4
9
Kitaplarım

BOMBA DAVASI SAVUNMA

BOMBA DAVASI SAVUNMA

Birinci Basım EKİM 2006

İLERİ YAYINLARI

Yeni Baskıya Önsöz

(Yargıç gözüyle)

Bomba Davası, yakın tarihimizin en ilginç davalarından biridir. Bu dava, Türkiye’de Kontrgerilla adının ilk kez duyulduğu; işkencenin ilk kez bu kadar net ve kesin olarak dile getirildiği; eylemlerinin af yasası kapsamına alınarak haklarındaki suçlamaların düşürüldüğü ve aftan yararlanmak istemeyen Talat Turhan ve bir arkadaşının şaibe altında yaşamaya mahkum edildikleri; aralarında kişisel arkadaşlık dışında ilişki olmayan, hatta birbirini ilk kez duruşmada gören bazı kişilerin, devletin Anayasal düzenini değiştirmek için oluşturulmuş bir örgütün kurucu üyeleri olarak gösterildiği; bir Tümgeneralin işkence köşküne kapatılarak sorgulandığı; bir Orgeneralin oğlunun yurtdışından gelirken havaalanında gözaltına alı­narak bir hafta süreyle hiçbir suçlamayla karşılaşmadan sorgulandıktan sonra serbest bırakıldığı; Emniyet kuvvetleriyle değil, onların adına, kendilerini kontrgerilla olarak tanımlayan kişilerce işkence yapılarak alınan ifadelerin delil olarak mahkemeye sunulduğu bir davadır, Bomba Davası.

Elbette bu sayılanlar, davanın önemini ortaya koymak açısından yeterli değil; çünkü aslında bu davada ve buna benzer diğer karga tulumba davalarla o dönemde yargılananlar sadece 57 sanıktan ibaret değildir. Türk Devrimin sürekliliğine inananlar, 1961 Anayasasına umut bağlayıp aradığını bulamayanlar yargılandı, ürkütüldü, tehdit edildi, bu dönemde. Bomba davasının yaşandığı dönem, 12 Mart muhtırasının hemen ardından yaşanan ve özellikle sol menşei olduğu iddia edilen terör bahane edilerek faşist uygulamalarının kol gezdiği bir dönemdir.

Bu dönemi değerlendirmek ve bu sürecin özellikle Türk devrimine vurduğu amansız darbelerin izlerini araştırmak için sadece o yıllara şöyle bir bakıp geçmek yeterli değildir. Çünkü tarih, olayları ortaya çıkaran koşullarla birlikte yazıldığı zaman anlam kazanır. 12 Mart 1971 Müdahalesi ve sonrasının, Türk DevrimiKarşı Devrim çatışmasının bir dönüm noktası olduğunu düşünecek olur isek, o dönemi hazırlayan koşullan da göz ardı etmemek gerekir.

Kuşkusuz artık bilinmekte ve kabul edilmektedir ki, Türkiye’de hala süregelen Karşı Devrimin başlangıç gün ve saati, 10 Kasım 1938, 09.05’tir. Ne yazıktır ki, bu tarihte başlayan ve hızla gelişen Karşı Devrim süreci bir türlü durdurulamamıştır. Geçtiğimiz 68 yıl içinde, artık neredeyse ülke silahsız olarak işgal edilmiş, ekonomimiz tamamen dış etkilere açık ve savunmasız bırakılmış, ülkemiz tamamen dışa bağımlı hale getirilmiştir. Bugünün Türkiye’sinde, bir kısım gazetelerde köşe kapmış; televizyon kanallarında borsa endekslerini ve Amerikan borsalarındaki gelişmelerin ekonomiye ne getirip ne götüreceğini tartışıp duran, sözde ekonomistler, Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin himayesinde mandalaşma sürecine gönül vermiş siyasetçiler, Avrupa ülkelerinin hukukunu, bizim için ideal hukuk düzeni gören sözde hukukçular, Atatürk’ün “Çağdaşlaşma” hedefini “Batılılaşma” veya “Batı’ya köle olma” olarak algılayan Washington-Brüksel kaynaklı diplomatlar kuşkusuz birden bire var olmamışlardır. Onlar, Karşı devrim sürecinin ürünüdürler.

Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında, Türk milletinin tarihten gelen bağımsızlığına ve onuruna olan düşkünlüğünü anladıktan sonra; bu kalenin diğer kaleler gibi kolayca yıkılamayacağını anlayan Emperyalist devletler; Türk kalesini içeriden fethetmeyi denemek istediler. Bu nedenle, çoğu kez Vatanseverlik, Memleket severlik, Müslümanlık maskeleriyle yetiştirdikleri kurtlan aramıza salarak, Türk Devrimini ve Türk Devletini yok etmek için bizi birbirimize, yani kardeşi kardeşe kırdırdılar. 1971 ve 1980 müdahaleleri,   hatta 28 Şubat müdahalesi bu tohumların meyveleridir.

Bu süre içinde “Türk Ulusal Eğitim Sistemi” programlı olarak çökertilmiş, Türk Ulusuna, “Ulusal Değerler” yerine “Kapitalist değerler” empoze edilmiştir. Dahası, kişisel çıkarla öne çıkarılarak, sadece verilen talimatları yerine getirecek ve ülkesinin çıkarlarını sorgulamayan geçmişinden koparılmış, düşünme, okuma, araştırma ve sorgulama yetenekleri köreltilmiş; ailesine, toplumuna, vatanına, milletine, devletine, dinine, diline ve tarihine düşman vatandaşlar yetiştirilmiş ve “Ulusal Kültür” yok edilmiştir. Ne yazık ki, milli mücadele döneminde yenilenler, M. Kemal Atatürk’ün 15 yılda oluşturduğu “Ulusal Bilinç”i yerli işbirlikçilerle ortadan kaldırmakta başarılı olmuşlardır.

Artık; Atamız Atatürk başta olmak üzere, O’nun fikirlerine, tam bağımsızlık anlayışına, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma emellerine o kadar yabancılaştık ki; ‘Çağdaş Uygarlık Düzeyi’ni, Avrupa Birliği normlarıyla kıyaslamaya başladık. Neredeyse, heykellerdeki Atatürk’ün parmağının, “Avrupa Birliği”ne ve Batılılaşmaya işaret ettiğini iddia edecek kadar gerçeklerden kopar hale geldik. Daha da üzücü olanı, Atatürk’e açık açık hakaret edilmesinin düşünce özgürlüğü kapsamına alınmaya çalışılmasıdır. Kurtuluş Savaşı ile “Sevr Antlaşması”nı yırtıp atan, emperyalist ve kapitalist oyunları bozan, Yeni Dünya Düzeni’nin geçmişteki uygulamasını durduran Atatürk’e, Batı’nın düşman olması doğaldır.  Doğal olmayanı ise, kendi içimizdeki Atatürk düşmanlığıdır. Bu düşmanlık da; yukarıda bahsettiğimiz üzere, eğitim politikalarımızın tamamen ABD ve AB isteklerine teslim edilmesidir.

Hâlbuki Atatürk, mazlum bir ulusun “tam bağımsızlık” çabalarının karşısındaki gerçek düşmanların; yani “kapitalizm” ve “emperyalizm”in, silahla, topla ve tüfekle saldırmayacağını açıkça ifade etmiştir. Ölümünden sonra dahi, Türk devrimine içten ve dıştan saldırıların devam edeceğini çok iyi bilmekteydi. Büyük Nutku’nu Meclis kürsüsünden okurken bu öngörüsünü şu şekilde dile getirmişti:

…Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düş­man karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiçbir zaman memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan memleketi temelinden yıkan milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar; bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bu güne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten ‘kaleyi içten almak’ dışından zorlamaktan daha kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.

Ne yazık ki, Soğuk Savaşın komünizm paranoyasının ardındaki niyetleri algılamakta güçlük çekenler emperyalist devletlerin tuzağına düşmüşlerdir.

Bilindiği üzere askeri darbelerin anavatanı Latin Amerika’dır ve özellikle başta Latin Amerika olmak üzere 1945 sonrası dünya genelinde birkaç istisna dışında tüm darbelerin, yönetimlere illegal müdahalelerin, şu veya bu şekilde Amerikan emperyalizmine hizmet ettiği bilinmektedir. ABD, Latin Amerika’daki tecrübeleriyle; hegemonyası altına aldığı ülkelerde, iç karışıklık yaratacak, illegal örgütlerin kurulmasını sağlayarak, bunları finanse ederek, denetiminde tutmuş ve askeri darbelere zemin hazırlamıştır. 27 Mayısta edinilen deneyimler, ileriki yıllarda biraz daha geliştirilmiş ve yapılan yeni müdahalelerle, ABD’ye bağımlı iktidarlar iş başına getirilmiştir.

12 Mart müdahalesi ise, 27 Mayıstan farklı olarak karşı devrimcilerin başarılı bir müdahalesidir. Her ne kadar darbenin hedefinin parlamento değil, sadece mevcut hükümet olduğu iddia edilmiş ise de; aslında muhatap parlamento ve hatta tümüyle demokratik rejimdir, sonrası uygulamalar bunu açıkça kanıtlamaktadır. 12 Mart 1971 günü saat 13.00 de, TRT radyolarından okunan ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyicioğlu’nun imzalarını taşıyan 3 maddelik muhtıra ile başlayan olağanüstü dönem, 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan genel seçime kadar devam etmiş, bu dönemde Meclis açık olmakla birlikte Silahlı Kuvvetlerin baskısı ve yönlendirmesi ile görev yapmak zorunda kalmış, demokratik rejim, daha sonra telafisi imkânsız bir yara almıştır.

