba
Mustafa Kemal, bu toplumsal yasayı fark ettiğinde Osmanlı, adına “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” denilen sözde ilericiliklerle, devrimciliklerle oyalanıyordu.
Bu oyalanmanın içinde, bir tek Mustafa Kemal geleceği sezdi ve yolunu bu tür akımlardan ve bu tür akımlara yataklık eden İttihat ve Terakki türü örgütlerden ayırdı.
O, en olmaz denileni, en kısa zamanda, en az güçle, en büyük güçlere karşı yapmak gibi bir yol çizdi kendine.
Kimileri çılgınlık, kimileri kafasızlık, kimileri ise intihar diyordu, Mustafa Kemal ise devrimcilik!
Neyin devrimciliği peki?
Elbet bir mevkiin bekçiliği değildir devrimcilik.
Mustafa Kemal de onu yaptı.
Eğer o an ulaştığı Paşalık rütbesi ve mevkii, gelecekte önünde açık olan belki Genel Kurmay Başkanlığı ve hatta padişahın damadı ve sadrazamlık mevkiini beklemeyi vatan bekçiliği saysa, bugün bekçilik yapılacak bir vatanımız olmazdı.
O nokta devrimcilik noktasıdır.
Devrimcilik, vatan için her türlü mevkiden vazgeçmek, mevziyi mevcutla sınırlamamak, kendi mevzisini hazırlayıp orada savaşmak demektir.
Mustafa Kemal bunu yapmasa, yani mevkiyi önemli bir mevzi olarak görse, o mevziyi elinin tersiyle itip kendi mevzisini kendisi belirlemese, hiçbir zaman Mustafa Kemal olamayacaktı.
Mustafa Kemal’i döneminin tüm askerlerinden ayıran da buydu.
Diğer askerler mevki bekçiliği için silahlarını bile teslim edip, bir ordunun terhisini seyrederken, Mustafa Kemal silahları toplayıp yeni bir halk ordusu kuruyordu. Bunun için 8 Temmuz’da tüm rütbelerden vazgeçmiş, mevkiini bırakmıştı.
O, devrimciliği seçmişti, devrimciliği seçmek onun askerlikten ayrılmasını gerektiriyordu, o nedenle istifa etti.
Ama tarihe istifa etmiş bir asker olarak geçmedi: Vatanı kurtaran başkomutan olarak geçti.
İyi asker devrimci olur!
Demek ki iyi bir asker olmak için de önce devrimci olmak gerekiyordu. Mustafa Kemal kendi mirası olarak devrimciliği bize bıraktı. Ama bize derken, geniş bir biz tanımı yapmamız gerekir. Mesela bu ülkenin gençliği elbette en başta devrimci olacaktır. Ülkenin öğretmeni, elbet devrimci olacaktır. Ülkenin memuru da, işçisi de devrimci olacaktır. Sanatçısı da. Ama askeri de!
Evet biraz unuttuğumuz bir alan bu. Mustafa Kemal’in devrimin bekçisi, ülkenin bekçisi olarak bıraktığı kurum en başta Ordu değil mi?
Mustafa Kemal’in Ordusu devrimci olmayacak da kim olacak bu ülkede?
Mustafa Kemal’in yetiştiği ocak, yani Harbiye çıkartmayacaksa bu ülkenin en devrimcilerini, Atatürk’ün yolundan gidecekleri hangi kurum çıkaracak!
O nedenle Atatürkçülükten dem vuranlara, topluma Atatürkçü yol çizenlere sormak bizim hakkımız. Peki topluma çizdiğiniz Atatürk yoluna siz ne kadar uyuyorsunuz, ne kadar Atatürk devrimcisisiniz? Daha doğrusu ne kadar devrimcisiniz?
Hangi Ordu: Atatürk’ün mü, ABD’nin mi?
Soruyu muhataplarına yöneltmeden önce kısa bir geçmiş turu yapalım. Ülkemizde özellikle 12 Eylül sonrasında öyle bir anlayış yerleşti ki, bu ülkede devrimciliğe en karşı kurum Atatürk’ün kurduğu Ordu oldu.
