CIA’NIN CHP’Yİ TASFİYE PLANI
CIA’NIN CHP’Yİ TASFİYE PLANI
TÜRKSOLU – SAYI:74 – 24 OCAK 2005
TALAT TURHAN
Talat Turhan’ın CIA-MİT ilişkisi, işkence, anarşik olaylar ve siyasi cinayetlerle ilgili olarak CHP’ye verdiği rapor / 1 Mayıs 1976 (İlk kez yayınlanıyor)
CIA’nın CHP’yi tasfiye planı
Giriş
Ziverbey Köşkü işkencecilerinin CHP’yi suçlamak için özel bir çaba içinde olduklarını algılamam, sorunun daha da üzerine gitmeye zorladı beni.
Bu nedenle 12 Mart döneminin onbinlerce sayfa tutan dava dosyalarını araştırdım. Özet bir sonuca vardım ve bunu 1975 yılında savunmamla birlikte Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açıkladım. Kanıma göre ABD emperyalizmini 12 Mart yarı askeri darbesi tatmin etmemişti. İlerde bir dönem gelecek; 27 Mayıs tam tasfiye edilecek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin radikal kesimi tam tasfiye edilecek, CHP kapatılacak, Atatürkçü demokratik sol görüş tasfiye edilecek ve faşist bir düzen kurulacaktı.
Nitekim beş yıl sonra 1980 askeri darbesi tahminimi bütünüyle doğruladı.
Neden CHP düşman seçilmişti? Çünkü, antikomünist görüşle beyinleri yıkananlar için, sosyalizm ile sosyaldemokrasi koşuttu. Bu nedenle Ecevit ve CHP’nin üzerine gidiliyordu.
Nitekim ÖHD’de görev yapmış emekli Yarbay Hüseyin Yakış bir gazeteye yaptığı açıklamada “ÖHD Türk toplumunun ÖHD’si olma vasfını kaybetti. Çünkü kuruluşunda sağcı bir temel üzerine kuruldu. Mukavemet personeline dersler verilirken bazı sözler söylenmiştir. Örneğin, komünist mihraklar vardır, bunlar dernekler, sendikalar, siyasi partilerdir, hatta bunlar içinde Atatürk’ün kurduğu parti de var. Böylece belirli bir siyasi görüşün ideolojisine sahip çıkmış görünmektedir.”
Yakış, örgütün içinden gelen çok önemli bir tanıktır. CHP’yi suçlayıcı dersler verildiğini açıklamaktadır. Buna karşın örgüt elemanlarına benimsetilmeye çalışılan ideoloji faşizm ile bağdaştırılabilir. Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen ülkelerde, faşist anlayışla yetiştirilen örgütlere yer verilmesi nasıl açıklanabilir?
Bu anlayışın benimsetildiği paramiliter örgütler, partiler ve militanlar CHP’yi ve CHP’lileri Gayrinizami Savaş kapsamında “İç Komünistler” olarak kabul etmiş ve onlarla mücadele etmeyi “vatanseverlik” saymışlardır. AP’nin de bu anlayışa, o dönemde, destek verdiğini görüyoruz. Emekli olduktan sonra AP tarafından İstanbul’dan Senatör adayı gösterilen Org. Türün seçilemeyince, daha sonra Manisa milletvekili adayı gösterildi. Bu kişi yaptığı seçim konuşmasında CHP’yi “komünizm ve anarşinin destekçisi ve teşvikçisi olmak”la suçladı. Türün’ün açıklaması, 1975 yılında öne sürdüğüm “CHP kapatılacak” savımın iki yıl sonra doğrulanması anlamına geldiği gibi, Ziverbey İşkence Köşkü’nün ne amaçla kurulduğunu gösterecek bir denek taşı kabul edilmelidir.
