Ankara Özgür Ünv.Konfs. 21.12.1996
TALAT TURHAN ANKARA ÖZGÜR ÜNİVERSİTESİ KONFERANSI (21 ARALIK 1996)
KONU: Ziverbey’den Susurluk’a Amerikan Emperyalizmi Ve Kontrgerilla
Çok değerli katılımcılar, konferansımızın konusu Ziverbey’den Susurluk’a başlığını taşımaktadır. Bilindiği gibi 12 Mart 1971 darbesinden sonra Ziverbey Köşkü diye yansıtılan aslında Zihnipaşa Köşkü diye biline bir köşkte binlerce aydına, gençliğe, emekçiye ve yurtsevere sistematik işkence yapılmaya başlanmıştır. Bu nedenle yakın tarihimize Ziverbey Köşkünün kilometre taşlarından biri olduğunu düşünmekteyim. Anılan köşkteki işkencelerden nasibini alanlardan biri de benim.
Monteskü’nün tanımlamasıyla ‘’Bir kişiye yöneltilen tehdit aslında topluma yöneltilmiş tehdit sayılmaktadır.’’ Bu anlayışla işkence olgusu bir kişiye yapılmış olsa dahi insan onuruna yönelik bir olgu olduğu için kolektif bir kavram gibi algılanmalı, tüm toplum karşı çıkmalıdır. Ama ne yazık ki o günden günümüze kadar süregelen işkence bireysel olgu olmaktan çıkmış, toplumu yanılgıya itmek amacına yönelmiş ve kurumsallaşmıştır. Çünkü arkasında ABD emperyalizmi vardır.
Eski Başbakan Çiller geçen yıl yayınladığı bir genelgede karakollardan işkence aletlerinin kaldırılmasını istemiştir. Ülkemizde işkencenin varlığını devlet katında kabulü anlamını taşıyan bu önemli belge bir gerçeği daha gözlerimizin önüne sermiştir. Çünkü 70’lerden günümüze değin sağcı ve Amerikancı tüm politikacılar ile sivil, asker tüm üst düzey bürokratları işkencenin varlığını yadsımışlardır. Kuşkusuz böyle bir ortamda vatandaşın politikacıya olan inancı sarsılmıştır. Nitekim 19 Aralık 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde (12.12.1996’da yayınlanan) bir kamuoyu araştırmasına göre bu güvensizlik %83’lük gibi bir düzeye yükselmiştir. Ülkemiz tüm uluslararası platformda özellikle Avrupa Birliğince insan hakları ihlalleri nedeniyle suçlanmaktadır. Bu olgu karşısında 70’lerden bu yana işkence yapan büyük kötülüğü yapmışlardır diye düşünüyorum.
Konu başlığımız ikinci bölümü olan Susurluk’la Ziverbey arasında nasıl bir ilişki kurulabileceği düşünülebilir. Kanımca kişilerin isimleri farklı olmasına karşın Susurluk’ta bir rastlantı sonucu ortaya çıkan çete ile Ziverbey’deki çete birbirlerinden farksızdı. Kanımca bu olaylar iktidarların çeteleşen bölümlerince güdümlemektedir.
Yaklaşık bir buçuk aydan bu yana Türkiye’nin gündemine oturan batı skandallar listesinde yer alan Susurluk skandalı Amerikan uyducu politikanın iflasını sergilemesi açısından tarihsel bir dönüm noktasına dönüşmüştür.
SUSURLUK OLAYI
46 ruhunun iflas simgelenmektedir. Küçük Amerika olmak hayalini içeren bu ruh emperyalizme bağımlı ilişkilerdeki kokuşmuşluğu yansıtmakta, Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık, anti emperyalist ve anti kapitalist ilkelerden oluşan ulusal kurtuluş şiarına bütünüyle ters düşmektedir.
Susurluk’taki kamyon çürümüş düzenin lağımını patlatmıştır. Bu pisliğin ne TÜSİAD Başkanı Halis Komili’nin ürettiği sabunlar ne de deterjan fabrikaları ürünleri temizleyebilir. Nitekim halkımızda biraz önce açıkladığım gibi bu sorunun çözüleceğine inanmamaktadır.
