BATUR, Jetleriyle Kendini Kurtardı
BATUR, Jetleriyle Kendini Kurtardı
Cumhuriyet: 21 KASIM 1985
Talat TURHAN
Talat TURHAN açıklıyor; “Bomba Davası” gerçeği
— Bir tür aktarma yöntemiyle senaryolarını tamamlamak için kurbanlarından yararlanıyorlardı. Patlamalar, çatlamalar, soygunlar, köprüler, möprüler, cuntalar, muntalar, ifade tamamdı. İşkenceciler vatan kurtarmanın huzuru içinde idiler. İrademi toplamıştım. Tüm bu pislikleri tertipçilerin suratlarına fırlatacağıma kesinlikle inanıyordum. Bu amaçla oradan sağ çıkmam gerekliydi. Ancak sorgulamanın boyutları bir iktidar kavgasına malzeme hazırladığı kesin kanısını bende uyandırdı.
— ANKARA semalarında, “Uçan General”’in jetleri uçmuş ve de Orgeneral Faruk GÜRLER, Gn. Kr. Bşk.lığına oturmuştu. Her ne kadar Muhsin BATUR’u eleştiriyorsak da bu ihtilalci eylemine bir anlamda yaşamımızı borçlu idik… Bir bakıma BATUR kendisinin de bu suretle “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”ne gelmesini önlemiş oluyordu… Dava askıya alınmıştı.
— “Bomba Davası”nı açanların amacı açıktı. Devrimci şiddet eylemleriyle bizim aramızda ilişki kurmak ve bizleri İSTANBUL ve ANKARA askeri grupları ile ANKARA Merkez Üst Grubu’nda Orhan KABİBAY Grubu ile ilişkili gösterip, tüm bu grupları lider kadroya bağlamak suretiyle bir imaj yaratmak ve tüm bu tür eylemlerin, bu muhayyel Cunta’ya iktidar yolunu açmak için yapıldığı izlenimini vermekti.
İSTANBUL Sıkıyönetim Komutanlığı (1) Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, 3 MAYIS 1972 günü, “84 sanıklı dava” adıyla anılan bir davada kararını veriyor ve karara göre bazı kişiler beraat ediyordu.
Karar, zamanın ünlü Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik TÜRÜN’ün istemlerine uymuyordu. Ama her işin bir kolayı vardı, hele Sıkıyönetim Komutanı’nın isteği olunca… Formül bulundu TÜRKİYE’de ilk kez bir mahkeme, karar verdikten bir hafta sonra lağvedildi.
Faik TÜRÜN’ün “artık bu mahkemeye gerek olmadığı” gerekçesini zamanın Başbakanı onadı ve 11 MAYIS 1972 tarihinde (1) Nolu-Mahkeme, jet hızıyla tarihe karıştı… Baskılara boyun eğmeyen mahkemenin onurlu yargıçları İSTANBUL’dan uzaklaştırıldılar… Ama işi kalmadığı savına karşın, bu mahkemeden diğer Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’ne aktarılan dosyaların sonuçlanması yıllarca sürdü… Birkaç cılız ses dışında yürütme gücünün, yargı gücüne yönelik eşi görülmemiş bu saldırısı karşısında toplum suskundu… Yargı gücünü temsil eden tüm örgütler suskundu… Bu suskunluk, “kaba kuvvet felsefesi”ni benimsemiş çevrelerin cüretini arttırdıkça arttırdı…
Sanki olaylar programlanmıştı… 6 MAYIS 1972 günü gece saatlerinde I.Ç. adlı bir üniversite öğrencisinin taşıdığı çantadaki bomba patlıyor ve öğrencinin bir ayağı ile iki kolu kopuyordu. Bomba patlamış, “Bomba Davası”nın ilk perdesi sahneye konulmuştu. Ama nasıl olsa patlama anında o bölgede bulunan görevli kişiler yaralıyı hastaneye kaldırmış, yaşaması için olağanüstü bir çaba gösterilmiş ve sorgulama başlamıştı… Yaralı gencin ideolojik yapısını ve ilişkilerini sorgulayıcılar biliyordu… Zincirleme gözaltına almalar devam ediyordu. Senaryonun tamamlanması ben ve benimle ilgili sanıklar yönünden 3 TEMMUZ 1972’ye kadar sürmüştü. 4 TEMMUZ 1972’nin başladığı saatlerde evimi basan 30–35 kişiyle gözaltına alınıyordum.