Bu kısa süre içinde sözde “partiler üstü anlayışla, Anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele almak” için 4 ayrı hükümet kurulmuş, ancak hiçbirisi bu istenilen çizgiyi yakalayamamıştır.

Bu hedefe ulaşmak şöyle dursun; 12 Mart sonrasında 61 Anayasası neredeyse tamamen değiştirilmiş, özel mahkemeler kurulmuş, yargı bağımsızlığı zedelenmiş, kararları beğenilmeyen mahkemeler lağıv edilmiş, üniversiteler ve sendikalar tamamen pasifize edilmiştir.

Bugünleri çağrıştıran bir aymazlıkla Dünya Bankası’nda, Oyak’ta çalışan ve liberal tezgâhların “Rahle-i Tedrisat”ından geçmiş bürokratlar hükümete davet edilmiş; sol eğilimlerle sağcı muhafazakârların bir arada yer aldığı, çelişkilerle dolu kabineler kurulmuştur. İlginçtir ki, hükümetin kurulmasının hemen ardından silahlı militan güçlerin pimleri de çekilerek devreye sokulmuş, ülke birden kana bulanmış ve Başbakan Nihat Erim’in emriyle Balyoz harekâtı başlatılarak, 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Balyoz harekâtı; Muhtıraya destek veren aydınların, radikal solcuların ve hatta demokratik kitle örgütlerinin de hükümetten desteklerini çekmelerine ve hükümetin yalnız kalmasına neden olmuştur. Böylece kamuoyu desteğini kaybeden hükümet, 27 Mayıs öncesini aratmayan uygulamaları ardı ardına yürürlüğe koymuştur. Bu süreçte, grev ve lokavt yasakları yanı sıra, akademisyenlerin ve aydınların tutuklanmaları ardı ardına gelmiş, yasak yayımların listesi bir çığ gibi büyümüş, kitaplar toplatılıp yakılmaya başlamış ve Türkiye, benzeri görülmemiş bir faşist iktidara teslim edilmiştir. Şüphesiz 12 Mart sonrası hükümetlerinin en önemli icraatları, 1961 Anayasasının neredeyse 1/3 ünün değiştirilmesidir.2 Üstelik yapılan değişikler; çoğu hükümetin ve alaşağı edilen AP hükümetinin, isteyip de bir türlü gerçekleştiremediği değişikliklerdir.

Partiler üstü hükümetlerin istenilenleri gerçekleştiremeyeceğinin anlaşılmasıyla, 12 Mart müdahalesini yapan komutanlar arasında da görüş ayrılığı baş göstermiştir. Muhsin Batur; 4 Aralık 1972 günü Cumhurbaşkanına hitaben

Ben artık 12 Mart’ta halisane dileklerle yapılmış müdahalenin anarşiyi durdurma hariç bir şey yapabilme ihtimalini yitirdiği kanaatindeyim. Memleketi serbest bırakmak için dört komutanın çekilmesi fikrini, Silahlı Kuvvetler kabul etmiyor. Ben de diğer komutanlarla uyuşamıyorum. O halde inanmadığım ve anlaşamadığım bir statü içinde kalmayı lüzumsuz buluyorum ve müsaadenizle görevimden çekilmek istiyorum, diyerek istifasını vermesi, artık müdahaleyi yapan generallerin de inancının kalmadığını göstermekteydi. Yani Gürler-Batur-Kayacan ile Sunay-Tağmaç-Türün ekibinin yolları 1971 muhtırasından çok değil birkaç ay sonra tamamen ayrılmıştı.

İşte Bomba davası tam bu sırada açılmış bir davadır. Bu dava, bir iktidar mücadelesinin; karşı devrimcilerin Atatürk Devrimcilerine gözdağı verme, bir şeylerin ters gittiğini fark eden başta generaller olmak üzere, asker ve sivil aydınları sindirme operasyonudur. Bu dava sırasında açıkça anlaşılmıştır ki, 1975 yılı itibariyle artık devletin çelik çekirdeği ile kontrgerilla yapılanmasının çekirdek kadrosu arasındaki fark neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.

Talat Turhan, bomba davasının baş sanığı seçilmiştir. Bu davadan sonra yaşadıklarını yazarak, 1965 yılında başladığı yazım hayatına bugüne kadar devam etmiş ve ilk kez bu dava sırasında dile getirdiği Kontrgerilla kavramını bundan sonraki yapıtlarında iyice açmış, kendisinden sonra bu konuyu işleyecek yazarlara ön ayak olmuş, adına ister süper NATO diyelim, ister Gladio veya Kontrgerilla diyelim, emperyalist devletlerin uşaklığını ve tetikçiliğini yapan bu gizli yapının, sadece Türkiye’de değil, İtalya, Almanya gibi gelişmiş ülkelerde, siyasetin dışında Vatikan da dahi kök saldığını, defalarca dile getirmiştir.

Gerçekten de; ABD, sadece Türkiye’de değil, İkinci Dünya Savaşı son­rasında etkisi altına aldığı ülkelerde, militer güçlere “antikomünizm=milliyetçilik” formülünü benimseterek, Kontrgerilla örgütlenmesini oluşturmuş ve bu güçleri yeri geldikçe örtülü operasyonlarında kullanmıştır. Kontrgerilla timlerinin eğitiminde ve finansmanında, doğrudan CIA rol aldığı gibi, sivil toplum kuruluşları, uluslar arası sağlık ve eğitim kuruluşları, sanayi kuruluşları ve yan örgütleri açık veya gizli rol oynamışlardır.

Türkiye’de kontrgerillanın eğitimini özelikle, AID (Amerikan Kalkınma Örgütü)’ne bağlı uluslar arası faşizmin polis örgütü olan OPS (Office Of Public Safety) üstlenmiştir. 1960’lı yıllarda Türkiye’ye yerleşen AID; özellikle eğitim alanında destek olmak bahanesiyle Ankara’da yıllarca hizmet vermiştir! Olağanüstü dönemlerin sonrasında yaşanan faşist uygulamalarının mimarı bu örgütlerin hedefleri arasında aydınlar, siyasetçiler, sol düşünceyi savunan yazar, şair ve diğer sanatçılar olduğu kadar, şüphesiz Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları da vardır.

Bu nedenle; sadece üst kademelerde değil ordunun en alt kademelerinde dahi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 dönemlerinde şiddetli tasfiyeler gündeme gelmiştir. Türkiye’nin NATO’ya girdiği 1952 yılının hemen ardından, ABD menşeli NATO talimnameleri sayesinde; sadece emir almayı ve bu emri uygulamayı öğrenen ve aldığı illegal emirleri sorgulamayan subaylar yetiştirilmiştir. Atatürkçülük öğretileri adı altında; içi boşaltılmış bazı terim ve kalıplar, özellikle Silahlı Kuvvetlerin eğitici kadrolarına öğretilmiştir. Ayrıca, bu dönemde ekonomik yoksunluk içine sokulan subayların gelecek kaygısı duymaları sağlanarak, kitap okumaları yasaklanarak, yurt içi ve yurt dışında gelişen siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve askeri olayları sorgulamaları engellenmiştir. Ayak direten beyin takımının da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılması sağlanmıştır.

Bomba davası, sadece bir iktidar çekişmesinin, sindirme, susturma operasyonunun parçası değil, aynı zamanda gayri nizami harbin tüm öğretilerinin kullanıldığı ve dünyada ender görülen uygulamalardan birisidir. Bomba davası, Kontrgerilla öğretilerinin, uygulamalarının yapıldığı bir eğitim alanına benzetilebilir. Bu davanın baş aktörleri ve bir numaralı sanığı Talat Turhan’ın bomba davası sırasında yapmış olduğu politik ve hukuki savunmayı okuyup da, şaşkınlık ve hayranlık içinde kalmamak mümkün değildir. İşkence altında ve cezaevi koşullarında hazırlanan bu savunma, Kemalist bir kurmay subayın muhakeme yeteneğinin, azim ve kararlığının göstergesidir.

Bir hukukçu olarak bu davanın hukuki eleştirisini yapmak hiç de zor değil. Özelikle, ‘hazırlık soruşturması’ çok büyük hatalarla doludur. Delillerin toplanması ve kamu davasının hazırlanması bu aşamada gerçekleşir. Bu aşamada Emniyet Kuvvetleri, hatta mümkünse, bizzat savcı tarafından deliller toplanır, sanık veya sanıkların leh ve aleyhlerindeki deliller ortaya konarak kamu davası açmaya yeter delil olup olmadığı araştırılır. Hukuk devletlerinde kamu gücünü kullanan savcılar, bu safhayı mümkün olduğu kadar çabuk sonuçlandırır; suçlu veya suçluları adalet önüne çıkarırlar. Özellikle sanıklardan bir kısmının tutuklu olması durumunda, bu sürenin mümkün olduğu kadar kısa sürmesi öncelikle sağlanır. Tutuklu bulunan sanıkların isnat olunan suçu işledikleri yolunda inandırıcı deliller bulunamamış ise veya bulunan deliller inandırıcılığını yitirmiş ise, salıverilmeleri dava açılmadan önce sağlanmalıdır. Bomba Davası soruşturması 06 Mayıs 1972 günü İstanbul’da İbrahim Çenet isimli bir gencin üzerinde bomba patlaması ve ölmeden kurtarılarak sorgulanması sonucunda başlatılmış, ancak Askeri Savcı Nevzat Çizmeci tarafından 03 Nisan 1973 tarihinde kamu davası açılabilmiştir. Yani son soruşturma aşamasına ancak 11 ay sonra geçilebilmiş; Talat Turhan, sadece hazırlık soruşturması sırasında, 03 Temmuz 1972 gecesinden itibaren 26 gün Ziverbey işkence köşkünde, 1 (bir) ay Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevinde hücrede tecrit altında olmak üzere toplam 9 ay gözetim altında kalmıştır. Çağdaş hukuk sistemlerinde, sonu mahkûmiyetle sonuçlanmayan hiçbir davada bu kadar uzun süreli tutukluluk haklı görülemez. Üstelik sanıklar, savcıların veya Emniyet Kuvvetlerinin değil MİT’in talimatı ve İnci Ordu Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle gözetim altına alınmışlardır. Oysa tutuklama kararı yargısal bir karardır ve ancak bir hâkim tarafından verilebilir. Bu süre içerisinde toplanan delillerin sadece sözlü delillerden ibaret olduğu, bu ifadelerinde büyük çoğunluğunun işkence ile alındığına dikkat edilecek olur ise engizisyon mahkemelerinin uygulamalarını aratmayacak bir uygulama ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sanıklık bir statüdür. Sanığın bazı yükümlülükleri olduğu gibi bazı hakları da vardır. Öncelikle, sanığın, kendisine isnat olunan suçu öğrenme hakkı vardır. Bu kural, ceza hukukunun artık tüm dünyada kabul edilmiş temel prensiplerinden birisidir. Ancak, sanıklara bu hak verilmemiştir. Senaryo daha sonra alman ifadelerle şekil bulmuş; suçlardan sanıklar değil, sanıklardan suç çıkarılmıştır.