Susurluk olayını irdeleyen medya ve politikacılar kanımca büyük bir yanılgı içerisinde ayrıntılarla uğraşmakta ve olayın özünü göz ardı etmeyi yeğlemektedir. Emperyalizme güdümlü küçük Amerikancı 46 ruhu işbirlikçi iktidarların bu oluşumdaki sorumluluğu göz ardı edilerek sağlıklı yargılara varılabileceğini düşünmemekteyim. Ne yazık ki günümüzde iktidar 46 ruhunun uzantılarının elindedir. Kuşkusuz böyle bir ortamda çözüm beklemek boşunadır.
Susurluk olayı bir anlamada özel savaş kavramının dejenere edilmesini de simgelemektedir. Bu kuşku 23 yıldan bu yana resmi belgelerle tarafımdan ve politikacılarca dile getirilmiştir. Sırası gelmişken özel savaştan söz etmek istiyorum.
Özel savaş kuramı Kennedy döneminde dünyada geniş boyutta uygulanmaya konulmuş, bu amaçla ABD Georgia eyaletinde, içinde 40 bin kişinin bulunduğu 80 Km kare alana yayılan J.F.Kennedy Özel Savaş Okulu Kurulmuştur. (Ford Brag) Özel savaş kapsamı içerisinde şemada görüldüğü gibi gayri nizami savaş kavramı da yer almaktadır. Bu yöntem hem gerillaya karşı harekatı, hem de kontrgerilla harekatını içermektedir. Ülkemizde 1965 yılından bu yana uygulamaya konulan ve ABD talimnamesinden aynen tercüme edilen ST 31-15 simgeli talimnamede gayri nizami kuvvet yapacak güçler yer üstü kuvvetler ve yer altı olmak üzere iki bölünme ayrılmaktadır. Şemasını gördüğünüz yer altı örgütüne halkımız kontrgerilla örgütü demektedir. Anılan talimname ilk kez 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Kumandanlığı Askeri Mahkemesinde yapmış olduğum 5000 sayfalık savunmaya ek olarak verilerek Türk kamuoyuna mal edilmiştir. Şemada görüldüğü gibi bu yeraltı örgütü mülki taksimata uyarlı olarak köylere kadar örgütlenmiş olup olası bir düşman işgalinde hücre yöntemiyle istihbarat, terör ve sabotajlar yapacaktır. Özellikle 70’lı yıllardan sonra iç ve dış düşman koşut sayılarak sosyalizm hedef seçilmiş örgütün içine donuk olarak kullanabileceği kuşkuları Kenan Evren tarafından bile dile getirilmiştir.
1990 yılında İtalya’da Gladio olayı patlak verince tüm NATO ülkelerinde hatta İsveç, İsviçre, Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde ve ABD güdümündeki diğer devletlerde benzer örgütlenme varlığı ve bu örgütlerin doğrudan doğruya CIA denetimindeki okullarda Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusundaki kurallarla eğittikleri ve finanse ettikleri ortaya çıktı. Dünyanın bütün ülkelerindeki yeraltı örgüt üyelerine o ülkenin diliyle ‘’Vatansever’’ denilmektedir. En iyimser bir yaklaşımla ülkemizde 50 Bin vatansever olduğunu söyleyebiliriz. Oysa ki örgüt kuruluşundan bu yana 44 yıl geçmiş olmasına karşın bu vatanseverlerin kim olduğunu öğrenmemiz olanaklı olmadı. Sadece Ecevit’in Başbakanlığı döneminde bir Generalin kendisine MHP’li bir vatanseverin varlığından söz ettiğini biliyoruz. Susurluk olayında Tansu Çiller’in ağzından kaçırdığı ‘’Kurşun atanda, kurşunu yiyende bizim için şereflidir’’ özdeyişi vatanseverlik kavramına açıklık getirmiştir. Ona ulusça şükran borçluyuz. Böylelikle Devlet adına kurşun sıkmasına göz yumulan bir ikinci vatanseverinde varlığını ve bağlantılarını öğrenmemiz mümkün oldu. Çatlı’nın arkadaşlarından İbrahim Çiftçi’nin kullanıldığını ifade etmektedir. Eğer rahmetli Çatlı’da sağ olsaydı