Sonra “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”nün misafirleri arasına katılmıştım. 1 AĞUSTOS 1972’ye kadar orada “teknik sorgulama” denilen fiziki, psikolojik ve farmakolojik işkence seansı içinde önceden hazırladıkları senaryoya göre sorgulandım. “Orgeneral Faik TÜRÜN ve ardındaki güçlerin boy hedefi idim”.
Peki, neden gözaltına alınmıştım? Doğal olarak bilmiyordum. Hepsi birbirinden değerli, hizmetlerini yaşamım boyunca unutamayacağım müdafilerime dava dosyası açılınca gerçek anlaşıldı.
Milli Emniyet Hizmetleri Başkanlığı İSTANBUL ve Bölgesi Daire Başkanlığının 1.7.1972 tarihli ve Turhan DENİZ imzası taşıyan ve 1 ‘inci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na yazılan bu yazının başlığındaki “Konu” bölümünde “Tutuklanacak şahıslar hk”, bir not düşülmüş. Benimle birlikte 7 kişinin “Memleket içindeki anarşik olayların planlayıcısı olduğumuz ve “Cunta faaliyeti içerisinde bulunduğumuz” yazılıyor ve “yakalanarak büroya şevkimiz isteniliyordu”. Yani bu yazıya göre MİT’te sorgulanacaktık.
Eğer ülkemizde o dönemde anayasal bir hukuk sistemi geçerli olsaydı, bu yazıyla suç işleniyordu… Şöyle ki;
“644 sayılı yasa gereğince MİT’in sorgulama hakkı bulunmadığı gibi, idari bir organ olmasına karşın, kendisini yargı yerine koyarak tutuklama emri vermesi de olanaksızdı”.
Orgeneral Faik TÜRÜN ve ekibi, 6 MAYIS – 3 TEMMUZ 1972 arasında “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”nde sorgulanan kişilerden senaryolarına göre gerekli ikrarı almayı başarmışlardı. Böyle bir yazının geleceği aslında onlarca biliniyordu. 3 TEMMUZ 1972 tarih ve Ad. Müş. 1972/3482 sayılı arama emri “bizlere gösterilmeyen” ile operasyon başlamıştı.
Bu durumda suç ve suçluyu saptamanın ilk aşamasında suç işlenmiş ve Orgeneral Faik TÜRÜN bu suça katılmıştı.
Bu konunun aydınlanması için, Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan mahkemeye, oradan Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve KKK’na kadar tüm yasal başvurularım sonuçsuz bırakıldı. Karar aşaması dahil ifadelerimizin bu belgenin varlığına rağmen, emniyette alındığı iddia edildi. Yani tüm organlar bu suretle yasa dışına çıkmakta bir sakınca görmüyorlardı.
O dönemde, “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”ndeki sorgulayıcılar içinde İSTANBUL Emniyet Md. M. Ş.B. (Şükrü BALCI) da vardı. Bu kişi, bizden önce göz altına alınan T.Ö. ve M.A. ile pazarlığa oturuyor. Fakat Beni patlama olaylarına bulaştırma kutsal görevinde(!) başarılı olamıyordu… Ama her insanın dayanması bir olmazdı. Gözaltına alınan S.Y. adlı kişi, “İSTANBUL’daki patlama olayları için direktif verenler” içine beni de dahil ediliyordu. Sorgulayıcılar memnundu, ilk başarılarını sağlamışlardı…
Sonra E.E. adlı şahıs tutuklanıyor. Birkaç kişiyle birlikte o tarihte sadece ayakları yapılmış Boğaz Köprüsü’nü tahrip etmeyi düşünmek suçu gibi hayali bir suçlama içine bizleri katmak için ikrarlar alınıyordu.
Sıra Yzb. F.Ö.’nün içeri alınmasına gelmişti. Çünkü bu kişiyle dostluk ve arkadaşlık ilişkisi içinde bulunduğum biliniyordu. Zamanın Merkez Komutanı olan Gn. F.P., (Osman Fazlı POLAT) TÜRKİYE’de ilk kez resmi üniforma taşıyan bir kişiyi azgın sorgulayıcıların eline teslim ediyordu. Yzb. F.Ö., 84 kilo olarak girdiği işkence köşkünden 37 kilo olarak çıkmıştı…
Sorgulayıcıların ondan istedikleri vardı. Bunlardan biri, soygun ve patlama olayları için direktif verdiğimi ikrar etmesi isteniyordu.
