Genel Makale ve Yazılar

KÖRFEZ SAVAŞI ÜZERİNE

KÖRFEZ SAVAŞI ÜZERİNE

19 ŞUBAT 1991

Bu konuda muhtelif gazetelerde ve dergilerde yaptığım söyleşiler tam anlamıyla yansıtılmadığı için bu değerlendirmeyi yazmak gereksinimini duydum.

Soru: TÜRKİYE’nin Körfez Savaşına kadar gelmesinin genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?

Talat TURHAN: Körfez Savaşı bir bakıma Türk Kamuoyunun bazı gerçekleri daha iyi algılaması bakımından yararlı oldu.
Ulusal Kurtuluşçuluk geleneğini “Tam Bağımsızlık” ilkesi ile sürdüren TÜRKİYE, TRUMAN Doktrini, MARSHALL yardımı derken 1947 yılında imzalanan ilk ikili anlaşma ile ABD yanlısı bir politikanın yörüngesine oturtuldu. 1950’li yıllardan sonra ve liberal olduğunu iddia eden Demokrat Parti iktidarı döneminde sayısını yetkililerin bile bilemedikleri ikili antlaşmalarla ülkemiz bir yandan ABD güdümüne sokulurken, diğer yandan NATO’ya girme çabalarının sürdürülmesine tanık olundu. Başlangıçta NATO bizi dışlıyordu. İktidar ABD ve Batı’nın gözüne girebilmek için KORE’ye Kolordu çapında birlik göndermeğe bile razı iken ilgililerce bir tugay yeterli görüldü ve Türk askeri KORE’ye gönderildi. Askerlerimizin orada gösterdikleri kişisel kahramanlıklar ve akıttıkları kanı, siyasal amaç için kullanan iktidar 1952 yılında NATO’ya girmeyi başardı.

Askeri iktidar dönemleri de dahil olmak üzere bugüne kadar ki iktidarlar NATO yanlısı bir politika yeğlediler.

Bugünkü iktidar kendisinin demokrat, liberal, milliyetçi ve mukaddesatçı olduğunu iddia ediyor. Ekonomik açıdan da AT (Avrupa Birliği) ile entegre olmaya çalışırken, NATO’daki ABD patronajına kesin güveniyle askeri ve politik açıdan tek adamın seçildiğinde telefon diplomasisi ve bilgisayar iletişimiyle uzaktan güdümlü (remote control) ve çok önceden planlanmış “Körfez Senaryosu’na” gözü kapalı dalıyor.

Bir haftada Körfez savaşının müttefiklerce bitirileceği ve bir koyup üç almak üzerine kurulan hesaplar bugünden iflas etmiş görünmektedir.

Yazılanlara göre Körfez Savaşının müttefiklere günlük maliyeti 1 Milyar dolardır. Yığınak için AĞUSTOS 1990’dan OCAK 1991’e kadar yapılan masrafın da faturası oldukça yüklüdür. SUUDİ ARABİSTAN’ın Körfez Savaşı için 48 milyar Dolar ayırmış olduğu basından öğreniyoruz. Bu miktar tükenmek üzere olmalı ki Batı Finans kuruluşlarından borç aramaya başlamıştır. IRAK’ın KUVEYT’te ve güneyinde bulunan birliklerinin lojistik desteğinin tümüyle kesilmesinden önce kara harekatını göze alamayan müttefik kumandanlığı, KUVEYT’in geri alınması bahanesiyle Ortadoğu ve Körfez bölgesindeki zengin petrol rezervleri üzerindeki denetimini kalıcı kılmak için, hava saldırılarıyla Irak’ın tüm askeri hedefleri yanında ulaşım, enerji ve üretim tesisleriyle köprülerini ortadan kaldırmakta ve sivil hedeflere saldırmakta sakınca görmemektedir. BAĞDAT yerle bir edilmiştir. Amaç tüm moralin çökertilmesi ve cephedeki askerin tam anlamıyla tecrit edilerek etkisiz hale getirmek ve en az zayiatla kara savaşını sonuçlandırmak olarak görülmektedir.

Sivil halka yönelik bu katliamın Birleşmiş Milletlerin kararı ile yapıldığı iddia edilebiliyor, ABD kamuoyu başta olmak üzere genellikle diğer ülkeler bu barbarlığı izliyor ve alkış tutuyor. Kitle iletişim araçlarına egemen olan Batı ve ABD özellikle CNN’de kullanarak sorunu George BUSH-Saddam HÜSEYİN maçı gibi yansıtmayı ustalıkla başardı. Taraflar tüm insani değerleri göz ardı ederek bu aşağılık soykırıma alkış tutacak kadar robotlaştırıldı. Sorun IRAK’ın KUVEYT’i işgal olayındaki haksızlık boyutunu aştı. Tüm 3’cü dünya halkına gözdağı verme eylemine dönüştü.

Dünya’da ve özellikle bazı Arap ülkelerinde savaşa karşı olanlar seslerini yükseltmeleri sonucu etkileyici olamadı. Bazı ülkeler bir ay süreli hava bombardımanının B.M. kararlarındaki amacı aştığını ifade ederken, BM Genel Sekreteri Perez De CUELLAR örgütünün ABD etkisine girdiğini ifade etme gereğini duymuştur. (1)

Şimdi yeniden Demokrat Parti dönemine dönelim. Cumhurbaşkanı Celal BAYAR bir aylık ABD gezisine çıkmıştır. (27 OCAK–27 ŞUBAT 1954) ABD’nin birçok eyaletlerini dolaşmakta her gittiği yerde konuşmakta ve her fırsatta ABD hayranlığını dile getirmektedir. Kendisine ABD’nin sivil bir yabancı kişiye verdiği en büyük itibarı gösteren“Liyakat Nişanı” (Legion of Merit) ve Başkumandanlık rütbesi verilerek ödüllendirilmektedir. BAYAR, ABD yardımı için şükranlarını sunmakta ve:      “TÜRKİYE’de sarf edilen her doları verimli toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibi” olduğunu söylemektedir. Bir başka konuşmasında ise:

“Kore’ye asker göndermekten çekinmedikse iktisaden geri kalmış da olsa bu memleketin kalkınmasının Şahsi Teşebbüs’e kıymet vermekle kabil olacağını düşünmek iktisadiyatımızı bu yola cesaretle çevirmekten de bir an bile geri kalmadık… Bu suretle dünyaya, kapitalist namı ile anılan ve şahsi teşebbüse dayanan iktisadi rejimin iktisaden geri kalmış bir memleketi kalkındıracak en iyi sistem olduğunu göstermiş olduk”.

Bir başka yön ise: “TÜRKİYE’de hususi teşebbüsle süratle kalkınabileceğini göstermiştir” TÜRKİYE’de hususi teşebbüsü büsbütün teşvik eden ve “devletçilikten ayrılan sistemin sayesinde” istikbalimizin bütün sahalarında büyük gelişmeler elde etmiştir şeklinde konulmuştur.(2) (8 ŞUBAT 1954)

Celal BAYAR’a göre, 1954 yılında TÜRKİYE

— ABD yardımı ve Özel teşebbüse dayalı bir ekonomik sistemi benimsemek suretiyle kalkınmıştır.

—Devletçilikten vazgeçilmiştir.