Topal cinayetinin üstüne yıkıldığını gördüğünde o da kullanılmış olduğunu anlayacaktı. Bize hangi siyasal görüşten olursa olsun gençleri ve gençliği suçlamak yakışmaz, olaydaki tarihsel suçlular onları kullanan işbirlikçi iktidar mensupları ve ardındaki ABD emperyalizminin varlığını artık herkes biliyor. Ancak tüm dünya soğuk savaş döneminde neo Nazizm partiler MÇP eski MYK üyesi Yaşar Yıldırım ‘’Bazıları Türk-Kürt çatışmasından yarar umuyor olabilir ama biz ülkücü gençlerin yeniden kontrgerillanı oyuncağı olmasını istemiyoruz’’ derken yaşanan bu trajediye ışık tutmaktadır. Erciyes üniversitesi öğrenci derneği başkanı Şenol Uğurlu ise ‘’1980 öncesinde ülkücüler komünistlere karşı devletin yapması gereken şeyleri yapmak zorunda kaldı ancak devletin çözemediği problemler ister istemez halka inecektir. Güneydoğuda devletin soruna artık gençler sahip çıkmaktadır’’ derken bilmeyerek de olsa başka bir gerçeği ifade etmektedir. 1990 yılında açıklanan bu görüşler günümüzde özel tim ve koruculuk örgütlenmesinde bir siyasal partinin etkin rolü ile soyuttan somuta dönüşmüştür. Devletin kendi gücünü kendi dışındaki gruplara devretmesinin sakıncaları bu günlerde MGK tarafından bile dile getirilmektedir. Eski bir deyim de ‘’iktidar tecezzi kabul etmez’’ denilmektedir. Yani iktidar gücü devletin resmi organlarınca kullanılır, hiçbir örgüte havale edilemez.
Susurluk olayından anlaşıldığına göre iktidar Siverek’teki yetkilerini bir aşiret reisi olan Bucak’a devretmiş, buna karşılık olarak da gazetelerin yazdıklarına göre kendisine ayda 130 Milyar Tl para aktarılmaktadır. Kuşkusuz iktidarın bu boyutta olanak sağlayıp ayrıcalık tanıdığı kişiler günün birinde bunun faturasını kendilerini kullananlardan isteyecektir. Susurluk olayı iktidar mantığının bu yönden de iflasını simgelemesi bakımından önemlidir. Atatürk döneminde Güneydoğu Anadolu bölgesinde baş gösteren ayaklanmalarda TSK’dan başka güç kullanılmamıştır. Aslında dejenere olan bugünkü harp prensiplerinde aykırı olduğu için çözümsüzlük üretmiş, kirli savaş ortamında bir terör ekonomisi yaratıp, ekonomimizin olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu gerçek bugün ortaya çıktığından MGK bu işe müdahale etmek zorunluluğu duymuştur.
Kanımıza göre politika uzağı görme sanatıdır. Bu olgular ABD bağımlısı iktidarların bir yandan olumsuzluklarını sergilerken, bir yandan da öngörüden yoksun olduklarını da sergilemektedir. Sanırım 1985 yılında Nokta dergisinde yapmış olduğum bir açıklamada, bu tür sakıncalı özel oluşumların ileride yeniçeri ocağına dönüşeceğini açıklamıştım. Nitekim bazı yazarlar Güneydoğu olayları bittiğinde korucu başkaldırısından söz etmekte, özel tim elemanlarının kural tanımazlığı sıkça basına yansımaktadır. 15.12.1996 tarihli Teke Tek programında belediye başkanı dile getirmiştir.
Kanımıza göre yasal güçleri gaz ardı ederek paramiliter ve illegal örgütlerle birlikte çalışmayı kabul eden iktidarlar birer çetedir. Bu kanımızı 1977 yılında 7 Gün dergisinde işkence, terörizm, siyasi cinayetler ve güvenlik örgütleri ile iktidarın çeteleşmesi ve bürokrasi başlığı altında 390 kaynak ve dipnottan oluşan 2 yazı dizisiyle belgesel olarak açıklamış bulunuyorum. Bu dizilerdeki öngörüler Susurluk olayına da ışık tutmaktadır.