Sanıkların müdafi tutma ve kendilerini müdafi aracılığı ile savunma hakları vardır. Bu hak, sadece son soruşturma değil, ön soruşturma aşamasında kullanılabilecek bir haktır. Talat Turhan ise Ziverbey işkence köşkünde, değil avukat, neredeyse polis yüzü bile görmeden işkence odalarında kimliği meçhul kişiler tarafından sorgulanmıştır. Oysa Ceza hukukunda tutuklama, gözetim altına alma bir tedbirdir, ceza değildir. Hangi şartlarda başvurulacağı, ne kadar süreceği, şartlarının neler olduğu yasada açıkça belirtilmiştir. Diğer yandan, sanığın ifade vermeme, yani susma hakkı vardır. İfade vermeye zorlama çağdaş hukuk sistemlerinin hiçbirisinde, keza Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda bulunmamaktadır.

Talat Turhan’ın evinde, 3–4 Temmuz 1972 gecesi yapılan arama, yine hakim kararına dayanmayan,   emirle yapılan bir aramadır.Ceza Muhakemesi Hukukunda, arama ve zapt işlemlerinin nasıl yapılacağı açıkça belirtilmiştir. Arama gece yapılmaz, gün doğduktan sonra ve güneş batmadan yapılır. İstisnaları, kanunda belirtilmiştir. Ayrıca bir mahkeme kararına dayanılarak yapılır. Zorunlu hallerde ise, savcının istemi üzerine emniyet kuvvetlerince yapılır, ancak en kısa zamanda hakim onayına sunulur. İlginç olan şu ki; 1999 yılında başı (sonradan) türbanlı ABD vatandaşı bir bayan müstafi milletvekilinin evinde; DGM Savcılığınca güneş battıktan sonra arama yapılmasını hukuken hata olduğunu, ertesi gün bas bas bağıranlar, 3 Temmuz 1972 gecesi bizzat bu operasyonu yapanların öğrencileridir. Arama sırasında, evinden toplanan kitapların hiçbirisi, Talat Turhan’a teslim edilmemiş ve sadece yasaklanmış kitaplar hakkında karar verilmiş, yasaklanmamış ancak evinden alınan bu kitaplar hakkında hiçbir karar verilmemiştir. Kitapların nereye götürüldüğü, kime teslim edildiği dahi belli değildir.

İddianamedeki iddialar ve eylemler ile Talat Turhan arasında işkence ile alınan ifadeler dışında hiçbir somut bağ yok iken, Askeri Yargıtay 2. Dairesi, her nedense 20.04.1977 gün ve 1977/56–131 E.K sayılı kararında sübutu hiç tartışmamış, bunlar gibi pek çok kanuna doğrudan aykırılığı görmezden gelmiş, bir nevi, kurtarıcı gibi Meclisten geçirilen 1803 Sayılı Af yasasının arkasına saklanarak bu Ceza Hukuku Ucubesi yargı kararını onayıvermiştir.

Çok açıktır ki bu davada, Kontrgerilla yargıyı kendi çıkarlarına alet etmiş ve üst düzey askerlerin desteği ile, istediği sonuca ulaşmak için kul­lanmıştır. Ne yazık ki Bomba davası, ne bu konuda ilktir ne de son olacaktır. Kontrgerilla, aynı maskelerle yine yeri geldiği zaman, bu kez belki farklı yöntemlerle, hukuk dışı gayri nizami harp tekniklerine başvuracaktır. Bundan şüphe duyulamaz. Burada sorun ancak şu olabilir. Ne zaman veya kimlere karşı!

Büyük Kemalist Devrimci Talat Turhan’ın bu eseri aynı zamanda Türkiye’de yargının; hangi aşamalardan geçtiğini, ne yazık ki, zaman zaman nasıl kullanıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Sadece bir hukuk değil, bir taktik, bir azim ve kararlılık mücadelesi olan bu davanın yazılı ve sözlü savunmasını okurken sizin de benimle aynı düşünceleri paylaşacağınıza inanıyorum.

Üçüncü Baskıya Önsöz

3–14 Kasım 1975 günleri arasında, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde Bomba Davası’na ilişkin yaptığım Savunma’mın 1. Klasörü’nün başında yer alan Politik Savunma’yı 1986’da yayımlamak gereksinimi duymuştum. Savunmam, 29 yıllık süreçte doğrulanmaktan da öte, âdeta dünyada ve ülkemizde daha sonra olup biten gelişmeleri de işaret etmiştir.

ABD’nin günümüzdeki küresel saldırganlığı, iktidarı şaibeli yoldan ele geçiren Bush ve ekibinin liderliğinde sürmektedir. Dünya jandarmalığı, yerini küresel imparatorluk düşlerine bırakmıştır. Bush Hanedanı’nın başını çektiği bu ekip, kendi özel çıkarlarının yanında ABD’nin hegemonik yönelişini gerçekleştirmek için, uygarlığın birkaç bin yıllık kazanımlarını yerle bir ederek Asya ve Afrika’yı başta enerji olmak üzere bütün zenginlikleriyle tamamen ele geçirme amacına dönük olarak vahşice sarsıyor. Haksız savaşlar, Afganistan ve Irak’ta olup bitenler; işkence ve katliamlar, dünyanın gözü önünde yaşanan vahşetin son perdesidir. ABD, başta BM olmak üzere ne uluslararası örgütleri ne de uluslararası sözleşmeleri takmaktadır.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 dönemlerinde başta gençler olmak üzere; aydınlara, sendika aktivitelerine, yurtsever subaylara, demokratik hukuk devletinden yana tüm güçlere uygulanan işkence yöntemlerinin, bugünkü Afganistan’da, Irak’takilere koşut olması, benzerlikler taşıması Savunma’mı daha da güncel kılmaktadır.

Kendimi bildim bileli, ülkemin sorunlarıyla ilgilenmeyi bir misyon edindim. Sanırın, bu nedenle yakın tarihimize tanıklık etmek durumunda oldum. Bir aydın olarak olanaklarım ölçüsünde, emekli edildiğim yılın ertesinden, yani 1965’ten bu yana değişik zeminlerde etkinliklerimi sürdürdüm. Araştırma, inceleme ve düşüncelerimi kamuoyuyla paylaşmaya özen gösterdim.

Düzene egemen olan güçler aktivitelerimden rahatsızlık duymuş olacaklar ki, işsiz bırakmaktan, yazdıklarım hakkında tazminat davaları açmaya kadar çeşitli yöntemlerle beni susturmaya çalıştılar. Şimdi, seksen yaşımdan sonra dostlarımın da destekleriyle, yeni bir itki ve heyecanla, başta elinizdeki kitap olmak üzere yeni çalışmalarımı kamuoyuna, değerli okurlarıma sunmak istiyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine dün olduğu gibi bugün de sahip çıkmaya çalışıyorum. Ülkemizi bağımlı hale getiren iktidarları da lanet ve nefret duygularıyla ve üzülerek izliyorum.

Milli Şef İsmet İnönü döneminde yaşadım. Onun 1947’de ABD ile ilk İkili Anlaşma’ya imza koymasının ne anlama geldiğini, ancak merhum Haydar Tunçkanat’ın “İkili Anlaşmalar” adlı kitabından ve şaşırarak öğrendim. Sonra, sözde demokrasi dönemi başladığında, dönemin ileri gelenleri Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapmak hedefiyle ABD’ye bağımlılığı iyice pekiştirdiler. Yıllar sonra, DP önde gelenlerinin ABD’nin dünya çapındaki gizli yapılanmasının Avrupa ayağı olan Bilderberg’e, 1959’da üye olduklarını öğrendiğimde şaşkınlığım bir kat daha arttı!

Derken, 27 Mayıs 1960 geldi. İlk bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlılığını ilke olarak benimsediğini açıklayan bir harekât, kuşkusuz ki ülkeyi o güne kadar sürüklendiği bağımlılıktan ve bataktan kurtaramazdı.