Bu tespitlerin ne kadar doğru olduğunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Ancak, Demokrat Parti iktidarının son yıllarda ABD’den umut ettiği yardımı alamayan Başbakan Adnan MENDERES’in, MOSKOVA kapılarını çaldığı bir dönemde, 27 MAYIS 1960’da T. Slh. K.leri tarafından iktidardan düşürüldüğü de tarihsel bir gerçektir.

ABD, 27 MAYIS’ın olacağından haberdar olduğu halde, ne olayı önlemek için bir girişimde bulunmuş ve ne de sadık dostuÖzel Teşebbüsçü Demokrat Parti iktidarını ihtilal olacağından haberdar etmiştir. Bilindiği gibi, bu konulardaki kanımızı doğrulayıcı birçok belge, kanıt ve yapıt yayınlanmıştır.

Gerçekte uygulanan ekonomik model ABD’ye bağımlılık ve teslimiyet üzerine oturtulduğu için, işbirlikçi “özel sektör” yaratmayı yeğleyen bu ekonomik politika, Demokrat Parti iktidarının son döneminde halkta büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Halkın tepkileri antidemokratik baskı yöntemleriyle aşmayı yeğleyen DP. İktidarı, karşısındaki güçlerin ve muhalefet partisinin (CHP) etkin girişimleri ve gençliğin başkaldırısı sonucu, 27 MAYIS 1960’da T. Slh. K.lerinin iktidara el koyması ile tarih sahnesinden silindi.

İtiraf etmek gerekir ki, ABD desteği olmasaydı 27 MAYIS’ın yaşama şansı yoktu. Milli Birlik Komitesi (MBK) kitle halinde emekliye ayırdığı general ve subaylara verilecek ikramiyeyi bile ABD’den almıştır. (3) Ancak, 27 MAYIS’ın eseri olan 1961 Anayasasının özel teşebbüsçü anlayışıyla palazlandırılan işbirlikçi sanayi ve ticaret büyük burjuvazisi ve onların destekçisi olan ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düştüğü de bir gerçektir.

27 MAYIS’tan sonraki dönemde olan Adalet Partisinin (AP), Demokrat Partinin (DP) devamı olduğunu iddia etmiş veözel teşebbüs yanlısı bir ekonomik görüş yanında NATO’cu ve ABD yanlısı bir politika izlediği de bilinen gerçekler arasındadır. Öylesine ki TÜRKİYE’yi gözü kapalı ABD’ye bağlayan “İkili Antlaşmalar”ın(4) sayısı ve kapsamı bile Türk yetkili makamlarınca bilinmediği için ABD’den istenilmekte ve 1969’lu yılarda bir metin halinde bütünleştirilmek gereksinimi duyulacaktı.(5) Bu konuda TBMM’de yapılan görüşmelerde muhalefet lideri İsmet İNÖNÜ;

“… AMERİKA bizimle ittifak etti diye AMERİKA’nın bütün dünya üzerindeki taahhütlerine kayıt koyamayız. Ama AMERİKA’nın dünyadaki maksat ve taahhütleri nedeniyle bizim istediğimize aykırı olarak Türkiye’yi harbe sokabilecek bir durum yaratmasına mani olabiliriz. Buna mani olmanın tek çaresi meclistir. Hükümetler taleplere karşı koyamaz, güçleri yetmez”.(6) diye konuşmuştur.

Bu görüş açıklanalı 21 yıl geçmiş olmasına karşın, bugün kamuoyu desteğini yitirmiş bir iktidarın, hem Meclisi hem de kendilerini devre dışında bırakarak, iradesini tek adama teslim edilişine çoğunluğun kabullendiği de bir gerçektir. Kumar oynamakla politika yapmayı birbirine karıştıran bir anlayışla ABD’ye peşkeş çekilen üsler nedeniyle TÜRKİYE’nin içine sokulduğu riskler kalıcı sakıncaları beraber getirmiş, bağımlılık batağının Türk halkına ve ekonomisine yüklediği yükler, daha bugünden taşınamayacak hale gelmiş bulunmaktadır.

Üsler, yabancı kuvvetlerin TÜRKİYE’de konuşlandırılması veya Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine yönelik anlayış konusunda TBMM’ni çare olarak gören gerçekçi tavır bilindiği gibi, günümüzde de işlenmektedir. TBMM’nin iktidarı-hükümet denetleme görevini yapmadığı yönündeki kanı kamuoyunca benimsenmiş bulunmaktadır.(7)

22 OCAK 1970 günü TBMM’de İNÖNÜ’nün konuşmasını yaptığı basın toplantısında yanıtlayan DEMİREL: (8)

“TÜRKİYE iradesi dışında harbe sokulamayacaktır. Ortak savunma ile ilgili 3 TEMMUZ 1969 tarihli anlaşma TÜRKİYE’nin milli menfaatlerine aykırı hiçbir taraf yoktur. TÜRKİYE’de kışkırtıcı ve TÜRKİYE’nin üzerine haksız yere şimşekleri çekici hiçbir tesis bulunmamakta, Türk topraklarında bu nitelikte bir faaliyet yürütülmemektedir”, diye konuşmuştur.

Süleyman DEMİREL’in dün söyledikleriyle günümüzde ki açıklamamalarının karşılaştırılmasını yapıp, çelişkileri açıklayarak en azından üsler konusundaki öngörüsüzlüğü eleştirerek konuyu değiştirmek istiyorum.

Ama Devletler Hukuku açısından bugün TÜRKİYE’nin Savaşa girdiği de bir gerçektir: Prof. Aydın AYBAY diyor ki:

“Birleşmiş Milletler Kurulu’nun 1974’de alınmış bir kararı var. bu kararda saldırının tarifi var. Herhangi devlet hangi durumda saldırmış olur. Bombardıman, istila gibi genel tariflerden sonra şöyle bir madde var.

 Bir devletin ülkesinde bu devletin rızasıyla bulunan bir başka devletin silahlı kuvvetlerinin anlaşmada ön görülen koşullarına aykırı olarak kullandırılması saldırı sayılır. Ülkesini bir başkasının yararlarına sunmuş devletçe yararlanan devletin ülkeyi bir düşmanca davranışları sonrasında riskleri kabul etmesi saldırı sayılır”. (9)

TÜRKİYE’nin bugün bazı NATO devletleriyle ABD’nin kullanımına serbest bıraktığı İNCİRLİK, PİRİNÇLİK, ERHAÇ, BATMAN gibi üs ve tesisler “kışkırtıcılık” ya da “şimşek çekici” değil de hangi amaçla kullanılmaktadır?

Stratejik açıdan “iç hat” konumunda ve kelimenin tam anlamıyla “Düveli Muazzama” ile savaşa girme durumunda bilinçli bir komploya itilen IRAK yönetimi bu koşullar içinde Kuzeyinden gelen bu tehdide yanıt vermesi bağışlanmaz bir hata olacağı için yeni bir cephe açmayı göze almamaktadır. Kuşkusuz bu sorunun strateji dışı nedenleri de bulunmaktadır.