Tansu Çiller’e bir başka açıdan da şükran borçluyuz. Çünkü açıklamalarıyla tetikçilere destek vererek devletin cinayet işleyebileceğini kısmen de olsa kabul ederek, kendinden önce devlet cinayet işlemez diyen bütün devlet ve politika adamlarının söylemlerini geçersiz kılmıştır. Aslında ABD emperyalizminin hizmetinde bütün dünyada AAA diye simgelenen ölüm mangaları bulunmaktadır. İktidarların göz yumduğu paramiliter illegal örgütler bilerek ya da bilmeyerek milliyetçilik ve vatanseverlik kavramlarının ardına sığınarak ABD emperyalizminin değirmenine su taşımaktadırlar. 1989 yılında yayınlanan Doruk Operasyonu adlı yapıtımda ‘’Uluslararası terörizm ve ölüm mangaları’’ başlığı altında bu konuya açıklık getirmeye çalıştım. 89’dan bu yana geçen dönemi izninizle örneklemek istiyorum;
90 yılında İtalya’da patlak veren Gladio olayı bazı gerçekleri göz önüne serdi.
- Gladio, CIA tarafından örgütlenmiş ve finanse edilmiştir,
- Gladio, ABD yanlısı partinin denetimindedir, Cumhurbaşkanı ve Başbakanla ilişkilidir,
- Gladio, cinayet işlemektedir,
- Gladio, sağcı terör eylemleri arasında yer almaktadır,
- Gladio ile P2 Mason locası arasında somut ilişkilerin varlığı ortaya çıkmıştır,
- Gladio ile İtalyan istihbarat örgütleri birlikte çalışmaktadır.
Bu örnekler bütün dünya örgütleri arasında koşutluk kurmamız gerçeklere uygun düşer. Nitekim dönemin Cumhurbaşkanı Cossiga bu örgütlerle irtibatını kabul ettirmiştir. Başbakan Androtti şu an mafya işbirliğinden yargılanmaktadır. İtalyan istihbarat örgütü (SİSMİ) Başkanı General Massumici bu ilişkiler nedeniyle mahkum olmuştur. Bologna tren istasyonu katliamında neo faşist sağcı örgütlerin suçluluğu ortaya çıkmış, mahkum olmuşlardır.
P2 mason locası başkanının (Gelli) bu kirli ilişkilerden dolayı mahkum olmuştur.
Filipe Goncales ETA örgütü üyelerini öldürmek üzere GAL diye bir örgüt kurmuştur ve yargılanmıştır. İspanyol basını olay üzerine gitmeye devam etmektedir. Latin Amerika ülkelerinden de benzer örnekler verebiliriz.
Örneklediğimiz ülkelerde soruşturma yapılmakta, suçlular yakalanmakta, bütün suç örgütleri ortadan kaldırılmasına karşın ülkemiz faili meçhuller cenneti olmaya devam etmektedir. Bu olguyu Latin Amerikalılaştırma sürecinin henüz tamamlanmadığı şeklinde nitelendirebiliriz. Amerikan emperyalizmini Monroe doktrini ile hegemonyasına aldığı bu ülkelerde ilk önce halklar belirli bir süreç içinde işkenceden geçirilerek yıldırılmış, bu evreyi toplumsal provokasyonlar, toplu kıyımlar ve kirli savaşlar izlemiştir. Ülkemizde bu evrelerin tamamlanmadığı anlaşılıyor.
Demokrasimizde yeterli olgunluğa ulaşılamadı için denetim mekanizması işlememekte ve olayların failleri yakalanamamaktadır. Aslında Amerikan emperyalizmi güdümüne girmiş olan iktidarlardan çözüm beklemek de mümkün değildir. Nitekim TBMM Fili Meçhul Araştırma Komisyonunun uzun elimli ve içerikli tüm önergeleri göz ardı edildiği için bu olaylar süregelmiştir.