Oranın koşullarında hiçbir kimsenin başka seçeneği olamazdı. Nitekim F.Ö.’nün ifadesinde, “14 MART 1972 günü evimde toplanan beş kişinin katıldığı iki aşamalı bir toplantı yaptığım, soygun ve patlamalar yapılması için emir verdiğim”
itirafı da yer alınmıştı. Çorap örülmeye devam ediyordu. Oysa gerek ben ve gerekse toplantıya katıldığı iddia edilen dört kişi, o tarihte ANKARA’da olduğumuzu ispat edecek durumdaydık…
Bu amaçla sayısız tanıklar gösterdim Başbakan Nihat ERİM, Başbakan Yardımcısı Sadi KOÇAŞ, Kemal SATIR, İsmail ARAR, Ali İhsan GÖĞÜS, Kudret BOSUTER, Tümgeneral Celil GÜRKAN vb. Gösterdiğim tanıkları çoğu mahkemede dinlendi ve o gün ANKARA’da olduğum saptandı. İfade geçersiz hale gelmişti. İşkenceciler, emir ve hizmetlerinde 21 Kurmay Subay olduğunu sık sık yinelerlerdi. Ama ne yazık ki, Kurmayların planları bir başka Kurmay tarafından boşa alınmıştı… F.Ö.’den ikrar alınmaya devam ediliyordu.
84 sanıklı davada verilen beraat kararını beğenmeyen Orgeneral Faik TÜRÜN, idarenin tüm sağlam güçlerini kendi amacı doğrultusunda kullanarak, bu davada beraat eden kişileri yeniden yargılamak için böyle bir yolu deniyordu.
Mahkeme lağvedilmekle yerinilmemiş, onun muhkem kaziye haline gelen kararına gölge düşürmek için daha sonra bu karar Askeri Yargıtay tarafından da onandı bu davada beraat eden “İ.S. ve R.K.” aleyhinde işkence köşkünde ikrarlar alınıp, bu kişilerin bomba davası sanığı olması sağlanıyordu.
Tertip bitmemişti, 84 sanıklı dava kararının beraatla sonuçlanması için çaba gösterdiğim hakkında da ikrarlar alınması uygun bulunmuştu.
Sıra cuntasal suçlamalara gelmişti. Onlar da tamamlandı ve TSK’nin en üst kademe komutanlarını ihtilale zorlamak için devrimci şiddet hareketlerini planladığımız ve Marksist ve Leninist bir cunta oluşturduğumuz alınan ikrarlar arasına katıldı ve bu suretle F.Ö.’nün ifadesiyle davanın çatısı çatılmış ve 26 sayfalık “TÜRKİYE’de anarşinin planlayıcısı olduğumuz ve cuntasal faaliyet” içinde bulunduğumuza ait tüm kanıtlar toplanmıştı… Defterimizin dürülme sırası gelmişti…
19 HAZİRAN 1972 günü ANKARA’ya T.D. adlı arkadaşımın nikâhına katılmak için gelmiştim. İ.S. de orada idi. Onun antenleri iyi çalışırdı. Bana, “Talat bizi tutuklayacaklar, ben yakında yurt dışına kaçıyorum. İstersen birlikte gidelim” önerisinde bulundu.
Ancak Ben vatanımda kalıp her türlü hesabı vermeye hazır olduğumu kendisine söyledim. Ama bu ölçüde tertiplerin hedefi olacağımı ve işkence göreceğimi bilseydim TÜRKİYE’de kalmazdım.
4 TEMMUZ 1972’de “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”nde idim. Sorgulayıcıların yöntemi şablon tarzında idi. İçeri alınan sanığın birinci vazifesi, kendisinden önce alınan sanıkların kendisine yönelik tüm suçlamalarını kabul etmek, artı onların münasip gördüklerini de ikrarları içine almak…
Bir tür aktarma yöntemiyle senaryolarını tamamlamak için kurbanlarından yararlanıyorlardı. Patlamalar, çatlamalar, soygunlar, köprüler, möprüler, cuntalar, muntalar, ifade tamamdı. İşkenceciler vatan kurtarmanın huzuru içinde idiler.