Süleyman DEMİREL, 1965’li yıllarda Adalet Partisinin Demokrat Parti’nin devamı olduğunu söylüyordu.(10) Yani AP iktidarı da DP gibi Amerikancı idi. Ama ekonomisini IMF, Dünya Bankası vb. gibi uluslar arası finans kuruluşlarının denetimine bırakmış bir ülkeyi de yönetmek kolay değildi… NATO’nun istediği ödünler tükeniyordu. Bazı büyük sanayi tesislerinin yapılabilmesi için SSCB’den kredi alınması (İSKENDERUN Demir Çelik, SEYDİŞEHİR Alüminyum Tesisleri vb. gibi) ABD’nin pek hoşuna gitmiyordu. Süleyman DEMİREL’in 27 MAYIS 1960’tan gelme Silahlı Kuvvetleri yönetebilmesi sayılamayacak kadar güçlükleri beraberinde getiriyordu. Bu güçleri aşmak için bulduğu çare; Genel Kurmay Başkanı olan Orgeneral Cevdet SUNAY’ı Cumhurbaşkanı(11), Orgeneral Memduh TAĞMAÇ’ı(12) Genel Kurmay Başkanı yapmaktı. Sanırım onun en büyük yanılgılarından bir de bu seçimiydi. Kuşkusuz bu formülü Süleyman DEMİREL’e benimseten iç ve dış güçlerin de varlığı yadsınamazdı. Tencere kapak örneği. Kurnaz, ama orta zekâlı bu iki BRÜTÜS ile düzene egemen olacağını sanan AP iktidarı öngörüsüzlüğünü muhtırasal yarı askeri bir darbenin muhatabı olmakla yaşayarak gördü.

Ama Süleyman DEMİREL, Silahlı Kuvvetler üzerine yaptığı değerlendirmelerle hep yanılmış olmalı ki 12 MART 1971’den yaklaşık on yıl sonra 12 EYLÜL 1980’de bir başka BRÜTÜS (Orgeneral Kenan EVREN) tarafından iktidardan alaşağı ediliyordu… Bu gün bu yanılgısını kabullenmesi kanımca bir anlam taşımaz. Devlet yönetiminde bulunanlar uzun erimli öngörüler yapabilmek için, her türlü olanak ile donatılmışlardır. İktidarları döneminde tüm bu araçları kullanamayanların darbelere paratonerlik yapmasını ulus bağışlasa bile tarihçi affetmez.

Özetle; DP ve onun devamı olduğunu iddia eden, Müslümanlığa göz kırpan Amerikancı iktidarlar Silahlı Kuvvetler olgusuna doğru tanılar koyamadıkları için Orduyu politika bataklığına sürüklemişler ve Askeri darbeler dönemi başlatmanın tarihsel suçlularıdır.

Gerçekte Orgeneral Cevdet SUNAY ve Orgeneral Memduh TAĞMAÇ kraldan daha kralcı ve de DEMİREL’den daha Amerikancı iki kişiydi. Layık olmadıkları makamlara gelmelerinde bu niteliklerinin büyük rolü vardı. Bu nedenle ABD, 12 MART 1971 muhtırasal darbesine göz yumdu. Göz yumma şöyle dursun kontrolündeki güçlerle darbe ortamını hazırladı. Bu ilişkiyi SUNAY, TAĞMAÇ amaçları doğrultusunda daha iyi kullanacağını hesaba katarak, çıkarlarına uygun düzenlemeler yaptırmaya çalıştı. Çağ değişmişti. Beyaz’ın da daha beyazın üretildiği bir dünya da DEMİREL’in ulusalcılığından ve zekâsında rahatsız olduğu için orta zekâlı iki Amerikancıyla çıkarlarını emniyete almaya çalışıyordu emperyalistler…

Orgeneral Memduh TAĞMAÇ Genel Kurmay Başkanlığına atandığında, önüne konulan Ege sorunuyla ilgili ve değişen koşullar içinde Türk-Yunan ilişkilerini içeren ve ulusal çıkarlarımızın söz konusu olan kapsamlı bir dosyayı:
“Ben burada oturduğum sürece Amerikalılarla sürtüşmeye neden olacak bir öneri istemiyorum”. Diye masasından fırlatarak atıyordu. (13)

Muhtıracılardan Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Faruk GÜRLER ile Hava kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Muhsin BATUR reformların yapılmasını istiyorlardı. Ama somut bir planları olmadıkları gibi, isteklerini gerçekleştirebilecek güçten de yoksun idiler. 12 MART 1971 öncesi içlerine sızan bir CIA ajanı onları kuvvetlerinin genç ve dinamik gücünden soyutlamıştı… Bu iki Generalden gocunan dış ve iç güçler bu iki Orgenerali Marksist-Leninist bir cuntanın Başkanı ve üyesi olarak zamanı gelince “Bomba Davası”da sanık ilan ettiler. Bu amaçla “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü” çalıştırıldı. Emperyalist bir yörüngeye oturtuldu. Başta ABD olmak üzere emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçilerince hedef seçilen 1961 anayasasının sivil iktidarlarca değiştirilmesi mümkün olmayan tüm maddeleri, muhtıracı generallerce değiştirildi. (14)
Emperyalistler Türk Silahlı Kuvvetlerinin eseri olan 1961 Anayasasının ancak Slh. K.lerce değiştirileceğini iyi biliyorlardı. Yani amiyane deyimiyle: “Eşeği öldürene sürükletiyorlardı”. Bir taşla iki kuş… Amerikancı sivil iktidarın özlemlerine Amerikancı generaller sahip çıkmışlardı. Bu anlayışla 1961 anayasanın üç taksitte 55 maddesi değiştirildi, özü budandı ve Milli Güvenlik Kuruluna ilişkin maddedeki değişiklikle generaller iktidarı paylaştılar. Bu tezgâhı düzenleyenler memnundu. Muhtıracı generallerle iş adamları arasında dostluk ve ziyaretler eşantiyon alış verişleri yanında, milyonluk yılbaşı sepetleri hediyesi gelenekselleşti…

1961 Anayasası’nın neden değiştirilmek istendiğini farkında olmaksızın Orgeneral Memduh TAĞMAÇ itiraf etmişti: “Sosyal uyanış gelişmeyi aştı” diye… O halde uyanan sosyal katmanlara ve işçi sınıfına 1961 Anayasası ile verilen haklar geri alınmalıydı. Örgütlenme olanakları sınırlandırılmalı MGK yetkileri artırılarak askerler iktidara ortak haline getirilerek gelecekteki darbelerin önü alınmalıydı… Anayasa bu ve benzeri amaçlarla değiştirildi. Ama zamanla bu hesabın tutmadığı açığa çıktı.

Hukukta “aksine tasarruf nazariyesi” diye bir kuram vardır. Bu kurama göre, 1961 Anayasası referandumla kabul edildiğine göre, 12 MART 1971 sonrası değişikliklerinde aynı yöntemle yapılması gerekirdi. Onlar için gerekçe uydurmak kolaydı. Çünkü anayasanın tümünü değiştirmiyorlardı. Bu nedenle bu yola başvurmak gerekmezdi. Oysa ki 1971 sonrası anayasa değişlikleriyle temel hak ve özgürlükler yanında, demokratik örgütlenme haklarının tümü, utanmadan kendilerini demokrat ve liberal olduğunu kabul eden, ancak Silahlı Kuvvetler vesayeti altına girmek için direnç göstermeyen güçler tarafından geri alınmıştı…..