Peki neden böyle oldu?
Atatürk sonrası ilk karşıdevrim hareketi, Adnan Menderes’le birlikte geldiğinde karşısına Türk Ordusu dikilmişti. Ama dikkat edelim, 27 Mayıs’ta Demokrat Partili gerici iktidara başkaldıran ve onu deviren, Ordu üst kademesi değil, genç subaylardı. Albaylar bile çok azdı, teğmenler, yüzbaşılar, Atatürk’ü örnek alarak devrimciliklerini hatırlıyor ve bu iktidarı yıkıyorlardı. 27 Mayıs’tan sonra Türk Ordusu’nda iki uç birden boy verdi.
Birincisi, devrimciliği toplumsal bir mücadele olarak gören subaylar çoğalmaya başladı. Bu subaylar, toplumun devrimci güçleri arasına girdiler. İşçi, köylü gençlikten bir farkı yoktu bu askerlerin.
İkinci uçsa, bu devrimci dalgaya karşı Amerikan emperyalizminin askerliğine soyunanlar oldu. NATO Ordusu olunca, Amerikancılık virüsü giriyordu içinize. İşte Türk Ordusu’nda da böylelikle Amerikancı, gerici bir akım doğdu.
Günümüze kadar gelen bu savaşımda, 27 Mayıs Devrimi’ni yapan ordunun yerini 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerini yapan ordu aldı.
Bu süreçte mevki öne geçti, idealler geriye. Kademe atlamak ve yükselmek için, ideallerin çiğnenmesi gerekiyordu. Ve çoğu da böyle yaptılar.
Bilmiyorlardı ki çiğnedikleri, kendi idealleri değil, aynı zamanda bu ülkenin harcı olan, direnci olan Atatürk’ün mirasıydı. Çiğneye çiğneye yükseldiler, yükseldiler bir de baktılar ki en tepedeler.
Ama o da ne?
Onlar kademe, kıdem, rütbe, mevki atlamaya çalışırken, gericiler çağ atlamış da ülkeyi ele geçirmiş.
Yaşar ne yaşar ne yaşamaz…
İş öyle bir noktaya vardı ki Atatürk’ün mirasını çiğneyenlerin altındakiler tepelere çıktıkça Atatürk’ü hatırladılar ve dirilme başladı.
Dirilme başlayınca umut sardı vatanı. Bekçi nihayet dirilmişti; görevinin başındaydı. Ve toplum, ilk kez bu denli coştu 12 Eylül’den sonra.
Demek ki cevher bitmemişti. Cevheri çıkartacak yiğit bekleniyordu. 4 yıl bir keloğlanın gidip bir yiğidin gelmesini beklemişti zaten toplum.
Yiğit gelince halk toplandı meydana, yiğidin gürlemesini bekledi. Yiğit gürledi halk aktı meydana. Meydan kalabalıktı, ama gericilik çok daha kalabalıktı. Kolay değildi 80 yıllık gericiliği üç meydan muharebesi ile yıkmak.
Topluma “devam” demek gerikiyordu, “devrime devam.” Mustafa Kemal’di yine o sözü eden: “Toplumun elinden tutmaya ihtiyaç vardır. Devrimi başlayan tamamlayacaktır.” Halk hazırdı yürümeye yeter ki elinden tutan olsun. Bir Mustafa Kemal değildi ihtiyaç, Mustafa Kemal’in askeri olsa da yeterdi.
Ama birden durdu yiğit, ne düşündü, neden düşündü, ne planladı bilemeyiz o anda ama. Dükkânlar kapalı deyiverdi. Dediği an zaten her şey bitmişti. Halk ortalıkta bırakılmıştı. Devrimcinin tanımı bu olmasa gerekti. Hele yiğitliğin…
Talat Turhan: Zindanla bodrum arasındaki tercih
İşte böylesi bir ortamda Talat Turhan 83 yaşına girdi. Emekli Kurmay Yarbay. Ama aslında emekliye sevk edilmiş.