Geçenlerde, 27 Mayısçı ve MBK Üyesi E. Tümg. Sıtkı Ulay’ın “Giderayak” adlı kitabını gördüm. Ulay’ın, kitabının 92. sayfasında “Ortadoğu’da Türk-Amerikan Menfaatleri Birleşiyor” başlığı altında, “İsrail ve Ortadoğu konularında Türk ve Amerikan çıkarlarının birleştiği” görüşünü ileri sürdüğünü öğrendiğimde 27 Mayıs’a ilişkin bütün hayallerim yıkıldı.. Bu görüşün, günümüzdeki Koç’ların, Fettullah Gülen’lerin görüşünden hiçbir farkı yoktu! Ulay, “Atatürkçü Türk gençliğine” son söz olarak da ne önerse beğenirsiniz; “Dünyayı parmağında oynatan Amerika’yı solcu da olsanız karşınıza almayın.”!..

Daha sonra, DP’nin devamı olduğu ileri sürülen iktidarlar işbaşına geldi. Onlardan farklı bir tavır beklemek, zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu.

Bir ara, Bülent Ecevit ve arkadaşlarının “Demokratik Sofuyla oyalandık. Ancak, 35 yılı aşkın bir süredir iki farklı siyasal görüşün lideri olarak karşımıza çıkarılan Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in 1975’te Çeşme’de toplanan ABD güdümündeki Bilderberg’e aynı anda üye olduklarını öğrendiğimdeki duygularım şaşkınlıktan da öteydi!

Daha sonra, Ecevit’in 57. Hükümet’teki Başbakanlığı döneminde, Cumhurbaşkanı Demirel’in görev süresini uzatma girişiminde öncü bir rol almasının bu ‘örgütsel beraberlikten’ kaynaklandığını algılamama karşın, medyamızın bu gerçeği göz ardı etmesini ‘küresel dayanışma’ olarak değerlendirdim.

Ve 12 Eylül Darbesi geldi… M. Ali Birand’ın kitabında yer alan, darbe gerçekleştiğinde ABD Büyükelçisi’nin kendi Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği kripto, yorum gerektirmeyecek kadar açıktı: “Our boys have done it!- Bizim çocuklar halletti!” Hele hele darbenin ardındaki beynin, ABD’nin işbirlikçi uydu darbeci yetiştiren Ford Bragg’dan geçmiş olduğunu öğrendiğimde, mezarda Ata’mın kemiklerinin sızladığını duyumsadım!..

12 Eylül Darbesi’ni izleyen MGK döneminden sonra, sıra Cumhurbaşkanlığı seçimine geldiğinde, seçimden birkaç ay önce 9 Ağustos 1989 günkü gazetede yabancı kaynaklara atfen “Türkiye’yi Kucağa Oturtma Planı” başlıklı, manşetten bir haber yayımlandı. “Özal’ın Cumhurbaşkanı olması için CIA devrede”ydi. Gazete’ye göre, “CIA’nın hazırladığı planı Bush onaylamıştı.”

Özal, bu haberden üç ay sonra Cumhurbaşkanı oldu. “Türkiye’yi Kucağa Oturtma Planı” başlıklı makalemle konuyu gündemde tutmaya çalıştıysam da, medyanın suskunluğu devam etti. Merhum Özal’ı ABD’nin yönlendirmesi ve zorlamasıyla iktidara, giderek Cumhurbaşkanlığı’na taşıyan ABD’nin “bizim çocuklar”ı sözde ‘Atatürkçü’ MGK mihrakı, onun Nakşibendi tarikatıyla yakınlığını bile göz ardı etmek zorunda kalmışlardı. “Konya Mitingi”ni 12 Eylül’ün gerekçeleri arasında gösteren ve MSP’yi kapatanların, 12 Eylül’den önce MSP adayı olan Özal’a tahammülleri başka türlü açıklanamazdı.

Yeni bir dönem geldi… Önümüze CIA ajanlarınca “Ilımlı İslâm” konsepti sürüldü. Yirmi yılı aşkın bir süre uğraşılarak bunun altyapısı hazırlanmıştı. ABD küresel hegemonyasının emrinde ve hizmetinde olan medya tarafından bu konsepte uygun insan da bulundu. ‘Dinlerarası Diyalog’ yaklaşımıyla, tüm dışişleri protokolleri bir yana bırakılarak Vatikan buluşmalarıyla Gülen, şişirildi. ‘Anavatanında’ güvenlik içinde yaşamasının koşulları sağlanırken, dünyada ve ülkemizde örgütlenme olanakları sağlandı.

Sıra “Ilımlı İslâm”ı iktidara taşımaya gelmişti. İşte, bu noktada, ABD emperyalistlerinin kullandığı en etkin araç “psikolojik savaş” devreye sokulur. Psikolojik savaş, çoğunlukla sivil bir kavram gibi görülür ve propagandayla eş anlamlı sayılır. Oysa 1963’ten bu yana, Kennedy tarafından askeri bir savaşın parçası olarak algılanarak askeri literatüre sokulmuştur. İlgili okullarda psikolojik savaşın yöntemleri öğretilmektedir. Özetle, tüm dünya ulusları, küresel güçlerin bir parçası olan medya grupları kullanılarak, süresiz askeri psikolojik savaş yöntemleriyle emperyalist değer yargılarına teşne hale getirilmektedir. Bu aygıtı devreye sokarak dünyanın herhangi bir ülkesinde istediğinizi iktidardan indirir, istediğinizi iktidara oturtabilirsiniz!..

Protokolde olmadığı halde, henüz sadece parti başkanıyken ABD Başkanı Bush’un karşısına çıkarılan dünyadaki tek politikacı, belki de AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan’dır.

Onun, ABD’deyken sık sık yinelediği “dünya küresel bir köye dönüşmüştür” sözünü bir an için düşünelim: Köyün muhtarı belli, Erdoğan’a ihtiyar heyetinde bile yer yok!..

ABD, hiç boş durmuyor; 58. ve 59. hükümetlerdeki en genç bakan olan Ali Babacan’ın 2003 ve 2004’de üst üste Bilderberg toplantılarına çağrılarak katıldığını gördüğümde, ister istemez Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni anımsadım.

Anglo-Sakson egemenliğindeki masonik ve Siyonist karar merkezleri önce kendi çıkarlarına hizmet edecek kişileri kulüplerine, yani uluslararası örgütlere üye yapıyorlar… Yani, ‘global elit’ ya da ‘küresel seçkin’ sınıfına sokuyorlar.. Sonra da kontrollerindeki medyayı kullanarak yıldızlarını parlatıp halklarına seçtiriyorlar.. Ülkelerinde ‘seçilmiş’ yönetici konumuna getiriyorlar.

Nitekim Bilderberg üyesi olan küresel seçkinlerimiz arasında; Cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, büyükelçiler, akademisyenler, holding patronları ve medya unsurlarının (Dinç Bilgin, Sedat Ergin, Nuri Çolakoğlu, Hasan Cemal…) olduğunu görüyoruz. Bu cephe, otomatik olarak ABD çıkarlarını kollayıp gözetme misyonu üstlenmektedir. Medyada bir de iç ve dış istihbarat örgütleriyle United States Information Service (USIS)’e angaje olanlar var… Bunlar, “mütareke basını”nı oluşturuyorlar… ‘Küresel seçkin’ konumlardan ABD’nin çıkarları için ahkâm kesiyorlar…

Hiçbir gücün tarih sahnesinde ilelebet kalmadığını biliyoruz. Elinizdeki kitapta sakın ABD düşmanlığı yaptığımı sanmayın!.. Ülkemin çıkarlarını korumak için, ABD emperyalizminin içyüzünü özellikle asker gözüyle, tüm güç ve olanaklarımı kullanarak kamuoyuna yansıtmak ve Atatürk’ün bize emanet ettiği Türkiye’ye geri dönmek özlemine sahip çıkacak yandaşlar arıyorum. Umutsuz değilim…

Küreselleşme dayatmasına karşı, başkaldırı başlamıştır.

—Tüm dünyada küreselleşmenin örgütleri; bilinçli ve onurlu ülkeler, uluslar ve kamuoyunca protesto edilmektedir.

—Tüm dünyada savaş karşıtları seslerini yükseltmektedir.

—Özellikle bu günlerde, toplumun değişik kesimlerinin NATO ve ABD karşıtı protestolara katılması, bu kitaptaki ABD emperyalizmine ilişkin savlarımın ne kadar haklı çıktığını göstermektedir.

1991’de bir gazeteye verdiğim mülakatta, NATO’ya üye olduğu halde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hiçbir zaman NATO standartlarına getirmemesi nedeniyle bu paktın ülkemize ihanet ettiğini açıklamamın bugün yankılanmasından huzurlu ve sevinçliyim.

Bu arada, tam 18 yıl önceki saptamalarımın bugün doğru çıkmış olmasına sevinemiyorum…

…Körfez sorunu sıcak savaşa dönüşecek, Amerika’nın elindeki çevik kuvvetlerle Körfez’e yönelik, yani NATO amaçlarının dışında kendi kuvvetlerini Türkiye’de konuşlandırması ve bunlara bağlı olarak kendilerine bağlanması istekleri oldu. Kapalı kapılar ardında pazarlıklar sürdü. Amerika’nın Muş bölgesinde bir üs kurma girişimleri var. Türkiye’de bulunan üsler, NATO amaçlarına hizmet etmek yükümlülüğü altında. NATO’nun patronu Amerika olduğuna göre, Amerika’nın bütün niyeti yurdumuzdaki bu üsleri gerektiğinde kendi çıkarları yönünde olası bir sıcak savaşta kullanmaktır. Kanımca, ülkemiz ve dünya, 29 yıl önce tanımladığımdan daha vahim bir noktada. Ancak, ABD’nin hegemonik saldırısı karşıt cepheyi de örmektedir.