İrademi toplamıştım. Tüm bu pislikleri tertipçilerin suratlarına fırlatacağıma kesinlikle inanıyordum. Bu amaçla oradan sağ çıkmam gerekliydi. Ancak sorgulamanın boyutları bir iktidar kavgasına malzeme hazırladığı kesin kanısını bende uyandırdı. Nitekim o dönemde içeri alınan kişilerin tümüne Orgeneral Faruk GÜRLER, Orgeneral Muhsin BATUR, Oramiral Kemal KAYACAN suçlatılıyor ve bu ikrarlar el yazısıyla yazdırılıyor daha sonra teybe okutuluyordu. Bunlar, Orgeneral Faik TÜRÜN tarafından Adalet Partisi kulislerine ulaştırılıyor ve GÜRLER’in Genelkurmay Başkanı olmasını engelleyici düzenlemelere başvuruluyordu.
“Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”nde o dönemde misafir edilen (!) her sanık, iki tür ifade imzalamak zorunda idi. Bunlardan ilki Cuntasal yönü ağır basan ve kapsamı içine GÜRLER-BATUR ve Oramiral Kemal KAYACAN’ı da içine alıyordu. KAYACAN’ın o dönemde aynı zamanda Orgeneral Faik TÜRÜN’ün muavini olduğunu anımsayalım. İkinci tür ifadelerde ise, Devrim şiddet eylemleri ağır basan ikrarlara yer veriliyordu.
Daha sonra Cuntasal ifadelerin dava dosyasına konulmamış olduğunu görecektik ve bu durumdan tüm ilgilileri haberdar edecektik.
Ancak, ortamın uygun olduğu kanısına varılmış olacak ki, yeni bir atak yapılmış, iki savcı birden bir sanıktan muhbir sıfatıyla 5 AĞUSTOS 1972 tarihinde GÜRLER-BATUR-KAYACAN’ı suçlayan ifadeyi alıp dava dosyasına koyuyorlardı… Görünüşte bu ifade yasaldı…
Fakat ANKARA semalarında, “Uçan General’‘in jetleri uçmuş ve de Org. Faruk GÜRLER, Gn. Kur. Bşk.lığına oturmuştu. Her ne kadar Orgeneral Muhsin BATUR’u eleştiriyorsak da bu ihtilalci eylemine bir anlamda yaşamımızı borçlu idik… Bir bakıma Orgeneral Muhsin BATUR kendisinin de bu eylemiyle “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”ne gelmesini önlemiş oluyordu…
Dava askıya alınmıştı. Çünkü Askeri Savcı ifadesiyle suçlanan Orgeneral Faruk GÜRLER Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Muhsin BATUR Hava Kuvvetleri Komutanı, Oramiral Kemal KAYACAN Deniz Kuvvetleri Komutanı olmuşlardı. Orgeneral Faik TÜRÜN ve ekibi bu kişileri bulundukları yerlerden uzaklaştırmanın stratejik planlarını yapmaya devam ediyorlardı. Doğal olarak bu koşullarda dava açılamazdı ve bizler içerde sorgu sualsiz yatmak zorunda idik.
“Bomba Davası” soruşturması sürüyor, daha önce alınan sanıkların ikrarlarında boşluklar varsa yeni gözaltına alınmalarla davanın TCK’nin 146/1 ‘e uyarlanmasına çalışılıyordu.
Bu arada Askeri Savcı Nevzat ÇİZMECİ, bir atak daha yapıyor, 22 ARALIK 1972 tarih, sayı 1972/354 N.Ç. yazı ile içlerinde GÜRLER-BATUR-KAYACAN’ın da bulunduğu birçok General, Subay, aydın, öğrenci hakkında soruşturma açılması isteminde bulunuyordu…
Köprü havaya uçurulacaktı, ama elverişli vasıtası daha önceki ifadelere katılmamıştı. Aradan 10 ay geçtikten sonra N.E. ve H.Y. gözaltına alındılar. Aralarında bir dinamit alışverişi senaryosu kurulmaya çalışıldı. Ancak sorgucular iki kişinin ifadesi arasında koordinasyon sağlamayı başaramamışlardı. İki partide 60’şar kilodan, 120 kilo dinamit Bana geliyordu, köprü ayağını havaya uçurtmak için!..