Kürsünün üzerinde “Egemenlik Ulusundur” yazan TBMM, 12 MART 1971 muhtırasına boyun eğmiş ve bu meclisten bir MİRABEAU’nun çıkması Türk demokrasisi için büyük bir talihsizlik olmuştur. Onlar, Meclisi açık tutmanın başarı olduğunu söyleye dursunlar ama çıplak gerçek; “Kör Olası Hanede Evladı Ayal Var” özdeyişiyle açıklanabilir. Tıpkı günümüzde olduğu gibi “Sine-İ Millete Dönmekten” söz edenler, bir türlü sözlerini gerçekleştirecek özveriyi göze alamıyorlardı…

Oysa 12 MART 1971 muhtırasal darbesi üzerine TBMM üyelerinin tümü Meclisi terk edecek boyutla demokratik tepki göstermiş olsalardı, darbe geleneğinin önünü almış olurlardı.

O dönemde Adalet Partisi, TBMM’de çoğunlukta idi. Onların on yıllık anayasa değişikliği istemeleriyle Muhtıracı generallerin başı Orgeneral Memduh TAĞMAÇ’ı yöneten güçlerin ki koşuttu. Muhtıracıların kurduğu ilk kukla hükümetin başı Nihat ERİM, iktidardan düşürülen Başbakan Süleyman DEMİREL için: (mealen)

“O benim ayağıma bir kez gelse, ben ona yüz kere giderim” dediği anda, 12 MART 1971 darbesinin soluğu kesilmişti. Süleyman DEMİREL, arkasında kamuoyu desteği bulunmayan bu uydu iktidarların başını ve onlar aracılığıyla Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY ve Genel Kurmay Başkanı Memduh TAĞMAÇ’ı kullanarak on yıldan bu yana arzulayıp ta gerçekleştiremediği “Anayasa Değişiklikleri”ne destek verdi. Bu arada “MİLLİ GÜVENLİK” Kurulu toplantılarında DEMİREL’e sürekli karşı çıkan, 12 MART 1971 muhtırasının verilmesine neden olan gelişmeleri yönlendiren Orgeneral Muhsin BATUR ile Orgeneral Faruk GÜRLER’den intikam almak için, Orgeneral Faik TÜRÜN’e, Genel Kurmay Başkanlığı vaat edilerek “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü” 1972 yılında çalıştırılmaya başlandı. Köşkün ziyaretçileri arasında Orgeneral Turgut SUNALP’de bulunmaktadır. Köşkteki işkenceleri yöneten kişinin Tümgeneral Memduh ÜNLÜTÜRK olduğu açıklanmıştır.

“Bomba Davası”nı kullanarak önündeki kişileri temizleyerek göz koyduğu Genel Kurmay Başkanlığına ulaşmak isteyen Orgeneral Faik TÜRÜN’ün hesabı tutmadığı için emekliye ayrıldı. (15)

Bu kişinin emekli olur olmaz tüm kamuoyuna mal olmuş “İşkencecilik Şaibesi”ne karşın Adalet Partisince senatör yapılmak istenmesi, özel sektör olanaklarından yararlandırılması, ABD seyahati kuşkusuz bir rastlantı olmadığı gibi, bu partinin sonuçta TÜRÜN’ü TBMM’ye sokması da rastlantı değildi. Zamanla daha da ileri gidildi. “Kontrgerillacı” olduğu iddia edilen bu kişi, Cumhurbaşkanı adayı olarak ödüllendirilmek istenildi. TÜRÜN’e Adalet Partisi ve onun başkanı Süleyman DEMİREL’in gösterdiği ilgi:

— Mason Locasından verilen emirle mi?

— Her iki kişisinde Amerikancı olmasından mı?

— Her iki kişinin de Anti-Komünist olmasından mı?
— Her iki kişinin de Kontrgerilla ile ilişkisi bulunmasından mı?

— TÜRÜN’ün ilişkisi olduğu iddia edilen tarikatın baskısından mı?

— AP ve TÜRÜN’e destek veren tarikatın ortak önerilerinden mi?

— Türün’ün İSTANBUL Sıkı Yönetim Komutanlığı döneminde AP’ne vermiş olduğu hizmetin karşılığı olduğu için mi?

— TÜRÜN’ün “Bomba Davası”nı araç gibi kullanarak DEMİREL’in 12 MART  1971’de iktidardan uzaklaştırılmasında etkin rol oynayan Orgeneral Faruk GÜRLER’in Cumhurbaşkanı olmasını engellemek ve Orgeneral Muhsin BATUR’u suçlayarak etkisiz konuma getirme çabalarını ödüllendirme anlayışından mı kaynaklandığı?

— 12 MART öncesinde ve sonrasında TÜRÜN’ün İSTANBUL 1’ci Ordu ve sıkıyönetim Komutanlığı yaptığı dönemde tezgâhlanan “Sahte ve Gerçek   Operasyonlar ile Toplumsal Kışkırtıcılık” olaylarındaki “Kontrgerilla” ve MİT’in Rambocu, Masonik ve Amerikancı kanadıyla uyum içinde çalışmasından mı?

— İstihbarat ve Güvenlik örgütlerinin dış ve iç etkilerle yönlendirilmesinden mi? Vb. gibi soruların yanıtlarına kesin ve tanılar konulmazsa, tarihin bu dönemi karanlıkta kalacağını düşünüyorum. (16)

Demokrasiyle, liberallikle, milliyetçilikle, mukaddesatçılıkla uzaktan yakından

ilişkisi bulunmayan işkence yandaşı Amerikancı iktidarlar, Avrupa konseyi, HELSİNKİ nihai senedi, PARİS şartı (AGİK) gibi belgelere imza koyan ülkeleri uyutmak için içtenlikten uzak bazı girişimlerde bulunan iktidar bir süre daha kendilerini ve dünyayı aldatacaklarını sanıyorlar ama, karakollarda kuşkulu ölüm olayları devam ediyor. Bir yandan AT kapısından geri çevrilen iktidar, Batıya “LAHEY Adalet Divanı’na Kişisel Başvuru Hakkı ve İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Sözleşmesi” yaranmak için ne imza koymakla övünürken, çok yakın bir tarihte ABD’de yayınlanan “İnsan Hakları Raporu”nda “Türkiye’de İşkencenin Yaygın Olarak Uygulandığı” açıklanıyor.

20 yıldan bu yana özel olarak düzenlenmiş işkence merkezlerinde ve

Karakollarda kuşkulu ölüm olaylarına tanık oluyoruz. 12 EYLÜL 1980 sonrasında gözaltında kaybolan(17)  yüzlerce kurbanın suçlularını saptamak için en küçük çapta bir çaba sarf etmeyen iktidar nasıl liberal olabilir?