Anılan raporda ‘’Meclis Araştırma Komisyonlarının yetkileri somut sonuçlar almaya yeterli değildir’’ saptaması içtüzük açısından günümüzde de geçerlidir. Faili meçhul araştırma komisyonu raporunda da görüleceği gibi bilgisine başvurduğu bütün organlar tarafından engellenmiştir. Günümüzde meclis araştırması için kurulan Susurluk komisyonu da daha şimdiden benzeri güçlüklerle karşı karşıya bulunduğu görülmektedir. Kamuoyunda oluşan kanaate göre bu nedenlerle olumlu sonuç beklenilmemektedir. Aslında her iki kanadı da belirli hesap ve çıkar ilişkileri üzerine kurulan böyle bir iktidardan da sonuç beklemek hayal olsa gerekir. Susurluk’da çürümüş bu düzenin kanserleştiği ortaya çıkmıştır. Lokal bir operasyonla zorunu olarak, birkaç kişi kurban seçilerek olayın kapatılmasına çalışılacaktır. 1960 yılı Kasım ayından itibaren sağcı gazete arşivlerine göz attığımızda Erbakan’ın kontrgerillayı GAO (Gizli Amerikan Ordusu) şeklinde tanımladığını ve bu örgütün kaldırılması gerektiğini söylemektedir. Erbakan iktidar olduğundan beri ağzından bu örgüt kaldırılmalıdır diye bir şey duydunuz mu? Bugünkü tavrı faso fiso söylemi ile olayların üzerine şal örtmek olduğu görülmektedir. Aslında faili meçhul cinayetlerin hangi mekanizmalar çalışarak işlendiğini resmi belgelere dayanarak ‘’Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla’’ adlı yapıtımda açıklamış olmama karşın TBMM faili meçhul cinayetler araştırma komisyonu raporunda, komisyon üyesi Sayın Mustafa Yılmaz yapıtlarıma bu konulara açıklık getirmek isteyenlerin yapıtıma başvurmaları gerektiğini açıklayarak kadirşinaslık göstermiştir.
İzninizle bu konularla ilgili süregelmekte olduğum yasal kavgayı gözler önüne sermek istiyorum. 12 Mart darbesinden sonra 1972 yılının Temmuz ayında bir ay süreyle aşağılık işkencelerden geçirildim işkenceciler tanınmaktan ve sorguladığı kişilerden korktukları için ilk önce belirli ilaçlarla kurbanı etkisiz hale getirip el ve kollarını zincirledikten sonra gözlerini bağlıyorlardı ve de tanınabilecekleri akıllarının uçundan dahi geçmiyordu. Bu kişiler sorguya başlamadan önce ‘’Burası kontrgerilla örgütü, anayasa baba yasa geçmez, aslında örgütümüz seni öldürme kararı aldı, bizim esirimizsin, bütün suçlamaları kabul ederseniz yaşayabilirsiniz’’ gibi tehditlerle işe başlıyorlardı. Benim kontrgerilla ile tanışmam böylelikle Ziverbey köşkünde başladı. Aslında işkenceyi insanlık onuruma yönelik bir olgu olarak algıladığımdan bu anlayışla o günden bu yana işkenceyle ve işkencecilerle mücadele etmekteyim. Nitekim Ziverbey köşkündeki baş işkenceci olan MİT elemanı Eyüp Özalkuşu hapishanedeyken saptadım ve mahkeme zaptına çok zor olsa da geçirmeyi başardım. Yalnız mahkeme bile işkencecilerden korktuğu için bu herifin adı Kel Eyüp olarak tutanağa geçti.