Küresel saldırı, Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz ulus devletimizi bertaraf etmeye çalışıyor… Milliyetçi ve yurtsever direnişi kırmaya çalışıyor… Ülkemizde tarımın çöküşü hızlandırılıyor, sendikasızlaştırma operasyonu sürüyor, Cumhuriyet Devrimi’nin armağanları olan büyük çaplı kamu kuruluşları yok pahasına özelleştirilmeye çalışıldığı gibi, ekonomideki işlevleri tasfiye ediliyor. Sosyal devlet anlayışının gerektirdiği ne varsa bir bir tırpanlanıyor.

1990’da Paris Şartı imzalanırken, baba Bush, bundan böyle dünyadaki çatışmanın sıklet merkezinin Kuzey-Güney ve dolayısıyla beyaz-Hıristiyan ‘uygarlıkla’ İslâm arasına kayacağını açıklamıştır.

İflah olmaz bir Hıristiyan köktendinci olan Evangelist oğlu George W. Bush da mirası devralarak haçlı seferlerine başlamış bulunuyor. Haksız savaş, Afganistan ve Irak işgalleriyle başlayan sürecin önü ulusal direnişlerle kesilmiştir. Böylelikle, şer mihverinin hevesleri doğrultusundaki yürüyüşü şimdilik kesilmiştir. Ancak, ülkemizi taşeronlaştırarak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında kaldıkları yerden devam etmek istiyorlar. CFR, Bilderberg, Japon ayağından oluşan Trilateral Coğrafya, Güney’e, yani Üçüncü Dünya’ya ve İslâm coğrafyasına karşıdır. Uluslararası finans kapitali kontrol eden ÇUŞ’lar sömürü ve yağmalamayı işgallerle hızlandırarak Güney’i tam teslim almak istiyorlar. Fiili işgallerin bittiği yönündeki tezler, dünyanın tek kutuplu bir hale dönmesiyle iflas etmiştir.

Öte yandan, nedense bir süredir ABD’de ikamet eden ‘Ilımlı İslâm’ şeyhi “Amerika bize düşman olsa da biz onunla dost olmalıyız” yolunda fetvalar üretmektedir. Böylelikle, ‘dinlerarası hoşgörü’ adı altında küresel güçlerin amaçlarına hizmet eden bir İslâm yaratılmak istenmektedir. Tüm bu dolapların ardında altı ayaklı bir örümcek görüyoruz. Bir ayağı ABD’de, bir ayağı işbirlikçi sermayede, bir ayağı İslâmî sermayede, bir ayağı Nur tarikatında, bir ayağı Kürtlerde, bir ayağı siyasal partilerde…

‘Dinlerarası hoşgörü’ tuzağındaki İslamı, ‘Ilımlı İslâm’ olarak muhatap almak isteyen emperyalist küresel merkezlerin bu yönelişinin arkasında ne yatıyor? Onu da bizzat Papa 2. Jean Paul açıklasın:

Birinci bin yılda Avrupa’yı ve Afrika’nın bir kısmını, ikinci bin yılda Kuzey ve Güney Amerika’yı Hıristiyan yaptık. Üçüncü bin yılda Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’yı Hıristiyanlaştıracağız. Hıristiyanlaştırılacak ilk ülke Türkiye’dir.

Gün, gerçek yurtseverlik günüdür, gün gerçek, saf ve temiz; ülkesine ve bağımsızlığına bağlı olarak inançları yaşama günüdür.

Yarım yüzyılı aşkındır bizi yönetenlerin; Küçük Amerikacılar, Babalar, Karaoğlanlar, Kadayıfçılar, Başbuğlar, Bizim Çocuklar, Tontonlar, Ilımlı İslâmcıların ülkeyi getirdiği yer dışa bağımlılık ve gırtlağa kadar dayanan borç batağıdır.

Büyük güçlerin, emperyalistlerin Türkiye’yi işgalini ve işgal niyetlerini yaşayarak gördük… Bugün de, ” Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir” diye egemenliğimize sulanıyorlar; artık tekli yönetim zamanı geçti, diyorlar…

Tevrat’taki vaat edilmiş toprakların fethi ile BOP’un amacının ne farkı olduğunu bize, örneğin sayın Erdoğan ve Gül anlatsa da öğrensek?!. BOP, Fırat’tan Nil’e; Lübnan’dan Arap Yarımadası’na, Hint Okyanusu’na kadar uzanan bir proje… Ya ‘vaat edilmiş topraklar’ neresi? Onu da Tevrat’tan aktaralım: “Sınırlarımız çölden ve Lübnan’dan büyük ırmağa Fırat ırmağına kadar Hititlerin bütün diyarı ve gün batısına doğru büyük denize kadar olacaktır.” Ulusal onurumuza ve bağımsızlığımıza sahip çıkmak, Yeni Dünya Düzeni’ne, küresel dayatmalara karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Ülkemizin ulusal refleksleri ve birikimleri; askeriyle ve siviliyle avdınıyla, genciyle, namuslu sanayicisi ve işçisiyle, tarımdaki çilekeş üreticisi ve yoksul köylüsüyle, esnaf ve zanaatkârıyla; beyaz ve mavi yakalısıyla; emperyalizme pabuç bırakmayacaktır. Emperyalist-kapitalizmin hegemonların diktatörlüğü tersyüz edilecektir

Bu bilinç ışıdıkça siyasal anlamda güçlenecek ve yandaşları artacak, başta Irak olmak üzere ezilen uluslar direndikçe ABD balonu sönecek; uluslar gerçekten bağımsız, özgür, demokrat ve ulusal reflekslere duyarlı düzenlere bir gün mutlaka kavuşacaklardır.

Talat Turhan

Kuzguncuk, 26 Haziran 2004

Sonsöz

(Bilirkişi gözüyle)

Geçmişte yaşanan olayların perde arkası analiz edilmeden ve bir bütün halinde incelenmeden bugünün değerlendirilmesi; bugünün değerlendirmesini yapmadan da geleceğin şekillendirilmesi mümkün değildir. Bugün Türkiye, planlı ve kapsamlı bir saldırı ile karşı karşıyadır. Geçmişten ders alamayan karar vericiler, bedel ödememek için içeriden ve dışarıdan gelen saldırılara gerektiği şekilde cevap verememekte, halk ise, işbirlikçi medya tarafından yanlış yönlendirilmekte ve gerçekleri görmemesi için magazin kültürüyle uyuşturulmaktadır.

Ne yazık ki, gerçekleri görüp kamuoyuna sunmaya çalışanlar da; işbir­likçiler ve egemen güçler tarafından, bir şekilde ya yok edilmekte, ya da susturulmaya çalışılmaktadır. Yok, edilenler arasında Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu gibi yazarlar ile Doğan Öz gibi savcılar, Eşref Bitlis gibi komutanlar, Cevat Yurdakul gibi polisler ve daha niceleri vardır. Susturulmaya çalışılanlardan ise, geriye bir avuç vatansever kalmıştır ki, bunların da doğal ömürlerini tamamlaması beklenmektedir. Çünkü yok edilen her bir vatansev­erin, duyarlı Türk Halkı tarafından ölümsüzleştirilmiş olması, karşı devrimcileri ve işbirlikçileri, ister istemez ürkütmektedir.

Susturulmaya çalışılanlardan biri de, Emekli Yarbay Talat Turhan’dır. Kemalist-Devrimci ve Kemalist-Ulusalcı bir Kurmay Subay olduğu için; dönemin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Yüksek Komuta Heyeti tarafından yapılan baskılar sonucu, kendi isteği dışında emekliye sevk edilmiştir. Buna rağmen; Sayın Turhan ordusuna asla küsmemiş aksine ordusuna hiç kimsenin sahip çıkmadığı kadar sahip çıkmıştır. Hatta bomba davası sırasında işkence köşkünde sorgulanırken, kendisine kullanılmış asker pijaması giydirildiğinde düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir:

Asker pijaması giydirdiler, ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hala her şeyini severim, hatta bu eski, kirli pijamasını bile…

Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın yargılandığı “Bomba Davası” . Karşı Devrim savaşçılarının örtülü operasyonlarından birisidir. Olağan ve hukuk dışı uygulamaları açısından, sadece Türk hukuk tarihinin değil, dünyadaki Ceza davalarının en ilginç olanlarından bir tanesidir. Bu dava sırasında cezaevi koğuşlarında Talat Turhan’ın hazırlamış olduğu yazılı savunması ekleriyle beraber 10 (On) klasör ve 5.000 (beş bin) sayfadan oluşmaktadır. Haksız suçlamalarla dolu olduğu artık açıkça görülen bu yargılanmanın devam etmesini talep etmiş olmasına rağmen, 1803 sayılı Af Yasasından istemi olmaksızın (sözde) faydalandırılmıştır. Üstelik, bu dava hakkında ilgili mercilere dilekçe vererek, devlet içindeki gizli yapılanmanın araştırılmasını talep etmiş; “Kontrgerilla” adlı gizli örgütün Türkiye’ye zarar vereceğini mahkemede defalarca dile getirmiş olmasına rağmen, bugüne kadar, bu dilekçelerin gereği yapılmamış, cevap dahi verilmemiştir. Emekli olduktan hemen sonra ömrünü araştırmalara adayan Sayın Talat Turhan; öne sürmüş olduğu tezlerle tarihe not düşmüş ve Türkiye Cumhuriyetini bekleyen tehlikelere karşı bizleri uyarmıştır.