Kuşkusuz bu görüşte Türün yalnız değildi. Nitekim Demirel de aynı dönemde “Cumhuriyet Halk Partisi’ni anarşi ve komünizmi sessizce teşvik etmekle” suçlamakta ve Türün’ü savunmaktadır: “Halk Partisi Genel Başkanı devletin verdiği görevi şerefle yapan İstanbul eski Sıkıyönetim Komutanını faşist ilan ediyor, böylece Halk Partisi Genel Başkanı’nın maskesi bir defa daha düşmüştür. Faşist dediği general ne yapmıştır? Ülkeyi rahatsız edenleri, görev gereği tesirsiz hale getirmek için kanunların verdiği yetkiyi kullanarak hizmet yapmıştır.”
Demirel bu sözleriyle sırf Türün’e değil, onun üzerinde yoğunlaşan Ziverbey İşkence Köşkü uygulamalarına dolaylı da olsa arka çıkıyor. Aynı anlayışın bir uzantısı olarak AP milletvekili Müfit Bayraktar “Komünistlere karşı Türk devletini korumak için mücadele unsuru olan bir kuruluş ise Kontrgerilla teşkilâtı mubahtır” diye açıklama yapıyordu.
Ziverbey İşkence Köşkü’ndeki Kontrgerillacıların katkısı ile CHP’nin kapatılmasına çalışanlar, günün birinde kendi partilerinin de kapatıldığını gördüklerinde şaşkına dönmüşlerdir. Ama iş işten geçmiştir. Bugün geçmişin bu olumsuz tavırlarından ders alınmış olduğu görülüyor. Demokrasi adına bu gelişmeyi saygı ile karşılıyoruz. AP ile CHP arasında her konuda olduğu gibi Kontrgerilla konusunda da kısır çekişmelerin sürdüğü bir dönemde Ankara’ya giderek Ecevit ile görüşüp bilgilendirmek istedim. Bu amaçla ilk önce özel kalem müdürü Galip Uzun ile görüştüm. Kendisine Özel Savaş, Gayrinizami Savaş ve Kontrgerilla Harekatı’na ilişkin bazı resmî ABD ve Türk belge ve yapıtlarını gösterdim. Bana yanıt olarak, Ecevit’in ertesi gün akşam Libya’ya gideceğini, bütün gününün dolu olduğunu, bu nedenle Libya dönüşünü bekleyip bekleyemeyeceğimi sordu. Dönmek zorunda olduğumu söyledim.
Ertesi gün Ecevit’e göstermek üzere belgeleri benden istedi. Memnuniyetle verdim. Ertesi akşam buluştuğumuzda benden özür dileyerek, fotokopi çektiklerini söyledi. İlaveten, Ecevit adına Deniz Baykal ile görüşüp görüşemeyeceğimi sorunca kuşkusuz kabul ettim.
Ecevit’in önerisi üzerine Baykal ile, Baykal’ın önerisi ile de Süleyman Genç ile birkaç saat görüşerek, bu konuda bildiğim gerçekleri kendilerine aktardım. Bir kopyası Ecevit’e sunulmak üzere benden yazılı bir rapor istediler. İsteklerini yerine getirdim.
Ecevit, Libya dönüşünde Cumhurbaşkanı Korutürk’ü ziyaret etti. O günkü radyo ve TV haberlerinde Ecevit’in Korutürk’e ‘özel istihbarat’ verdiğinden söz ediliyordu.
Ecevit bugüne kadar yaptığı açıklamalarda benim ismimi özenle gizlemeye çalışmıştır. Bu nedenle özel istihbaratın benim belgelerimin fotokopisi olup olmadığını bilmiyorum. Gerçi Ecevit’e 1974 yılında ÖHD konusunda bir brifing verilmişti ama, bu brifingde kendisine ÖHD’nin sivil uzantısı “vatanseverler”den oluşan örgütün şemasının gösterilmiş olduğunu sanmıyorum. Benim özel kalem müdürüne verdiğim belgeler arasında ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimnamesi de bulunuyordu. Anılan talimnamede Yeraltı Örgütü’nün şeması gösteriliyor ve bu örgütün “yasalara bağımlı olmadığı” da açıklanıyordu.
CHP’ye sunduğum raporun bir kopyasını da Uğur Mumcu’ya vermiştim. Mumcu ve İlhan Selçuk geçen yıl yazdıkları makalelelerde anılan rapordan söz ettiler.