Daha sonra bütün işkencecilerin sorumlusu Org.Faruk Türün ile köşkün işkencecilerini yöneten Tümg. Memduh Ünlütürk’ü idam istemiyle yargılandığım mahkemede işkencecilik ile suçladım. Daha sonra bu kişiler emekli olunca her ikisine de basın önünde açık tartışmaya çağırdım. Karşıma çıkma yürekliliğini gösteremedikleri için işkenceci damgaları üzerlerinde kaldı. Bu kadarla da yetinmeksizin 8 Haziran 1973 günü Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, Kara Kuvvetleri Komutanlığına dilekçe vererek hem işkencecilerin hem de kontrgerilla örgütünün iç yüzünü bir parlamento araştırma komisyonu kurularak araştırılmasını istedim. Devlete yapılan ilk başvuru bu olduğu için bu konuda tarih önündeki ilk sahibi benim, daha sonra bazı saygın kişiler, bazı partiler ve demokratik kitle örgütleri olaya sahip çıktılar, omlara şükran borçluyuz. Senato ve TBMM tutanaklarına göz gezdirildiğinde 1973’den günümüze değin kontrgerilla konusunun açıklığa kavuşturulması için sayısız girişimler yapıldığını görmekteyiz. Ne yazık ki bu girişimlerin hiç birinden olumlu sonuç almak bir yana dursun, çok değişik partilerden bu konuya öncülük yapan Milletvekilleri zaman içinde tasfiye edilmiştir. Sadık Avundukoğlu’nun tasfiye edildiği gibi. Bunun anlamı kontrgerillanın gizli gücü iktidarların üzerinde olması şeklinde nitelendirilebilir. Nitekim 8 Haziran 1967 tarihli Dünya Gazetesinde yazmış olduğum bir yazıda, düzeni askersel demokrasi olarak nitelendirmiştim. Daha sonra bu anlayışımı daha da geliştirerek, 1993 yılında yazmış olduğum bir yapıtta ‘’Kontrgerilla Cumhuriyeti’’ adını vererek Susurluk olayı ile aydınlanan düzenin niteliğini gözler önüne sermeye çalıştım. Bu yapıtımın önemini kavrayan, Bonn’da buluna ok etkin kuruluşlardan biri olan Güstavsitersban enstitüsünde 3 gün süreli Türkiye’deki demokrasinin tartışıldığı bir panele çağrıldım. Bu panelde bana verilen konu Kontrgerilla Cumhuriyeti nedir? Başlığını taşıyordu. Buna karşılık 1.5 yıldan beri süre gelen Susurluk tartışmasından bu işlerle hiç ilişkisi olamayan kişiler olayın emperyalist özünü de göz ardı ederek gargara yapmayı yeğlemektedirler. Sadece 9 Aralık günü Erdal Atabek, 12 Aralık günü Taha Kıvanç (Fehmi Koru) bu konudaki uğraşımı dile getirerek kadirşinaslık örneği göstermişlerdir, kendilerine teşekkür ederim. Ziverbey işkenceleri, Ziverbey Köşkünün kontrgerillacı işkencecileriyle savaşımlarını 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde yapmış olduğum ve 3 senelik bir çalışmanın ürünü olan Beş Bin sayfalık bir savunma ile sürdürdüm. Bu savunmamın sadece başlangıç bölümünü kendi olanaklarımla ‘’Bomba Davası Savunması-1 ve Savunma -2’’ adlı iki kitapta topladım. Aslında bu belgenin tümünü yayınlanmamış olması konu ile ilgilenmesi gereken çevrelerin tarihsel bir ayıbı olduğunu sırası gelmişken ifade etmek istiyorum.
Cezaevinden çıktıktan sonra 2 yıl durmaksızın, kendi olanaklarımla Ziverbey Köşkünün tüm işkencecilerini ismen tespit ettim. Zamanın iktidar yetkililerine gönderdim. Aldığım yanıt ‘’Talat beyi istihbaratı doğru’’ idi. Yetkililer işkencecileri biliyorlar fakat bir şey yapamıyorlardı. Nitekim Ziverbey köşkünün baş işkencecisi Faik Türün emekli olduktan sonra Adalet Partisi’nin yoğun çabaları ile meclise sokulmuş ve Cumhurbaşkanı olmak üzere aday gösterilmiştir. Türün’ü geçen yıl bile geleneksel Cumhurbaşkanlığı yılbaşı resepsiyonunda konuk olarak görmekteyiz.