Bir başka gün koğuştan Av. V.M. (Vahap MUTLUGÜN) ve Av. N.Y. (Nuri YAZICI) alınıp yeniden “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkü”ne götürülüp “Sabotaj Davası” sanığı yapıldı. Daha sonra bu davada idamla yargılanan 22 kişi beraat etti.
Bu arada yurt dışına kaçan İ.S. “Sabotaj Davası”nda sanık yapılmış, benim de bu dava içine alınmam için N.Y.’den gerekli ikrarlar alınmış, sonra vazgeçilmişti…
Günler günleri, olaylar olanları kovaladı ve nihayet Askeri Savcı Nevzat ÇİZMECİ’nin gerçekten bir hukuk şaheseri olan: 3 NİSAN 1973 tarih ve sayı: 1973/5, Esas No: 1973/79, İddia No 1973/33 sayılı iddianamesini aldık.
Bu iddianamede 5 HAZİRAN 1972 tarihinde Askeri Savcı Selahattin FIRAT’la birlikte aldıkları ve GÜRLER-BATUR-KAYACAN’ı suçlayan ifade göz ardı ediliyordu. Herhalde yüce, adalet adına!
Gn. Kur. Bşk. Orgeneral Faruk GÜRLER, oyuna getirilerek Cumhurbaşkanlığı için makamını terk ettiği dönemde yeni gözaltına alınmalar başlıyor ve yeniden suçlamaların hedefi yapılıyordu. HAZİRAN 1973 ayında dava başladığında Faruk GÜRLER, makamını terk etmiş ve Cumhurbaşkanı olamamış durumda iken, ek iddianame ile As. Av. Nevzat ÇİZMECİ tarafından cunta başı olarak suçlanıyor, aynı iddianamede BATUR ve KAYACAN cunta üyeleri olarak gösteriliyorlardı…
Bir yıllık sorgu sualsiz yattığımız bu dönemde avukatım Alp KURAN’a rica ediyorum Sn. GÜRLER’i bu oyunlardan haberdar et diye. Nitekim 19 EYLÜL 1972 tarihinde bir mektup yazarak durumu kendilerine bildirdi. Böylelikle Org. Faruk GÜRLER ilk kez tarafımızdan uyarılmış oluyordu, ama ne yazık ki gerçeklere kulaklarını tıkamayı yeğliyordu. Daha sonraki tarihlerde As. Yargıç Numan ÖZDALGA ve Orgeneral Muhsin BATUR ve belki başkaları da kendisini uyaracaktı. Ama boşunaydı…
Cezaevinden çıktıktan sonra GÜRLER’in uzun süre emir subaylığını yapmış olan, sınıf arkadaşım O.K. (Top. Alb. E.) Ömer KASAR rastladım. Onun dediğine göre her ismim geçtiğinde gözleri dolarmış. Nasıl oluyor anlamak olanaksız…
Bu mektupla da yetinmeksizin Alp KURAN’dan ANKARA’ya giderek durumu komutanlara şahsen anlatmasını rica ettim. Randevular alındı. Ancak, sudan bir nedenle ANKARA’ya hareketinden önce gözaltına alındı ve “Bomba Davası” sanıkları arasına katıldı…
Duruşmalar birbirini izliyor ve ben tahliye isteminde bulunmama ilke kararı almış bulunuyordum. Nihayet, açıkladığım o MİT belgesi mahkemede okunduğunda söz alarak; devletin bu önemli örgütünün böylesine ağır suçladığı kişiler hakkında yeterli delilleri olması gerektiğini ve bu delillerin mahkemeye getirilmesini haklı olarak istedim. Ama kimseden ses seda çıkmadı. İşkence altında alınan gizli örgüt ifadelerinden daha iyi kanıt mı olurdu?
Askeri Savcı Nevzat ÇİZMECİ gitmiş, yerine Süleyman TAKKECİ gelmişti. Anlayışları farklı değildi, nitekim sanki hiç duruşma yapılmamış gibi, ÇİZMECİ’nin iddianamesini daha da genişleterek yeni bir hukuk şaheseri (!) olan “Esas Hakkındaki Mütalaa”sını (21 OCAK 1975 tarih ve sayı: 1973/5 S.T, Esas: 1973/71) mahkemeye sundu.