Karakollardaki kuşkulu ölümü olaylarında kullanılan şablon senaryo inandırıcılığını çoktan yitirdiği için, zaman zaman güvenlik güçlerini hedef alan eylemlere rastlanıyor. Pencereden atlamayı ya da intiharı önleyici tedbirler almak için çağ atlamaya gerek yok… Gözaltına alınan kişileri bodrum katında sorgularsınız ya da sorgu odalarında demir parmaklık yapılmasını sağlarsınız olay önlenir. Oysa işkenceden kurtulmak için kendini pencereden atıp yaşayan tanıklar bulunduğu gibi, pencereden atladığı iddia edilen gerçekte öldüğü için elde kalan kişiler üzerinde yapılan otopsilerde işkence izlerine rastlandığına dair raporlar da bulunmaktadır. Ama bu kanıtlar bilinçli olarak ortadan kaldırılmakta, işkenceciler korunmakta, işkencecilik özendirilmektedir. (18)

Bu tür olayları önlemek için, sorgu odalarına demir parmaklık konulması zorunluluğu getirilmesi konusunda muhalefet partilerince bile bir kanun teklifi hazırlandığını anımsamıyorum. Bunu yanında Türk Ceza Kanunu’nda “Dikkatsizlik ve Tedbirsizlik Nedeniyle Ölüme Sebebiyet Verme” diye bir suç olduğu bilinmektedir. Bu madde kuşkulu ölüm olaylarında güvenlik örgütü mensupları için neden işletilmemektedir? En azından bir soru önerisiyle kuşkulu ölüm olayları hakkında bugüne kadar kaç güvenlik görevlisinin soruşturmaya tabi tutulduğu ve sonuçların ne olduğu bir soru önergesiyle sorulmalı, gereken girişimlerde bulunulmalıdır.

Kırk yılda bir işkence seansında, bir sanık acemi bir işkenceci elinde öldüğünde, dava açılıyordu ama yasalardaki tüm hükümler işkencecileri koruyacak bir şekilde düzenlendiği için az bir cezayla kurtarılıyorlar infaz süresince de korunuyorlardı. Kim ne derse desin işkence sistematik bir devlet politikası haline dönüşmüş her geçen gün işkencecilerin sayısı ve deneyimleri (!) artmış olduğu gerçektir…

Hakkında bugüne kadarki yargılamada somut kanıtlar ortaya konulan sanık Yüzbaşı Ali ŞAHİN, öğretmen Sıdık BİLGİN’i işkenceyle öldürdükten sonra, ölüsüne kurşun sıktırmak gibi bir sav ile yargılanırken açığa alınmamış olmalı ki duruşmalara binbaşı olarak katılmaktadır. İşkencenin ödüllendirilmesine bulunan daha somut kanıt bulunabilir mi? (19)

İşkencelerden “Kontrgerilla”, istihbarat ve güvenlik örgütleri ve ABD’nin çeşitli istihbarat ve güvenlik örgütleri (NSC, CIA, DIA, FBI vb. gibi) sorumludur.

Bu güçler, az gelişmiş ülke iktidarlarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmektedir. Bu nedenle niteliği bugün kamuoyu tarafından daha iyi bilinen “Kontrgerilla”nın üzerine gitmeye hiçbir iktidarın gücü yetmemektedir. Antikomünist, Amerikancı vatanseverlerden(!) oluşan bu yeraltı örgütünün kökü kazınmadan TÜRKİYE’de demokrasinin varlığından söz edilmesi gerekir.

“Kontrgerilla” örgütü diye kendilerini niteleyen “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”nde(20)  aşağılık işkence ve onur kırıcı davranışların muhatabı olmuş bir kişi olarak derim ki; Bir ülkede, bir kişiye bile işkence yapılıyor, iktidar sessiz kalıyorsa ve toplumsal tepki yoğun değilse o ülkede, insan haklarından, Liberallikten, vicdandan, ahlaktan, namustan, şereften, demokrasiden bahsedenler satılmış değilse, aşağılık birer sahtekârdır.

Bana işkence yapanlara bile işkence yapılmasını insanlık ve ahlak anlayışıma ters bulmama karşın, sistemli işkence canavarlığına göz yuman, bu konudaki gerçekleri örtbas eden, halkına yalan söyleyen en dipteki işkenceciden en tepedeki iktidar yetkililerin ve en yakınlarının bir gün aynı işlemlere maruz bırakılmalarını temenni ediyorum. Çünkü başka bir yolla bu satılmışlara gerçekleri anlatmak mümkün görülmemektedir…(21)

Soru: AGIK Hakkında ne düşünüyorsunuz?

Talat TURHAN: Avrupa Güvenlik İşbirliği Anlaşması (AGIK), 1975 HELSİNKİ Belgesi’nin bir uzantısı olarak “Paris Şartı” adı altında 19–21 KASIM 1990 tarihinde, 34 ülkenin katılımıyla imzalanmıştır. Belgeye imza koyan ülkelerin 16’sı NATO üyesi, 6’sı Varşova Paktı üyesi, geri kalan 12’si ise bu paktlarla bağıntısı olmayan diğer Avrupa ülkelerinden oluşmaktadır.
Bir anlamda günümüze kadar Doğu-Batı arasında Komünizm tehlikesini önlemek için sürdürülen Soğuk Savaş süreci GORBAÇOV’un;

“Biz eskiden düşmandık, ama artık değiliz, birbirimizle partneriz. Paris’te savaşı konuşmaya değil, barışı konuşmaya geldik”. sözleriyle bitmiş oluyordu.

Ama Emperyalizm canavarının yaşaması için savaşa gereksinimi vardı. Çatışma Doğu-Batı ekseninden Kuzey-Güney eksenine kaydırıldı. AGİK’e imza koyan 34 ülke çoğunluğu Güneyde bulunan 3’cü Dünya ülkelerini geleceğin çatışma alanları olarak kabul ediyor ve başta petrol olmak üzere ham madde kaynaklarını ve bu ülkelerdeki çıkarlarını korumak için “Yeni Bir Dünya Düzeni”nden söz edildiği bir dönemde IRAK’ın KUVEYT’i işgal etmesi bazı yorumculara göre tüm hesapları alt üst etti şeklinde değerlendirmekte ise de, bizim de paylaştığımız yaygın kanıya göre çok önceden ABD emperyalizmince tezgâhlanan bu oyunla “Yenidünya Düzeni” Ortadoğu petrol rezervlerine egemen olmakla sağlam bir temel üzerinde emperyalistler açısından kurulmaya başladı. “Amerikan Çağı” diye adlandırılan ve ABD’nin tek süper güç olmasının büyük sakıncaları ve beraberinde getireceği çelişkiler yaşanılarak görülecektir.

AGIK toplantısına katılan 34 ülke içersinde TÜRKİYE’nin çok özel bir konumu bulunmaktadır.

— AGİK’E imza koyan tek Müslüman ülke TÜRKİYE’dir.

— Olası bir çatışmayı Kuzey-Güney ekseninde gören AGIK ülkeleri içersinde Orta Doğu’daki diğer ülkelerle “SURİYE, IRAK, İRAN” hududu olan tek ülke TÜRKİYE’dir.

— Güneydeki 3’cü dünya ülkelerine Kuzey’liler açısından en kötü bir örnek oluşturulan SADDAM’a kurulan tuzakta, her konuda TÜRKİYE’nin jeopolitiği elverişli fırsatlar vermektedir.

— George BUSH-Turgut ÖZAL diyalogundan karlı çıkacak olan tarafın ABD olacağı tartışma götürmez.
— Güneydoğu Anadolu’da bu amaçla kullanılmak üzere 12 EYLÜL 1980 Amerikancı cuntanın oluru ile bazı üsler genişletilmiş ve yeni hava alanları ve üsler hazırlanmıştır.

— Bölgede olası bir kara savaşı için, ABD’nin en fazla gereksinim duyduğu güç Kara Kuvvetleridir. Çünkü savaşlarda en büyük kaybı onlar vermektedir. ABD kamuoyu savaşta insan kaybı açısından olağan üstü duyarlı olduğu için kendi adına savaşacak ucuz askerleri kullanmayı yeğlemektedir.