1976 yılında CHP Milletvekili Süleyman Genç’in evine bomba atılmış ve bu nedenle de TBMM’ne kontrgerilla hakkında CHP tarafından önerge verilmiştir. Bu önergede öne sürülen gerekçeleri yeterli bulmadığımdan tüm belgelerimi toplayarak, kendi olanaklarımla Ankara’ya geldim, dönemin Başbakanı Ecevit’i bilgilendirmek istedim. Bu amaçla Özel Kalem Müdürü Galip Uzun’la çok uzun ve ayrıntılı bir görüşme yaptım. Uzun ertesi günü akşamı Ecevit’in Libya’ya gideceğini ve bütün gününü dolu olduğunu, mümkünse belgelerimi kendisine göstermek üzere kendisine vermemi rica etti, isteğini memnuniyetle kabul ettim. Ertesi akşam yeniden buluştuğumuzda tümünden sormadan fotokopi aldığını üzülerek söyledi, aksine bu belgelerin devletin eline geçmesinden memnuniyet duyduğumu ifade ettim. Uzun Ecevit yerine Baykal’la görüşüp görüşmeyeceğimi sordu. Bu öneriyi kabul ettim ve ertesi günü CHP Genel Merkezinde Deniz Baykal’la görüşerek olayın gerçek boyutunu kendisine anlattım. Benden bu konuda bir rapor istediler, bu raporu yazıp kendilerine ulaştırdım. Bu arada da S.Genç ile görüştüm. Ecevit Libya dönüşünde köşke çıktı, akşam televizyonda Cumhurbaşkanına özel istihbarat verdiğine dair bir haber yayınlandı, politikacılar her nedense kendilerine özveri içinde yardımcı olmaya yardımcı olmaya çalışmama karşın adımı ağızlarına almaktan çekindikleri için Cumhurbaşkanına verilen belgelerin benim Ecevit’e vermiş olduğum belgeler olup olmadığını öğrenebilmiş değilim. CHP’ye vermiş olduğum raporun üzerinde hassasiyetle durmuş olabilseydi 1980 darbesi olmayabilirdi. Bu raporun bir örneğini dostum Uğur Mumcu’ya vermiştim, 1990 yılında İtalya’daki Gladio olayıyla ortaya çıkan gerçekler tümüyle yazdıklarımı doğruladığından Mumcu’yu telefonla arayarak bu raporun yayınlanmasını kendisinden rica ettim. Bir yazısında söz etmiş olmasına karşın bu güne kadar ne yazık ki tarihsel belgeyi yayınlamak olanağı bulamadım. H.Fehmi Güneş İçişleri Bakanı olur olmaz onunla da Uğur Mumcu ile birlikte gece sabaha kadar konuşarak bu işlerin içyüzünü açıkladım.
1990 Gladio olayından sonra 17 yıllık özverili demokrasi, kavram, Avrupa ve dünya genelinde doğrulanınca yerli ve yabancı kanal ve radyolarda röportajlarım yayınlandı, 17’si yurtdışında olmak üzere en az 50 kadar konferans vererek kamuoyunu aydınlatma misyonumu sürdürdüm ve de 1992 yılında ‘’Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla’’, 1993 yılında ‘’Kontrgerilla Cumhuriyeti’’ alı yapıtları yayınlayarak konuya yeni boyutlar katmaya çalıştım. Bir dergide yapmış olduğum söyleşide ‘’Olay Cumhurbaşkan’’
31 yıldan beri yazıyorum, sayısız dizi yazılarım yayınlandı, 5 kitabım var, belki 15 kitap basım bekliyor. Tüm bu uğraşımı birkaç saatlik bir konferansa sığdırma yeteneğine henüz sahip olmadığımı takdir edersiniz. Bu konulara meraklı olan kurum ve kişilere yazdıklarımın tümünü okumalarını tavsiye ederim.
Gladio türü örgütlerin arkasında CIA olduğundan söz etmiştim. Nitekim 1975 yılında yapmış olduğum savunmada CIA’nın Türkiye’de cinayet işlediğini açıkladım. Bende 3 yıl sonra 15 CHP vekilini aynı doğrultuda yapmış oldukları saptama basında yer aldı. 1993 yılında da Erbakan CIA’nın cinayetler işlediğinden söz etti. Aynı kişinin bir yıl sonra CIA ile görüşmeye gitmesini hala anlayabilmiş değilim.
CIA ile istihbarat örgütlerimiz arasındaki ilişki günümüze değin sürekli dile getirilmiştir. Bu ilişki konusunda 1964 yılında Genelkurmay Askeri Mahkemesinde yaptığım savunmada açıklamada bulundum. O dönemde bu konuları ağıza almak bile bir tabuydu, daha sonra yapılan yayınlarda Demokrat Parti döneminde MİT mensuplarının maaşlarının CIA tarafından ödendiği bile açıklandı. Daha sonra 2975 yılında gene mahkeme önünde bu savlarımı yineledim. Benim bu savlarım zamanın Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından doğrulanmış ve benim adıma dostum Uğur Mumcu kendisine teşekkür etmiştir. Bu suretle darbelerin ardında da ABD olduğu kesinlik kazanmış, aynı tavır 12 Eylül’de de sürmüştür.