Türkiye’de, ilk kez bu davada gündeme gelen ‘Kontrgerilla” yapılanmasının, Türkiye’ye değil, ABD’nin kirli emellerine hizmet ettiği artık bilinen bir gerçektir. Gerçekten de, zaman içinde bu gizli yapılanmanın varlığı ve ülke içindeki uygulamaları, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada tartışılmış ve sorgulanmıştır. Artık bu ve benzeri yapılanmalarla, üstü örtülü operasyonlarla, kirli emellere hizmet edenler ve ülkeyi içinde bulunduğu bu sancılı günlere getiren emperyalist yamakları, onların yerli işbirlikçileri, ortaya çıkarılmalı ve cezalandırılmalıdırlar.

Diğer taraftan; Talat Turhan’a yönelik saldırlar, O’nu, asla yıldırmamış aksine güçlendirmiştir. Günümüzde pek çok gazeteci ve yazar onun hakkında övgülerle bahsetmekte ve gerçek kişiliğini kamuoyuna sunarak, haklılığını ortaya koymaktadır. Ertuğrul Alatlı, O’na ait övgüleri şu şekilde aktarmaktadır:

Çağdaş bir İttihat ve Terakki Subayı; kaya gibi Kemalist ve ödün vermez bir devrimci; sapına kadar Atatürkçü ve ilerici; sağlam inançlı ve kişilikli; sözünün eri bir emekli subay; 12 Mart’ın en ıstıraplı uygulamalarına hedef olmasına rağmen başını hiç esirgemeyen inançlarından ödün vermeyen bir kişi…1

Sadece Türkiye’deki araştırmacılar değil, dünyadaki diğer araştırmacılardan da benzer övgüler almaktadır. NATO’nun Gizli Orduları adlı eserin sahibi İsviçreli akademisyen Daniele Ganser, Türkiye’deki derin devlet yapılanmasını, Talat Turhan sayesinde ortaya çıktığını ifade etmek­tedir:

… Türkiye’den çok az kişi meseleyi açıkça dile getirme cesaretini gösterebildi. Bu cesareti gösterebilenlerden biri Talat Turhan’dı. Talat Turhan, 1960 darbesinde yer alan isimlerden biriydi. Dört yıl sonra ordudan, Topçu Kurmay Yarbay rütbesiyle emekliye sevk edildi. Türk emniyet sisteminin en karanlık sırları hakkında konuşmayı sürdürdüğü için, 1971 Darbesi’nden sonra ordu, Talat Turhan’ı ortadan kaldırmaya çalıştı ve Kont-Gerilla işkencesine maruz kaldı. Daha o zamanlar Turhan şu açıklamada bulunmuştu: “Bu NATO ülkelerinin gidi birimidir” Ancak, 1970’lerin soğuk savaş konteksinde kimse Turhan’ı dinlemeye yeltenmedi. Kontrgerilla işkencesinden sağ kurtulan Turhan yaşamını, kontrgerillanın gizli ordusunu ve Türkiye’deki örtülü faaliyetlerini araştırmaya adadı…2

Can Dündar, Celal Kazdağlı ile birlikte yazmış olduğu Ergenekon isimli eserde, Talat Turhan gibi aydınların uyarılarını dikkate almayan Türkiye’nin, 20 yıl kaybettiğini ileri sürülmüştür:

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu, bu ülkenin Doğan Öz gibi cesur savcıları, Talat Turhan gibi gözü pek askerleri ve Cevat Yurdakul gibi dürüst polisleri ve Uğur Mumcu gibi yürekli gazetecileri daha 20 yıl önce gözler önüne sermişlerdi, onlara sahip çıkmadık ve tam 20 yıl kaybettik..3

Talat Turhan ise, son yıllardaki “Derin Devlet” yapısının tamamen değiştiğini belirterek, “Kontrgerilla” yapılanmasının görevinin sona erdiğini açıklamış ve “Derin Devlet”i yeniden tanımlamıştır. O’na göre, eski derin devlet yapılanması işlevini bitirmiş ve tasfiye edilmiştir. Yeni Derin Devlet yapılanmasının içinde “İşbirlikçi Sermaye, Kürt-İslamcı Tarikatlar, Ayrılıkçı Azınlıklar ile Soros Destekli Sivil Toplum Örgüt ve Kuruluşlarının olduğunu ileri sürmektedir. Dahası, bu örgütlü yeni oluşumun, Siyonizm bağlamında ABD’nin “Derin Dünya Devleti’ne bağlı olarak çalıştığını ifade etmektedir.4

Gerçekten, araştırıldığında uluslararası bağlantıları olan bu yeni oluşuma yeni görevler verildiğini tespit etmek zor olmayacaktır. 1980 sonrası siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, teknolojik ve askeri politikalar bunun en önemli kanıtıdır. Bu politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Bağımsız yargı başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin en güvenilir kurumlarını yıpratmaya, etkinliğini azaltmaya ve ‘Ulus Devlet’i yıkmaya ve parçalamaya yöneliktir. Bunun yanında; Soğuk Savaş döneminde ABD tarafından kullanılan ve desteklenen aşırı sağ kadrolardan işlevi bitenlerin deşifre edilmesi ve temizlenmeye çalışılması da hedef saptırmaya yöneliktir.

Sayın Turhan; 1980’li yıllardan sonra derin devletin uluslar arası bağlantıları araştırmaya başlamış; küreselleşme döneminde, yeni gizli yapılanmaları ile “Derin Dünya Devleti”nin varlığını ortaya çıkarmıştır. Dahası, Derin Dünya Devletine bağlı olarak çalışan uluslar üstü üç kuruluşu da, tespit etmiştir. Bunlar ABD ve Dünya politikaları üzerinde belirleyici rolü olan “Uluslararası Dış ilişkiler Komisyonu (CFR), Bilderberg Grup (BG) ve Trilateral Komisyon (Üçlü Komisyon)” adlı kuruluşlardır.

Bu üç örgüt ABD ve dünya politikalarını belirlemektedir. Bu kuru­luşların hepsinin ayrı bir coğrafyası, ayrı bir ilgi alanı vardır. ABD’de ve Dünya’da uygulanacak politikaları CFR, Avrupa da uygulanacak politikaları Bilderberg; Asya’da uygulanacak politikaları da Trilateral Komisyon tespit etmektedir. “Yeni Derin Devlet” yapısını oluşturan ve dünya ölçeğinde görev yapan bu gizli yapılanmaların hedefi “Yeni Dünya Düzeni”nin tesis edilmesidir. ABD güdümündeki, ulusal ölçekte yeniden yapılandırılan “Yeni Derin Devlet’in görevi de, ulus devletlerin yıkılmasına yöneliktir.

Uluslar üstü ölçekte yapılanan bu kuruluşların, ürettiği politikaların uygulanmasına ise; ABD yönetimi karar veriyor gibi görünse de, aslında kararı “Round Table” adlı örgütün karar verdiğini ileri süren Talat Turhan; bu örgütte yaklaşık on, onbeş kişinin bulunduğunu ve hepsinin Yahudi kökenli ve Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ)’in sahibi olduğunu tespit etmiştir ki, uluslararası tüm ticaret, (bankalar, petrol, silah, değerli maden, yiyecek, içecek, giyim gibi) bu zengin Yahudi işadamlarının ya elinde yada kontrolü altındadır. Round Table’in Başkanlığını ise, Rockefeller Ailesi’nden David Rockefeller yapmakta ve “Küresel Çar” olarak adlandırılmaktadır. Tüm dünyada yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, askeri ve teknolojik üstü örtülü operasyonlara bu örgüt karar ver­mektedir.

Sayın Talat Turhan; Derin Dünya Devleti’nin diğer bir ifade ile Yeni Dünya Düzeninin ideologlarının ileri sürdüğü tartışmaları analiz ederek Yeni Dünya Düzeni’nin hedeflerini açıklamıştır:

—Ekonomik ve stratejik bölgelerin ele geçirilmesi (Yeni Emper­yalizm),

—Tek dünya pazarının oluşturulması (Küreselleşme),

—Devlet ve Yönetim Sistemlerin değiştirilmesi (Liberalleştirme),

—Ulus Devletlerin parçalanması (Yeni Faşizm),

—Etnik Kökene Dayalı Site Devletlerin Kurulması (SSCB, Yu­goslavya’nın parçalanması, Irak’ın parçalanarak Yeni Ortadoğu Haritası’nın Çizilmesi gibi, Mikro Milliyetçilik),

—Birleşik Devletlerin Oluşturulması (Amerika Birleşik Devlet­leri, Avrupa Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri, Or­tadoğu Birleşik Devletleri, Asya birleşik devletleri gibi, makro milliyetçilik),

—Tek Dünya Devletinin kurulması.

Tüm bu hedefler; Emperyal devletler için bütünleşmeyi, ulus devletler için parçalanmayı öngörmektedir. Yeni Dünya Düzeni ideologlarından ABD Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in düşleri, Talat Turhan’ı haklı çıkarmaktadır:

…20’nci yüzyılda, hiçbir toplum, ABD kadar başka devletlerin içişlerine karışmama ilkesinde ısrarlı veya kendi değerlerinin bütün dünyaca uygulanması düşüncesine de onun kadar ateşli olmamıştır.

…Amerika’nın aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni normal düzen olarak öngörmektedir.