— AGIK ülkeleri “Paris Şartı”ndan önce AKKA (Avrupa Konvansiyonel Kuvvet Anlaşması) ile NATO ülkeleri bu tür silahlarda belirli bir indirimi kabul etmişlerdir. Bu silahlar imha edilmek yerine, Türk Silahlı Kuvvetlerine aktarılırsa NATO ülkeleri için hiçbir kayıp söz konusu olmayacaktır. Buna karşın TÜRKİYE’nin yıllardan bu yana sınırlı askeri yardım ve Milli bütçe olanaklarıyla gerçekleştirilemeyen RE-MO planı (Reorgasisation-Modernisation) ve dolayısıyla NATO devletleri silahlı kuvvetlerinin standartlarına çıkma özlemleri bir ölçüde giderilebilir. Bu cömert görünümlü yardım karşılığı TÜRKİYE, başta ABD olmak üzere diğer NATO devletlerinin bölgedeki çıkarlarını korur. Her ne kadar NATO’da “Alan Dışı Kullanma” (out of area) sorunu çözülmüş değilse de emperyalistler için yeni formüller bulmak güç değildir.

KORE’ye birlik gönderen ABD yanlısı Demokrat Parti iktidarı, boşuna akıttığı Mehmetçiğin kutsal kanı, NATO’ya üye olmak politik amacın gerçekleşmesi için kullanılmadı mı?

Fırsat bu fırsattı, bu kez Amerikancı Anavatan iktidarı gözü kapalı, kraldan daha kralcı anlayışla, komşu ve Müslüman bir ülkeye karşı savaşa girip “bir koyup yirmi almak” gibi pragmatik ve uydu bir politika uğruna İslam aleminin büyük bir bölümünü karşısına aldı. (23)

KORE’deki Mehmetçik kanının diyeti NATO üyeliği olmuştu ama, bu kez AB üyeliğine kapı aralamak hesabı da dahil olmak üzere hiçbir umut görülememektedir. İlke olarak silahsızlanmayı kabul eden AGIK topluluğu içinde, TÜRKİYE’nin silahlandırılarak Dünya jandarmasının taşeronluğuna soyunması akıl karı değildi ama tek adam diplomasisine çocuklar bile karşı çıkmasına karşın uydu politika sürdürülüyordu.(24) Nereden nereye… Tam bağımsızlıktan tam bağımlılığa… Uyduluğu ilke olarak benimseyen iktidarların kar hesaplarının göz boyamadan öteye geçmeyeceğini halkımıza anlatmak gerek. Tarikat üyesi Başbakan Turgut ÖZAL hem İslamı kullanıp halktan oy alacak hem de ABD kuyruğuna takılıp Müslüman IRAK’a savaş açmayı düşlüyecek…

Soru: AKKA için ne düşünüyorsunuz?

Talat TURHAN: AKKA’ya imza koyan 34 ülke silahsızlanmayı, kuvvet indirimini ve barışı kendi aralarında ilke olarak benimsemelerine karşın, TÜRKİYE’nin tümünün belli bir amaçla SİLAHLADIRILMASI öngörülmüştür. Şöyle ki;

“Mersin dâhil (YUNANİSTAN’ın karşı koymasını karşın) TÜRKİYE’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi AKKA anlaşmasının dışında tutulmuş, MERSİN’den başlayarak GÖZNE-KEMALİYE-TEKMAN-KARAYAZI-MURADİYE’ye kadar uzanan 39cu enlemin Güneyindeki bölge klasik silah indirimi ve denetim alanı dışında bırakılmıştır”. (25)

Güneydoğu Anadolu dışında bölgelerin Silahsızlanma Bölgesi olarak ayrıldığını düşünerek barışçı bir yaklaşımla umuda kapılanları AKKA anlaşmasında yeni bir sürpriz madde beklemektedir:

“Tüm TÜRKİYE’de paramiliter kuvvetlerin elindeki silahlar denetim dışı bırakılmıştır”.

Bu maddenin anlamı açıktır, yani Özel Savaş Dairesi’nin Sivil Uzantısı olan ve Vatansever(!) oldukları iddia edilen kişilerden oluşan bu Yeraltı örgütünün silahlanmaları önündeki tüm engeller TÜRKİYE genelinde kaldırılmaktadır.

Bu bağlamda MERSİN de dahil 39’cu paralelin güneyinde kalan Güneydoğu Anadolu bölgesi iki kez silahlandırılacaktır. Hem konvansiyonel silahlı güçler tarafından hem de paramiliter güçler tarafından… İşte AGIK ve AKKA, ülkemizde böylesine bir barış, böylesine bir silahsızlanma getirmiş bulunuyor…

Bu koşullar içinde TBMM’de bekletilen “Kontrgerilla Önergesi”nin 1991 yılı sonlarına doğru görüşülerek sonuçlandırılacağı bazı çevrelerce hayal edilmektedir.

Dün Anti-Komünistlerin köye kadar örgütlenmiş uzantısı kabul edilerek beyinleri emperyalist güçlerce yıkanan bu güçlerce kabul ettirerek yeni düşman kavramı ne olacak diye düşünmeye bile gerek yok. “ABD Emperyalizmine karşı her güç ve ideoloji müttefiklerin de düşmanıdır” şeklinde formüle edilebilecek bu anlayışın inandırıcılığı kuşkuludur. (26)

Eleştirimizin bu bölümünde, emperyalistler adına bu kadar riske edilen TÜRKİYE’ye AGIK ülkelerinin ölçtüğü değer üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. AGIK ülkelerinin TÜRKİYE’ye değer gördüğü puan en diplerde ve binde seksen üçtür. Bize bu kadar değer veren NATO ülkelerine ve özellikle ABD’ye üslerimizi kullanıma açmak, Çevik Kuvvet’lerin konuşlandırılmasına olanak sağlamak, ikinci cephe açılma olasılığına karşı yığınak yapmak, savaşa girmek için can atmak ne ölçüde ulusal çıkarlarımıza uygundur?

Tartışılması gereken yaşamsal sorunlar bunlardır diye düşünüyorum. Ama bugünlerde yine hedef saptırma çabalarının tanığı oluyoruz. Bu ortamda Semra ÖZAL, ANAP İSTANBUL İl Başkanı adayı olması ne yazar ki olmazsa ne yazsın…

Dış politika bilimcilerinin yıllarca çalışmasını gerektiren yığınla soru yanıt beklemektedir;

—Birleşmiş Milletlere üye sayısının yüzde kaçıHELSİNKİ Nihai Senedine imza atmıştır?

—HELSİNKİ Anlaşması gözetleme komitesi ne ölçüde başarılı olmuştur?

—İmza koyan uluslar yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getirmişlerdir?

—Doğu-Batı yumuşamasında etken olan sayısız toplantılar sonunda oluşan anlaşmalarla Nükleer Silahlarda indirimi gerektiren nedenler tüm boyutlarıyla incelenecek midir?

—AKKA anlaşmasına gelen süreç değerlendirilecek midir?

—AGİK süresine ulaşılmada “Glastnost ve Perestroika” kavramlarının etkisi nedir?

—AGIK ülkeleri kendi dışındaki ülkelerle Kuzey-Güney ekseni üzerinde olası çatışmalar öngörüyorsa güneydeki 3’cü dünya ülkelerinin bu anlayışla karşı yakın ve uzak erimli tavırları ne olacaktır?