Türkçe’de ‘’Körle yatan şaşı kalkar’’ diye bir deyim vardır. Amerikan emperyalizminin şamar oğlanı olan CIA’nın sabıkası sayılamayacak boyuttadır. Bu koşulda bizim istihbarat örgütlerimizin başta ABD istihbarat örgütleri olmak üzere, onların yöntemlerini benimsediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yaşadığımız somut olgularda bu oluşumu gözlemlemekteyiz.
Mehmet Eymür ‘’Analiz’’ adlı yapıtında Alman istihbarat örgütü BND kurucusu General Raynhart GEHLEN’in ‘’Servis’’ adlı yapıtına gönderme yaparak bir istihbarat servisinin ‘’devletin diğer kurumları için konulan kurallarla yönetilmesi her zaman mümkün değildir’’ yapısına yer vermektedir. Bu mantık istihbarat örgütlerinin kural dışılığına hak vermektedir. Almanya konferansım öncesinde Alman kontrgerillasının maske adlarından birinin ‘’Gehlen harekatı’’ olduğunu öğrenince bu adamın izini sürdüm ve CIA ajanı olduğunu saptadım.
Mehmet Eymür adından söz ettiğim yapıtının bir başka yerinde ‘’The Gane of İntelligens’’ adlı yapıta gönderme yaparak bir istihbarat örgütünün teste tabi tutulmasının ölçülerini açıklamaktadır. Bu ölçülerden birisi istihbarat servisinin cinayetleri benimsemesi olarak açıklamaktadır. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, istihbarat örgütleri gerektiğinde cinayet işlemektedirler. Tıpkı CIA’nın yaptığı gibi.
Bu kadar karmaşık ilişkiler örümcek ağı gibi dünyayı sardığı günümüzde uzun süreçten beri devleti ve ülkeyi kimin yönettiği dile gelmektedir. Görüldüğü gibi aslında ülkeyi yönetmesi gereken yasal organların iktidar gücü sınırlı kalmış, aslı güç başka odaklara doğru kaymıştır. Bu tartışmada göz ardı edilen gerçeğin, sorunun emperyalist boyutu olduğunu düşünüyorum.
1945’den 1990’na kadar olan soğuk savaş sürecinde emperyalistler ekonomik, politik, askeri, sosyal, kültürel ve bunlar gibi alanlarda örgütlenerek Sovyet sosyalizmini çökertmeyi başardılar. Bu başarıda en büyük payın Özel savaş örgütlenmesi olduğunu düşünüyorum. 1990’dan bu yana da globalizm ve küreselleşme gibi söylemlerin ardına sığınan emperyalistler teoride kalan sosyalist enternasyonale kapitalizmin dünya egemenliğinin uğraşını sürdürmektedirler. Sırası gelmişken soyut emperyalist kavramını günümüzde genelde soyut kalan kapitalist enternasyonalizmin örgütlerinden ve bu örgütlerde yer alan yerli ve yabancı kişileri ‘’DÜNYA HÜKÜMETİ’’ kurmayı amaçlayan gizli ve işbirlikçi ilişkileri açıklamak istiyorum. Aslında görünürde kapitalist dünya ve onların bilinen örgütleri (Dünya Bankası ve İMF) uzun erimli bu oluşumu gerçekleştirmek için yoğun bir çaba içinde olduklarını bilmekteyiz.
SONUÇ; Yıllardan bu yana antiemperyalist ve antikapitalist mücadele süren güçleri yılgınlığa itmek gibi bir amacının olmadığını takdir edersiniz. Az gelişmiş yada gelişmemiş ülkeler önünde Vietnam örneği ve benzerleri durmaktadır.
Emperyalist bağımlılıktan ve onun çirkef ilişkilerinden arınıp ulusal bilinç ve onur ışığında devrimci güçlerin yolu her zaman aydınlığa çıkabilir.
Saygılarımla…..