Dahası, bu ideolog daha da ileri giderek, kurallara göre oynamayan ülkeleri tehdit etmiştir:

…Birleşik devletler dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terk edip, O’nun uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse barış ve refaha kavuşabilir.5

Bu tehditkâr sözler; 21. yüzyıl uluslararası ilişkilerin çerçevesini belir­lemektedir. Yeni bin yılda, dünya barışını tehdit eden unsurlar yeniden belirlenmiş, sözde insan haklarına, çok kimliliğe, çoğulcuğa, katılımcığa, evrensel demokrasiye, dünya barışına ve istikrarına, uluslararası hukuka ve ticarete karşı gelen devletler tehdit olarak kabul edilmiş; ‘Yeni Dünya Düzeni” (YDD) olarak tanımlanan bu düzenin, tarihe Amerikan Barışı (Pax Amerikan)’ olarak geçeceği iddia edilmiştir. Oysa bugün “Amerikan Barışı”nın (!) nasıl bir barış olduğu Yugoslavya, Irak, Afganistan ve Lübnan’da görülmektedir. Yeni Dünya Düzeni senaryoları kapsamında devreye sokulan “Haydut Devletler Stratejisi” ile Amerika’nın Yeni Yüzyıl Projesi” dünyayı kana bulamıştır. Ne yazık ki bugün, uluslar arası kamuoyunun itirazlarına rağmen ABD Emperyal politikalarına devam etmektedir. Pax Amerikan idealinin arkasından ortaya atılan “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) nin açıklanması ile birlikte, BOP’a dâhil edilen ülkelerde ard arda yapılan şok ve dehşet uygulamalı işgaller ve ‘kadife ve turuncu devrimler’ de operasyonların diğer bir yönüdür. Ancak ABD, Irak bataklığında bocalamakta, kaçış yöntemleri aramaktadır.

Şer Ekseni’ne dâhil edilen ülkelerden İran, Suriye ve Kuzey Kore’ye yeni bahanelerle müdahalesi güçleşecek gibi görünüyor. Bu ülkelerden sonra da sıra, Aday Asi Serseri Devletlere gelecektir ki, Türkiye bu ülkeler içinde yer almaktadır.

İşte Talat Turhan, gelecek ile ilgili uyarılarım yine yapmaya devam etmektedir. O’na göre, Yeni Dünya Düzeninin “Mihenk Taşı” Türkiye hedefe ulaşmak için ortadan kaldırılmak zorundadır. Bu amaçla yıllardan beri etnik sorunlar ve çatışmalara destek verilerek Türkiye yıpratılmaya çalışılmaktadır. ABD Başkanı Bush’un söylemleri de, bu yöndedir: Bu bir haçlı seferidir! Bu nedenle, ABD’nin BOP Projesi, “3. Şark Meselesi” olarak değerlendirilmelidir. Çünkü “2. Şark Meselesi” Osmanlıyı parçalamış ama M. Kemal Atatürk önderliğindeki “Anadolu İhtilali” ile yanda kesilmiş ve mazlum ülkelerin mücadelelerine de ışık olmuştur.

Bu nedenle; 21’nci yüzyılın “Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme Politikalarını engelleyen tek düşünce sistemi olan “Kemalizm” yok edilmeye çalışılmakta; bu nedenle “Kürt-İslamcılar”la işbirliği yapılmaktadır. Yenidünya düzeninin mimarlarından CIA istasyon şefi Paul Henze’nin:

Atatürk ilkeleri YDD ile ölmüştür. Nurcular ileridir. Nakşibendilik geriye dönük değildir. Yeni Dünya Düzeni içinde Türkiye’nin yeri Ilımlı İslam’dır. Kemalizm bırakılmalıdır. Batının çıkarı, Türkiye’nin Batı ile değil, Ilımlı İslam’la bütünleşmesindedir.6

sözleri; CIA ajanı Graham Fuller’in:

Batı, Fethullah Gülen gibi örnekleri görünce çok umutlanıyor. Çünkü, Gülen, modern devlet ve toplumda İslamın rol oynaması konusunda geniş bir vizyonu temsil ediyor.7 sözleri bu tezi kuvvetlendirmektedir. Nitekim Atlantik Ötesiyle ittifak kuran Hıristiyan Batı’nın öncelikli hedefi, Atatürk’ü ve O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni tamamen ortadan kaldırarak yerine; “İsviçre Kanton Modeli” veya “İtalyan Birlik Modeli” gibi federal bir yapıyı ortaya çıkarmak8 olacaktır.

Bu gerekçelerle, Yeni Dünya Düzeni İdeologlarımdan Graham E. Fuller, Ian O. Lesser ile birlikte yazdığı “Kuşatılanlar, İslam ve Batı’nın Jeopolitiği” adlı kitapta, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal Atatürk, açıkça hedef gösterilmektedir:

…Modern Türk devletinin kurtarıcısı ve kurucusu olan, Türkiye’yi önceden belirlenmiş Batılı bir mecraya sokan Mustafa Kemal Atatürk, birçok Müslüman’da ikili kararsız duygular yaratır. Doğrudur, 1920’lerin başlarında Atatürk, Üçüncü Dünya’nın en başarılı ‘ulusal kurtuluş hareketleri’nden birini başlatmıştır, ama Müslüman geçmişi ve pek çok ‘İslami değeri’ açıkça reddeden bir harekettir bu. Üstelik Atatürk, ‘Sünni İslam Dünyası’nın manevi liderliğini ‘Hilafet’i kaldırmıştır. O zamandan beri de Sünni aleminde tanınmış bir lider yoktur. Roma Katolik Kilisesi’ndeki papalığın kaldırılmasına benzetebilecek olan bu hareket ‘İslam’ın otoritesi ve evrimi’ açısından sakatlayın olmuştur. Yine de, bu adım, Batılı bir güç tarafından atılmadığı halde, birçok İslamcının gözünde Batılılaşma adımıdır; Batılıların alkışları arasında, İslam’a doğrudan zarar vererek gerçekleştirilmiştir. Birçok Müslüman yorumcuya göre, burada hedef bir bütün olarak İslam kurumunu ve onun kültürel mirasını zayıf düşürmektedir.’

Graham E.Fuller; yıllarca ABD Dışişleri Bakanlığında, CIA’de ve CIA’nın Ortadoğu Masası Şefliğinde görev yapmıştır. Halen RAND adlı Think-Tank kuruluşunda çalışmaktadır. Yeni Dünya Düzeni’nin en etkili ideologlarından biri ve soğuk savaş Dönemi’ndeki  “Yeşil Kuşak Projesi”nin hazırlayıcıdır; Bernard Lewis ile birlikte “Büyük Ortadoğu Projesi”nin de mimarı, “Ilımlı İslam” projesinin sahibidir, bu nedenle, ileri sürdüğü her tez titizlikle incelenmelidir.

Görülmektedir ki, Talat Turhan’ın, 40 yılı aşkın bir süre ortaya koyduğu tüm tespitlerin gerçekliği kanıtlanmaktadır. Bu nedenle; uyarılan bir defa daha dikkate alınmalı ve ulusal politikalara geri dönülmelidir. Aksi takdirde, Türkiye’nin parçalanması ve yerine etnik kökene dayalı devletlerin kurulması gerçekleşecek ve bu küçük sömürge devletler “Ortadoğu Birleşik Devletleri”ne bağlanacaktır.

Bu nedenle; Kemalist-Devrimci, Kemalist-UIusalcı Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan daha dikkatli incelenmeli; ömrünce hiç önüne eğmediği başı, tüm çabalara karşı hiç bükülmeyen bileği, yıllarca hiç taviz vermediği devrimci kişiliği saygıyla anılmalıdır. Çünkü artık bütün Ömrünü yılmadan inandığı değerler uğruna tüketecek insan bulmak gerçekten çok zordur. Dahası, Başta büyük Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları olmak üzere, bu topraklar için gözlerini kıpmadan şehit olanlara karşı borcumu unutmayalım. Çünkü bugün ortadan kaldırılmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları kanla bedel ödenerek çizilmiştir. Bu mirası korumamak, vatana en büyük ihanettir.

Son olarak, Nazım Hikmet’in, Kurtuluş Savaşı Destanı’nda ifade ettiği gibi, uyanmalı ve mücadele etmeliyiz!…

Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri…

Mezardan çıkmanın vaktidir

Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri

Sakarya’da, İnönü’de, Afyon’dakiler

Dumlupınar ‘dahiler de elbet

Ve de Aydın’da Antep’te vurulup düşenler

siz toprak altında ulu köklerimizsiniz

Yatarsınız al kanlar içinde

Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri

Siz toprak altında derin uykulardayken

Düşmanı çağırdılar

Sarıldık uyanın!

Biz toprak üstünde derin uykulardayız

Kalkıp uyandırın bizi

Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri

Mezardan çıkmanın vaktidir!10

Kaynakça ve Açıklamalar

1.Ertuğrul Alatlı, 9 Mart 1972, Alfa Yayınları, İstanbul, Ekim 2002, Sf.:285-286

2.Daniele Ganser, NATO’nun Gizli Orduları, Glaido operasyonları, Terörizm ve Avrupa Güvenlik İlkeleri, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 1’nci Baskı, Ekim 2005, Sf.:400

3.Can Dündar ve Celal Kazdağlı, Ergenekon, İmge Kitapevi, Ankara, 1’nci Baskı, Temmuz 1997, sf: 93–94

4.Talat Turhan, Derin Devlet, İleri Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, Nisan 2006, sf. 38

5.Henry Kissinger; Diplomasi; Çeviren: İbrahim H.Kurt; Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları; İstanbul; Ocak 2002; 3’ncü Baskı; Sf.: 9-10

6.Cengiz Özakıncı; Osmanlıdan Günümüze İslam Üzerine Emperyalist Oyunlar, Türkiye’nin Siyasi İntihan, Yeni Osmanlı Tuzağı; Otopsi Yayınları; İstanbul; 3’ncü Baskı; Nisan 2005; Sf.: 265

7.Cengiz Özakıncı; Osmanlıdan Günümüze İslam Üzerine Emperyalist Oyunlar, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı; Otopsi Yayınlan; İstanbul; 3’ncü Baskı; Nisan 2005; Sf.: 266