—SSCB’nin Batıya vermek zorunda kaldığı ödünler içinde “Ulusal Kurtuluş Savaşlarına Destek Olmama İlkesi” de bulunduğuna göre, AGIK sonrası bir tür sömürgeciliğe ne tür tepkiler oluşacaktır?

—Güney ülkeleri içinde özellikle bugün Ortadoğu petrol rezervleri üzerindeki mutlak egemenliğini elde etmek için IRAK’a karşı örgütlenen cephe ilerde hangi tür çelişkiler içine düşebilirler? (27)

—AGIK ve AKKA anlaşmalarıyla TÜRKİYE bağımlılık bataklığına biraz daha mı batmıştır. Yoksa ulusal çıkarlarını mı? korumuştur?

—TÜRKİYE’ye binde seksen üç puan veren AGIK ülkelerin ölçütü nedir? Diğer ülkelerin puanlarıyla karıştırıp sonuçlar çıkartılmalıdır.

—AGİK’e imza koyan TÜRKİYE dışındaki 33 ülke içinde paramiliter kuvvetlerinin elindeki silahları indirim kapsamı dışında bırakıp bırakmadıkları saptanılmalı ve özellikle bu olayı NATO ülkeleri açısından karşılaştırılarak saptanılmalı ve TÜRKİYE’deki paramiliter güçlerin silahlarının neden indirim kapsamı dışında bırakıldığı saptanılmalıdır.

—Eğer diğer ülkelerde özellikle NATO böyle bir kayıt konulmamışsa Emperyalistlerin ülkemizi Özel Savaş alanı haline dönüştürmeleri ardındaki nedenler saptanılmalıdır.

Örneğin İTALYA’daki Gladio (ROMA Kılıcı), ALMANYA’daki Sword Grenzspitze (GSG-9), FRANSA’daki Rüzgârgülü, İNGİLTERE’deki Secret Brıtısh Army Network Revealed, BELÇİKA’daki SDRA–8, YUNANİSTAN’daki SHEEP SKIN (Koyun Postu) vb. gibi Kontrgerilla benzeri Paramiliter Örgütler, AGIK ile kaldırılmakta mıdır, yoksa TÜRKİYE’de olduğu gibi silahsızlanma kapsamı dışında mı bırakılmışlardır?

—Yetkili kişiler Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında yakışıksız sözler söylemeye başlamışlardır. Eğer bugüne kadar iddia edildiği gibi 40 yıllık NATO ittifakı içersinde bulunduğumuz süre içersinde Türk Silahlı Kuvvetleri NATO standardı’na uyarlanmamışsa, iktidarların bu oluşumdaki politik sorumluluğu saptanılmalıdır. Türk Silahlı Kuvvetlerini NATO’nun en güçlü ordusu olduğunu söyleyerek ulusu ve kendilerini kandıranlardan hesap sorulmalıdır. Ondan sonra, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıllardan beri üzerinde çalıştığı RE-MO planlarına göre değişen koşullara uygun düzenlemeler yapıldıktan sonra donatımına gidilmelidir.

—Türk Silahlı Kuvvetleri RE-MO (REorganisation-MOdernisation) planı ile ulaşmayı yıllardan beri özlediği çağdaş teknolojiye ulaşma amacını engelleyen etkenler içinde bugüne kadar yapılan dış yardımla (ABD, ALMANYA ve diğer NATO ülkeleri) milli bütçeden ayrılan paylar yeterli olmuş mudur? Eğer bugün Türk Silahlı Kuvvetlerinin NATO standartlarında olmadığı görülüyorsa bu oluşumun suçluları kimlerdir? Ve bu suçlulardan kim, ne zaman hesap soracaktır?

—Gerek Birleşmiş Milletlerin IRAK’a karşı aldığı kararlar ve gerekse AGIK ile benzeri ilişkiler içinde ABD’nin Dünya Liderliğini kabul etmiş görünen AB ülkeleri, SSCB, ÇİN, JAPONYA ve ALMANYA’nın bir çeyrek asır içinde göstermeleri olası tepkiler ne olabilir? ABD’nin benimsediği liderliğine onun yandaşları ve karşıtları arasındaki çelişkiler, düşlenen Yeni Dünya Düzenini zaman içinde nasıl etkiler?