Yayımladığımız bu şema savunmama ek olarak 1975 yılında mahkemeye verilmiş olup, tarafımdan hiçbir şey katılmaksızın As. Sav. Süleyman TAKKECİ’nin esas hakkındaki mütalaasını özetlemektedir.
Bu şemaya göre, bir Cuntasal örgütlenme söz konusudur. Bu örgütlenme ANKARA ve İSTANBUL Grupları olarak iki bölümden oluşmakta ANKARA Grubu’nda lider kadro, GÜRLER-BATUR-KAYACAN’dan oluşmakta ve bu gruba bağlı bir Askeri Grup ile her ikisiyle ilişkili Merkez Üst Gruptan oluşmakta ve bu grup içinde KABİBAY Grubu, Mucip ATAKLI Grubu, Cemal MADANOĞLU Grubu, Ekrem ACUNER grupları bulunmaktadır. Bunun dışında soyut bir suçlama söz konusudur. “Diğer Tabii Senatörleri ile devrim bilincine varmış profesörler, aydınlar, yazarlar diye”…
İSTANBUL Grubunda ise gene bir askeri grup bulunmakta ve bunun yanında 59 sanıktan oluşan “Bomba Davası” yer almakta ve aynı soyut suçlamaya bu bölümde de yer verilmektedir.
Bir Aysberg, ama ters yüz edilmiş…
Aysberg’in su yüzünde “Bomba Davası” sanıkları, su altında ya da soruşturma dışı bırakılmış binlerce kişi… Bir anlamda Türk Silahlı Kuvvetleri…
Peki, cunta başı olarak suçlanan Orgeneral GÜRLER ile Orgeneral BATUR, İç Hizmet Yasası’nın 35’inci maddesine dayanarak muhtıra vermediler mi? Öyleyse nasıl suçlanılıyor? Bu mantık egemen olursa, bu maddeye sığınanların hali dumandı!
Bu dava ile sağ bir cunta, devletin bütün güçlerini yasa dışı kullanarak, T.S.K.’nın büyük bir bölümünü temizleyip iktidara egemen olma kavgasını vermeye çalışmıştır.
Esas hakkındaki mütalaaya göre, örgüt içinde “Bomba Davası” sanıklarından daha üst düzeyde bulunan kişiler soruşturma dışı bırakılmışlardır. Bu kadarı ile yetinilmeksizin, bu kişilerin bir kısmı hem de kamu tanığı olarak karşımıza çıkarılmışlardır.
Hiçbir kanıta dayanmaksızın bizi “Ön Anayasa Çalışması” yapmakla suçlayanlar, “Ön Anayasa Taslağı” yapanları karşımıza tanık olarak getirebilmişlerdir.
Günümüzde yapılan yayınlar bu iddiaya daha da açıklık getirdiğine göre hiçbir somut kanıt bulunmadan böyle bir suçla bizi suçlamak hangi hukuk kuralına uygun düşer bilemiyoruz…
Bazı subaylarla Cuntasal toplantılar yaptığımız iddia edilmektedir. Bunlardan bir kısmı şemada gösterilmektedir. Eğer bu iddia doğru ise, bu kişiler gerek Askeri Ceza Kanunu ve gerekse Türk Ceza Kanunu’na göre suçludurlar. Oysa bir kısmı tanık yapılmış, bir kısmına ise hiç dokunulmamıştır.
Yargılamada askerlere ayrıcalık tanıyan bu anlayışı hukuken açıklamak mümkün değildir…
Bu davadaki adaletsizlikler sayılmakla bitmez…
“Bomba Davası”nı açanların amacı açıktı. Devrimci şiddet eylemleri’yle bizim aramızda ilişki kurmak ve bizleri İSTANBUL ve ANKARA askeri grupları ile ANKARA Merkez Üst Grubu’nda Orhan KABİBAY Grubu ile ilişkili gösterip, tüm bu grupları lider kadroya bağlamak suretiyle bir imaj yaratmak ve tüm bu tür eylemlerin, bu muhayyel Cunta’ya iktidar yolunu açmak için yapıldığı izlenimini vermekti. Dava dosyası tümü ile incelenirse bu espri kolaylıkla kavranılabilir.