8.Arslan Bulut;  “Küresel Haçlı Seferi”,  Yöneten:  Attila İlhan, Bir Millet

Uyanıyor:5, Bilgi Yayınevi, Ankara, Birinci Baskı, Ekim 2005, Sf.:39

9.Graham E.Fuller O. Lesser, Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Sabah Kitaplar

  1. Nâzım Hikmet Ran, Kurtuluş Savaşı Destanı

İçindekiler
Yeni Baskıya Önsöz (Yargıç gözüyle)……………………………………………………………. 11
Üçüncü Baskıya Önsöz………………………………………………………………………….. 20

  1. Bölüm

Bomba Davası’nın Oluşturulması ve Sonuçlanması…………………………………………… 29
Yargılayanları Yargılıyorum…………………………………………………………………….. 31
Bomba Davasının Oluşturulması ve Sonuçlanması……………………………………………… 40
Bomba Davası Kronolojisi……………………………………………………………………… 53

  1. Bölüm
    Politik Savunma………………………………………………………………………………. 61
    Bomba Davasında Politik Savunma……………………………………………………………. 63
    Yeşil Bereliler………………………………………………………………………………….. 95
    “Atatürk, İhtilal Terimini Severdi”…………………………………………………………….. 115

III. Bölüm
Yazılı Sorgu ve İşkence……………………………………………………………………….. 171

  1. Bölüm
    Hazırlık Soruşturmasının Eleştirisi…………………………………………………………….. 273
  2. Bölüm
    Dilekçeler, Mektuplar, Belgeler………………………………………………………………… 359
  3. Bölüm
    Yankılar…………………………………………………………………………………………. 407
    Sonsöz (Bilirkişi gözüyle)……………………………………………………………………….. 520

Ekler……………………………………………………………………………………………… 529
Savunmamın Tümünün İçindekileri……………………………………………………………….. 531
Talat Turhan’la İlgili Savlar……………………………………………………………………….. 533
Esirlerin Sorguya Çekilmesi ve Düşmanın Sorguya Çekmesine
Mukavemet………………………………………………………….……………………………………………………. 535

Resimler………………………………………………………………………………………….. 541

Belgeler Çizelgesi
1. Vekâletname…………………………………………………………………………………… 361
2.  1 Numaralı Askeri Mahkeme’nin Kaldırılması Hakkında Yazı…………………………………… 363
3.  1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Kaldırılması Hakkında Yazı……………………………….. 365
4. MİT’in Talat Turhan Hakkındaki Tutuklama Kararı……………………………………………… 367
5. Talat Turhan’ın Avukatı Alp Kuran’ın
Orgeneral Faruk Gürler’e Yazdığı Mektup………………………………………………………….. 368
6. “Türk Devletinin Geleceğini
Ağır Bir Tehlikeye Düşürecek Nitelikte
Kanun Dışı Gizli Örgüt Uygulamaları” Hakkında Gönderilen Dilekçe……………………………….. 371
7. Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı’na
Sunulmak Üzere Yazılan Mektup…………………………………………………………………… 372
8.  3 No.lu Askeri Mahkeme Başkanlığına Sunulan
“Numan Esin’in Sorgusu” Hakkında Dilekçe………………………………………………………… 376
9. Bülent Ecevit’e Gönderilen “İşkence” Konusunda 380 Kelimelik Telgraf…………………………. 378
10. Bülent Ecevit’e Yazılan Mektup………………………………………………………………… 379
11. Talat Turhan’ın Af Kanunu Kapsamı Dışında Kalma Başvurusu…………………………………. 381
12. İşkence İddialarının Tespiti Hakkında Dilekçe…………………………………………………. 383
13. Em. Kur. Alb. Faruk Ateşdağlı’nın
Beşiktaş 3. Noteri Kanalıyla Alınan İfadesi…………………………………………………………. 386
14. Faruk Ateşdağlı’nın İfadesi Hakkında Dilekçe………………………………………………….. 389
15. Cumhuriyet’te Yayınlanan
“Türün’den Cevap Bekliyorum” Başlıklı Yazı………………………………………………………… 394
16. Talat Turhan, Sadi Koçaş ve Memduh Ünlütürk’e Cevap Veriyor:
Kontrgerilla Gerçeği…………………………………………………………………………… 395
17. Remzi Şirin’in Talat Turhan’a Yazdığı Mektup………………………………………………….. 396
18. Talat Turhan’ın Remzi Şirin’e Yanıtı……………………………………………………………. 398
19. Atamer Erol’un Mahkemedeki Sorgusu………………………………………………………….. 400
20. Bomba Davası Gerekçeli Hükmü………………………………………………………………… 402

Yankılar Çizelgesi
1. Talat Turhan – Cevdet Sunay’a Açık Mektup…………………………………………………….. 409
2. Çetin Altan – Asker Dostların İlginç Açıklamaları………………………………………………… 415
3. İlhami Soysal – Bu Vatan Kimin………………………………………………………………….. 420
4. Rüştü Erdelhun – Talat Turhan’a Yanıt………………………………………………………….. 423
5. Alp Kuran – Kutudaki Akrep……………………………………………………………………… 425
6. İlhan Selçuk – Tür……………………………………………………………………………….. 431
7. İlhan Selçuk – Gizli Örgüt………………………………………………………………………… 434
8. İhsan Sabri Çağlayangil – 12 Mart’ta CIA Vardır…………………………………………………. 437
9. Orsan Öymen – 12 Mart CIA-MİT İlişkileri……………………………………………………….. 438
10. Uğur Mumcu – Kim, Kimi Doğruluyor…………………………………………………………… 444
11. İlhan Selçuk – Talat Turhan’ın Kitabını Okuyun…………………………………………………. 447
12. Güldal Kızıldemir, Sabir Yücesoy (Nokta Dergisi)
Aydınlanmayan Olaylar: Bomba Davası-Yıldızlar Savaşı……………………………………………… 450
13. Turgut Sunalp – Sorgu Sırasında Köşkteydim………………………………………………….. 460
14.  Celil Gürkan – Komutanlar İşin Başındaydı…………………………………………………….. 465
15. Talat Turhan – Türk Silahlı Kuvvetleri Gizli Örgütü ve Muhsin Batur…..………………………… 471
16. Talat Turhan – Bomba Davası Gerçeği…………………………………………………………. 482
17. İlhami Soysal – Bomba Davası’na Sunuş………………………………………………………… 494
18. Uğur Mumcu – Bir Öykü………………………………………………………………………… 497
19. İlhan Selçuk – Faik Türün’ün Alnındaki Damga!………………………………………………… 500
20. Talat Turhan – Nazlı Ilıcak’a Mektup……………………………………………………………. 503

Resimler Çizelgesi
1. Bomba Davası sanıkları bir duruşma esnasında………………………………………………….. 543
2. “İddianamede Köprü’nün uçurulması ileri tarihe bırakıldı deniyor”
(5 Ocak 1975, Hürriyet)…………………………………………………………………………….. 544
3. Talat Turhan Bomba Davası’nın oluşumunu anlatırken……………………………………………. 545
4. Bomba Davası’nda örgüt şeması………………………………………………………………….. 546
5. Bomba Davası stratejisi………………………………………………………………………….. 547
6. Mehmet Sönmez’in çizimiyle
Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi G Koğuşu………………………………………………………… 548
7. “Talat Turhan’ın Cevdet Sunay’a açık mektubu”…………………………………………………… 549
8. Cemal Tural’a 5 Aralık 1965 tarihinde yazılan mektup…………………………………………….. 550
9. Nevzat Çizmeci’nin Emniyet İrtibat Müşavirliği’ne yazdığı yazı……………………………………. 551
10. Talat Turhan’ın Tercüman gazetesine gönderdiği açıklama  …………………………………….. 552
11. Nazlı Ilıcak’a gönderilen açıklamanın Tercüman’da yayınlanmış hali……………………………… 553
12. Muhtıra’nın verilmesinden hemen sonra
Tağmaç ve Batur Çankaya Köşkü’nden çıkarken……………………………………………………… 554
13. Süleyman Demirel Muhtıra’nın ardından
Çankaya sokaklarında yalnız başına dolanırken………………………………………………………. 555
14. “General Tevfik Türüng bizzat bana işkence yapmıştı”
(Yeni Halkçı, 18 Kasım 1973)………………………………………………………………………… 556
15. “Görüş” dergisinde işkence ile ilgili fotoğraf…………………………………………………….. 557
16. “İşkence Dosyası” (Yeni Halkçı, 14 Kasım 1973)…………………………………………………. 558
17. “Ben bir işkenceci idim.” (Yeni Ortam, 18 Kasım 1974)………………………………………….. 559
18. “Elektrik işkencesi yapılırken başımda Ümit Erdal bulunuyordu.”
Yeni Halkçı, 21 Kasım 1973…………………………………………………………………………… 560
19. Yekta Güngör Özden: “İşkence devlete kötülük, ihanettir.”
Yeni Halkçı, 3 Aralık 1973……………………………………………………………………………. 561
20. Bomba Davası Savunma 1. Cilt (1. Baskı, Ocak 1986)……………………………………………. 562
21. Bomba Davası Savunma 2. Cilt (1. Baskı, Temmuz 1986)………………………………………… 563
22. “Kontrgerilla cumhurbaşkanlarına da görev yükler”
(Nokta, 13-19 Aralık 1992)……………………………………………………………………………. 564 

 

Etiketler
BENZER YAZILAR
SARMAŞIK

1 Haziran 2017

DİRENİŞ

1 Haziran 2017

Derin Devletin Peşinde

1 Haziran 2017

Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....