KAYNAKÇA ve AÇIKLAMALAR

(26) Y.n.: Bilindiği gibi daha sonraki yıllarda W.BUSH tarafından: Ya bizdensin ya da bize karşısın” şeklinde formüle edildi.
(27) Y.n.: Söyleşinin 1990yılında yapıldığını anımsayalım
(1)- a, “CUELLAR zor durumda kaldı” Yeni Asya: 13 ŞUBAT 1991- ÜRDÜN’de yayınlanan El Destur gazetesine göre, CUELLAR-SADDAM görüşmesinde alınan notlara göre CUELLAR:
“Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyinin KUVEYT’i işgal eden IRAK’a karşı ekonomik ambargo uygulaması ve askeri güç kullanılması yolunda karar alınırken ABD’ye boyun eğdiğini” söyledi.
(b)- Y.n.: Bu görüşmeden aylarca önce yayınlanan “Körfez Bunalımı Üzerine…” başlıklı yazımda bu olayda ABD’nin BM’leri amaçları doğrultusunda kullandığını açıklamıştım. “İktisat dergisinin EKİM – KASIM 1990 tarih ve 305–306 sayı nüshası”
(2)- TÜRKİYE Reisicumhuru Celal BAYAR’ın AMERİKA Seyahatleri, hazırlayanlar: Recep BİLGİNER ve Mehmet Ali YALÇIN’dan aktaran Hıfzı Veldet VELİDEDEOĞLU: “Bugünlere nasıl geldik?”  Cumhuriyet: 29–31 TEMMUZ 1975
(3)- “Gölgedeki Adam” Dündar SEYHAN: 1966
(4)- “İkili Anlaşmaların iç yüzü” Haydar TUNÇKANAT 1970, Ekim Yayınevi
(5)- a- 3 TEMMUZ 1969 tarihli anlaşma
b- Y.n.: 19 yıl İkili Anlaşmalar Türk halkından gizlenmiş ve ABD ülkemizde bildiği gibi at koşturmuştur. Bu oluşuma göz yuman iktidarlar uydulaşma sürecinin tarihsel suçlularıdır.
(6)- “Meclis nerede?”  İlhan SELÇUK, Cumhuriyet: 14 ŞUBAT 1975
(7)- “Meclis Çalışmıyor” ANKARA Notları, Yeni Asya Gazetesi: 9 ŞUBAT 1991
(8)- (6)’daki dipnot
(9)- Özcan ERCAN’layapılan söyleşi, Milliyet: 20 OCAK 1991
(10)- “AP, DP’nin devamı mı?” Talat TURHAN, 7Gün Dergisi 13 NİSAN 1997
(11)- Y.n: Gn. Kur. Bşk. Org. Cevdet SUNAY 1961 yılında kendisine Devlet Başkanlığı öneren üç Silahlı Kuvvetler Birliği üyesine verdiği yanıtta:
“Ben mi bu devleti idare edeceğim? Ben içi boş bir kabağım. Kandilimin yağı çoktan tükendi” demiştir.
(12)- Y.n: Gn. Kur. Bşk. Org. Memduh TAĞMAÇ Kurmay Albay iken katıldığı POLATLI, Topçu Okulundaki Topçu Tekâmül Kursunda, Topçu Atış Dersinden “en önemli ders” 100’ü üzerinden 16, Kurmay sınıfının en önemli derslerinden biri olan Tabiye’den ise 100 üzerinden 40 numara almıştı. Oysa geçerli not en az 60 idi. Bu durumda TAĞMAÇ’ın “İlmi Yetersizlik”ten emekliye ayrılması gerekirken, Topçu Okulu öğretim kurulu Kurmayları gücendirmemek için ona geçerli not vermişti. Bu olayın baş tanığı o dönemde Topçu atış Öğretmeni merhum Topçu Albayı Ahmet IŞIK’tı. İkinci önemli tanık ta o tarihte Ahmet IŞIK’ın yardımcılığını yapan halen avukat olan H.K, diğer tanıklar ise Topçu Okulu öğretim kuruludur.
(13)- “Bomba Davası Savunma” Talat TURHAN İleri yayınevi 2006.
(14)- Y.n.: Bu konudaki tüm gerçeklerin tam anlamıyla anlaşılabilmesi için, 1972–1975 yılları arasında İSTANBUL Sıkıyönetim Komutanlığı… 2 No’lu Askeri Mahkemesinde görülen Bomba Davası’nın onbinlerce sahife tutan dosyalarının incelenmesi gerekir. Bilindiği gibi ben bu davanın baş sanığı olarak iki yıl idam istemiyle yargılanmış ve ceza Tutukevinde SELİMİYE yatmış ve daha sonra davası örtbas edilmiş bir kişiyim.
(15)- Y.n: Faik TÜRÜN ve Turgut SUNALP’ın Kurmay Binbaşı iken 1950’li yıllarda 1’ci Kore-Türk Tugayında birlikte görevli bulunmaları da bir rastlantı değildi. 1972’de “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”yle ilişkileri, o dönemden kalan ideolojik birlikteliklerinden kaynaklanıyordu. Her ikisi de rütbe ve makamlarını Antikomünist olmalarına borçlu idiler. Sıradan bir Amerikalı gibi Komünizmi doğru dürüst bilmiyorlardı ama ona karşı olmaktan çok yararlanmışlardı. Orgeneral, Milletvekili, Cumhurbaşkanı adayı, Büyük elçi, Parti Başkanı olmuşlardı… 1950’li yıllarda KORE Tugayı’nın Binbaşı dahil daha üst rütbedeki subayların çoğu, Demokrat Parti iktidarının etkisiyle seçilmişlerdi. Turgut SUNALP’ın DP bakanlarından biri ile akrabalığı vardı. 1950–1960 yılları arasında onun desteğinden geniş ölçüde yararlandı. 1960’dan sonrada sırtını Cevdet SUNAY’a dayadı. KIBRIS’tan ANKARA’ya hediye kuryeliği yapanlar, bu ilişkiyi somut kanıtlarla yaşadılar. Faik TÜRÜN ise çok genç iken katıldığı tarikatın etkin desteğinden de yararlanmıştı.
Yalnız bu iki kişi 1950’li yıllarda Güney KORE’de komünizmle savaşmış olmanın büyük yararlarını görmüşlerdi. Yurt içinde devlet içinde devlet konumundaki karanlık güçlerin düzenledikleri “Sahte ve Gerçek Operasyonla” komünist tehlikesi abartılıyordu. Hazırlanan bu ortamdadış güçlerin de katkısıyla iç düşman kavramı oluşturuluyor, yerleşik düzene ve emperyalist çıkarlara karşı olan herkes komünist sayılıyordu. İki ahbapta tüm geleceklerini Antikomünizm’e bağlamışlardı. Bu anlayışlarını o derece ileri götürmüşlerdi ki ABD emperyalizme hizmet için başlatılan örgütlü ve düzenli işkence evinde “Ziverbey (zihni Paşa) İşkence Köşkü” kendileri gibi Amerikancı olan silah arkadaşları Orgeneral Faruk GÜRLER (Genel Kurmay Başkanı) ve Orgeneral Muhsin BATUR’u (Hava Kuvvetleri Komutanı) Marksist-Leninist bir cuntanın lideri ve üyesi olarak suçlayan ifadeler aldırmışlardır. Bu suretle bir yandan Faruk GÜRLER’in Cumhurbaşkanı olmasını istemeyen güçlere malzeme sağlanırken, diğer yandan onları “Bomba Davası” ek iddianameleriyle sanık yapmanın yollarını aradılar. Antikomünizm ticaretinin böylesine Dünyada bile örnek bulanabileceğini sanmıyorum.
(16)- Y.n.: Yayınlanan “İnsan Hakları Raporlarına” bakınız
(17)- “Gözaltında Kaybolanlar” Kürşat İSTANBULLU…
(18)- “Ali Rıza AYDOĞAN’ın Beyoğlu Emniyet Amirliğindeki ölümü için” Cumhuriyet ve Milliyet Gazetelerinin 17 ŞUBAT 1991 tarihli sayısına bakınız.
(19)- “Şüpheli Ölüme soru önergesi” Cumhuriyet: 18 ŞUBAT 1991
(20)- “Ziverbey Köşkü” İlhan SELÇUK
(21)- “Bomba Davası –Savunma” Talat TURHAN İleri Yayınevi 1986
(22)-
(23)- Y.n: “Kötü misal emsal olmaz” özdeyişi genel bir kuraldır. Bu nedenle Irak’ın Müslüman KUVEYT’e saldırısı, diğer Müslüman ülkelerin IRAK’a saldırısı için örnek oluşturamaz. Kaldı ki, o dönem IRAK’taki Büyük Elçi anılarında SADDAM’ı KUVEYT’e saldırı için özendirdiğini açıklamaktadır.
(24)- Bugün 10 yaşında olan dahi çocuk Yalın ALPAY, Özcan ERCAN’la Milliyet gazetesinde 17 ŞUBAT 1991’de yaptığı söyleşide
“TÜRKİYE’nin üsleri kullandırmaya başladığını bizlere açıklaması lazımdı. (Turgut ÖZAL’ı kastediyor). Bu biraz düşündürücü, kamuoyunu sağlıklı bilgilendirmiyor. Bizim vatandaş olarak her şeyi bilmeye hakkımız var” diyor.
(25)- Y.n: 1. Silahlandırılması ve Ortadoğu ülkelerine TÜRKİYE’nin kullanmasını amaçlayan emperyalist komploda MERSİN Limanı’nın önemi tartışılmayacak kadar büyüktür. Çünkü silahlanması öngörülen bu bölgeye denizden yapılacak ulaşım için en donanımlı liman statüsündedir.
a, KIBRIS çıkartması için MERSİN Limanı kullanıldığından YUNANİSTAN, KIBRIS üzerinde beslediği emeller açısından, MERSİN’in silahsızlanma Bölgesi’ne dahil edilmesinde ısrarlı olmuş, ancak sonuç alamamıştır.
b, Bugün ABD ve Batılı ülkelerin kullandığı tüm üs ve havaalanları ile yığınak yapılan Güneydoğu Anadolu Bölgesi.
(26)- Güncelleme Y.n.:
(27)- Güncelleme Y.n.

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....

anlaşmalı boşanma

anlaşmalı boşanma