Böyle bir senaryo bizi değil, TSK’ni hedef alıyordu kuşkusuz… Bu nedenle 5 bin sayfaya yakın bir savunma ile iddiaları teker teker çürüttüm. Karar aşamasına geldik. Fakat mahkeme heyeti değişmişti. Karar veren yeni heyet, savunmaya bir kelimeyle yer vermeksizin, Af Kanunu’na sığınarak davayı düşürmeyi yeğlemiştir.
Ancak, gerekçeli hükmün bizleri aklayan, tümünü boşa çıkaran bölümleri de bulunmaktadır, (1’inci Ordu Komutanlığı nezdindeki 2 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin 5 ARALIK 1975 gün ve Kayıt No: 1975/224, Esas No: 1975/4 ve Karar No: 1975/6):
— Emniyet ifadeleri geçersiz sayılmıştır (s: 5)
— Ön Anayasa Taslağı’nın T.S.K. bünyesi içinde kuvvet komutanlarının bilgisi altında yapıldığını Tanık Em. Kur. Alb. İlyas ALBAYRAK ile E. Hak. Alb. Emin DEĞER’in tanıklıklarına yer verilmiştir (s: 29 ve s: 31’de ise: “…Hv. Kur. Alb. İlyas ALBAYRAK’ın ifadelerinden örgütün askeri kanadı içerisinde orduca askeri bir müdahale yapıldığı takdirde uygulanacak hükümleri ihtiva eden bir ‘Anayasa taslağının’ hazırlandığı ve hatta bütün umdelerinin hukukçu kişiler ile de konuşulduğunu, ayrıca hazırlanan bu taslağın bir komisyonda müzakere edildiği kesinlikle ortaya çıkmıştır” hükmüne yer verilmiştir.
— Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurtmak için iki partide 60’şar kiloluk N.E. ve H.Y. arasındaki dinamit akışının gerçek dışı olduğu kabul edilmiştir, (s: 49)
— “Sanıkların Marksist-Leninist bir çizgide olduklarının ve bu gaye ile bir araya geldiklerinin kabulü imkânsız görülmüştür”. (s: 58)
— 84 sanıklı davadaki soygun olayında beraat eden iki sanık yanında yukarda açıklanan tertip içine dahil edilmek istenilmem, “1 Nolu As. Mahkeme’de karara bağlandığı ve R. K. ile İ. S.’nin beraat ettikleri ve bu kararın As. Yargıtay’ca da tasdik edilerek kesinleştiği” belirtildikten sonra beraat eden bir kişinin yeniden yargılanmak istenilmesinin ve araya yeni sanık katılma çabasının “Kesin hüküm fikrine aykırı görüldüğü” hükme bağlanmıştır, (s: 56–57)
— “Şu hale göre sanıkların suç ve vasıflarını tayin ve tespit ederken cuntasal faaliyet içerisinde bulunan sanıklar ile şehrin muhtelif yerlerinde patlamalar yapan sanıkların ayrı ayrı mütalaa edilmeleri zaruri görülmektedir. Zira cuntasal faaliyet içerisinde oldukları iddia olunan sanıkların aldıkları karar gereğince bu patlama olayını diğer sanıklara yaptırdıkları iddiası sübuta ermemekte, dosya içerisinde mücerret bir iddia olarak kalmaktadır”. (s: 59–60)
— “Hükmün ilk kısmında durumları ele alınan ve cuntasal bir faaliyet içerisinde oldukları belirtilen sanıkların cebri bir eylemlerinin tespit edilmediği ve ayrıca bomba patlatan kişiler ile temasta bulunmadıkları, en önemlisi onlara bu konuda emir ve direktif vermedikleri, azmettirilmedikleri, bunları gösterir dosyada yeterli ve mukavvi delilin bulunmadığı”. (s: 61–62)
Sıfıra sıfır elde var sıfır! Ama beraat yok. Affı isteseniz de istemeseniz de ona kabule mecbursunuz.
Böylelikle gerekçeli hükümde iddianame ve esas hakkındaki mütalaa ile Askeri Savcıların savları bütünüyle boşa çıkmasına karşın, TCK 146/1’e göre açılmış ve devam etmiş dava TCK 171’e alınmış ve af kapsamı içine sokulmuştur.