Neden? Elbet devrimcilikten. Rütbeden, mevkiden, makamdan çok vatanını sevmiş de ondan. Bakmışlar bu adamın mevkide gözü yok, demişler fazla idealist, iyi devrimci olur bundan, emekli edelim.
Kimmiş emekli edildiğinde peki? Milli Savunma Bakanı’nın Özel Kalem Müdürü. MİT’in İstanbul sorumluluğunu teklif etmişler, kabul etmemiş. Asla satmamış dava arkadaşlarını. Kendisine umut bağlayan genç subayları. İdama giderken Fethi Gürcan kardeşi, Talat Aydemir kardeşi, “Yanlış yaptılar” demiş ama içinden. Düşmana, asana vermemiş koz. Evet demiş devrimciyim, beni de asın!
Ziverbey’e işkence köşküne götürmüşler ama dönmemiş yolundan. Yol ne ki, zindan ne? Osmanlı’nın zindanları değil miydi yüz yıl önce genç subayların mekanı? Mustafa Kemal de geçmemiş miydi o zindandan?
Abdülhamit gitmiş. Yeni Abdülhamit’ler gelmişti. Ama Mustafa Kemal’ler gitmiş. Yeni Mustafa Kemal’ler gelmişti. İşte o nedenle, Atatürk’ün Yarbayı diyorlardı Talat Turhan’a. Çoğu paşalıktan emekli olanların arasında kaçını tarih böyle anacak sanki!
İşte Talat Turhan’ın seçtiği mevki buydu: Halkın askeri, Mustafa Kemal’in Yarbayı olmak. Bu yol zindandan geçiyordu. Zindanı seçti.
Kimilerinin yolu ise hiç zindana uğramadı. Şimdi Bodrum’dalar. Bir dolandırıcı memleketi babalar gibi satarken, onlar Bodrum’da paşalar gibi seyrediyorlar. Talat Turhan’sa Bodrum sahillerinde değil, Ziverbey, Mamak zindanlarında çürütülen vücudunu dik tutarak hâlâ devrimciliğe devam ediyor. Çünkü aslolan dik durmaktır.
İşte Talat Turhan’la diğerleri arasındaki fark budur: Bir taraftakiler idare-i maslahatçıdır, Talat Turhan devrimci.
O sezerse ben de sezerim
Kafaları karışanlara, kendilerine Atatürkçü idol arayanlara da ufak bir hisse düşsün buradan. Atatürk’ün Yarbayı emekli maaşıyla geçinirken, evinin temizliğini, yemeğini kendi yapar, bulaşığını bile kendi yıkıyorken, Atatürk’ün makamını elini kolunu sallaya sallaya teslim edenin Atatürk devrimciliğinden ne kadar uzak olduğunu sezmemek olası mı?
Biz ki dünyanın neresine gidersek gidelim, bir tek bulunduğu makamın gereğini yapanları kahraman bilmiş, bellemişiz. Ordusu savaşı kaybedip de düşmana teslim olan komutanın layıkı idamdır. Ama adamsa eğer, düşmana teslim olmadan son kuruşunu kendisi sıkar.
Şili’de Amerikancı cunta darbe yaptığında sosyalist Cumhurbaşkanı Allende tek başınaydı Cumhurbaşkanlığı sarayında. Teslim olmadı, Pinochet’ye teslim etmedi sarayı: Dayadı silahı şakağına. Benim kahramanım Allende gibi olmalıdır, Gölbaşı’nda yaşamına devam edecek biri değil…
O sezerse, ben de sezerim. İyiyle kötüyü, Atatürkçüyle Gardrop Atatürkçüsünü, reformcuyla devrimciyi, sezerim.

(Bu yazı ilk kez Türk Solu’nun 153. sayısında 10.09.2007 tarihinde, Talat Turhan’ın 83. yaşgünü münasebetiyle yayımlanmıştır.)

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....