— Ancak, s: 63’de, “Sanıkların hangilerinin bu ittifak içerisinde oldukları, hangilerinin olmadıkları veya bu ittifakın kendiliğinden ortadan kalkıp kalkmadığı hususlarının hükümde tartışılmasına, bu durumda sanıklar hakkında açılan davanın af kanunu nedeniyle ortadan kaldırılması gerekeceğinden üzerinde durulmamış ve hüküm de tartışma konusu yapılmamıştır”
hükmü, gerçekte hükümsüzlüğün itirafı olarak görünmektedir.
— Ayrıca s: 63’de Boğaz Köprüsü suçlamasının ortaya konulmuş böyle bir eylemin bulunmayışı karşısında… “sübuta ermediği” hükmüne yer verilmiş ve dava düşürülmüştür.
Bu karar müdafilerimiz Av. M. Hidayet ILGAR ve Av. İ. Nebi BARLAS tarafından 26 OCAK 1976 ve 30 OCAK 1976 tarihli dilekçelerle temyiz edilmiş, bugüne kadar sonucu öğrenilememiştir.
Bize gelince; “temyizi bir anlamda lehimize sonuç almak için değil de, gerektiğinde aleyhimize sonucu da göze alarak davanın TCK 146/1 (idam) açıldığını ve devam ettiğini, o halde kararın bu maddeye göre verilmesi gerektiğini iddia ediyorduk”. Yani
“Beni ya idam ettireceksiniz ya da beraat ettireceksiniz”diyordum.
Af Yasası’na göre idam, müebbette dönüştürülüyor. O halde ya müebbet hapis olacağım ya da beraat ettirileceğim.
Çünkü gerekçeli hükme göre sadece cuntasal faaliyet içerisinde bulunduğum hükmü kalmaktadır. Oysa gerek benim açıklamalarım ve gerekse bugünlerde yayımlanan anılar 1970 yılından sonra ANKARA Grubu’nun sivil kişileri dışlamak ilkesini benimsediklerini göstermektedir. Bu durumda yasal olarak benim suçlanmam olanaksızdır TCK 171’e göre…
Peki, neyin kavgasını, niçin vermek istiyorum?
Soruna hiçbir zaman kişisel açıdan bakmaksızın duruşmanın her aşamasında boynumu ipe uzatıcı bir tavır aldım. Ancak, şemada görüldüğü gibi suçlama TSK’yi tümüyle ilgilendirmektedir. İçerisinden çıktığım bu kutsal ocağa daima büyük bir saygı duymuşumdur. Ocağıma T. Slh. K.’lerinin en büyük makamları işgal eden komutanlara karşı böylesine bir tertip düzenleyenlerin maskesinin düşürülmesi gerektiğine inandığım için bu davada olağanüstü bir çaba içerisine girdim.
Bu durumda, ya savcı Süleyman TAKKECİ’nin suçladığı GÜRLER – BATUR – KAYACAN suçludur; ya da onlar hakkında devletin tüm yasal kuruluşlarını alet eden Orgeneral Faik TÜRÜN ve ekibi…
Kanımıza göre bu ikinci grubun yargı önüne getirilmesi halinde işkenceciler, işkence sever general, soruşturma komisyonu başkanı, sıkıyönetim komutanı ve onu yüreklendirerek yönlendirenler, yetkilerini kötüye kullanarak Anayasal düzeni yıkmayı istemek suretiyle TCK 146/1’in faili durumuna düşmüşlerdir. Bu madde af kapsamı dışındadır.
Bu hesap sorulmadan TÜRKİYE’de demokrasi’nin sağlıklı yaşatılması olanaksızdır.
Zamanın İSTANBUL Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik TÜRÜN, belgelerle açıkladığım gibi yetkilerini kötüye kullanarak, TSK Özel Savaş Grubu, MİT, Emniyet Örgütü üzerine gölge düşürmüş, işkence evleri kurarak gerçek dışı ikrarlarla savcılarına davalar açtırmış ve emirlerine boyun eğmeyen mahkemeyi lağvederek adaleti emellerine alet etmek istemiştir.
Orgeneral Faik TÜRÜN ve onu yönlendirenlerden bu hesap sorulup, sorumlular saptanılıp adalet önüne getirilerek, gerçekler aydınlatılırsa, anılan örgütler her türlü kuşkudan arındırılmış olacağı kanısını koruyarak, tüm demokratik kuruluşları yasal olan bu kavgaya çağırıyorum.