Rapor:
Genellikle kamu kuruluşları legal örgütlerden oluşurlar. Buna karşın bu örgütlerin felsefesinin, devletin temel politika ve felsefesini yansıtmak durumunda ve zorunluluğunda olacağı da bir gerçektir. Tarih boyunca her konuda, belirli sistemler içinde dahi sapmaların olabileceği görülmüş, bu nedenle de bir yandan iktidar güçleri birbirlerinden bağımsız organlar arasında bölüştürülürken, bir yandan da söz konusu sapmaları önlemek için kuvvetler arasındaki dengeler anayasalarla kurulmaya çalışılmış, bunun organları ve yaptırımları beraberinde getirilmeye çalışılmıştır.
Bir Kurtuluş Savaşı ürünü olan 1921 ve 1924 Anayasalarının “kuvvetler birliği” ilkesini benimsemiş olmalarına karşın, özellikle çok partili dönemde liberal ekonomiye aşırı teslimiyetin doğal sonucu olarak Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma özlemleri kuvvetler birliği sistemi içinde millî irade kavramının yanlış bir değerlendirmeye tabî tutulması ve o dönem iktidarlarını bir parlamenter diktaya gitmesi olgusu 27 Mayıs 1960’la noktalandı. Bir tepki anayasası olan 1961 Anayasası, 27 Mayıs öncesi anayasal düzenin tam karşıtı ve Montesqiue’dan bu yana benimsenen kuvvetler ayrılığı ilkesini getirmiş olmasına karşın, Türk kamuoyunun yüzde 68 onayını almıştı.
1960’dan bu yana olan gelişmeler Türkiye’yi küçük Amerika yapma özlemi içindeki politik güçlere daha da etkenlik kazandıracak bir oluşum göstermesi ve daha önemlisi 1961 Anayasasının getirdiği göreceli özgürlük ortamının devrimci sınıfları bilinçlendirmiş olması, özellikle 1965’den sonraki iktidarların uzun vadeli politik çıkar ve hedeflerini gerçekleştirme çabaları 1961 anayasasını tebdil, tağyir ve tahribe yöneldi. Söz konusu politik güçler ilk etapta anayasa değişikliklerini maşalar kullanarak gerçekleştirmeyi başardılar.
Türkiye’nin başarılı Kıbrıs harekatından sonra devrilen CIA uşağı Yunan generalleri çeşitli suçlardan yargılanmış, Yunan gizli servisi KYP’nin CIA ile ilişkileri yanında, Yunan kontrgerillası ESA örgütünün de CIA ile ilişkileri ortaya çıkmıştır. Bu örgütlerin de tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ‘sosyal uyanışı önlemek’ ve ABD yanlısı düzeni yaşatmak amacıyla işkence yaptıklarını ve her türlü kışkırtıcılığı teşvik ettikleri yargılama sonucu anlaşılmıştır. Eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in CIA ile MİT ilişkisi konusunda yaptığı açıklama, Türkiye’de devrimciler tarafından uzun süredir öne sürülen aynı doğrultudaki iddialara yeni boyutlar kazandırmış, konunun Meclis’e aktarılmasını zorunlu kılmıştır.
Türkiye’nin bugün içine itilmek istendiği siyasal cinayetler dönemi dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanmaktadır. Genellikle böyle bir döneme itilen ülkeyi Amerikan yanlısı bir düzen değişikliği izlemektedir. Bunun en somut örneği, bugün Arjantin’de görülmektedir. Bir yıllık gazete koleksiyonları karıştırıldığında, ABD devlet başkanının, dışişleri bakanının ve CIA başkanlarının müdahale girişimlerini açıkça dile getirdiklerini görmekteyiz. Sağ terörist örgütlenme ve buna bağlı siyasal cinayetlerin ABD açısından başka alternatifler kalmadığı ülkelerde düzen değişikliğinin ön hazırlıkları olduğu bilinmektedir.
Doğal olarak ABD bir yandan Yunan cuntası deneyi, bir yandan da 12 Mart sonrası uygulamalarından yararlanmak suretiyle iktidara aday görülen CHP’nin iktidarını önlemeye çalışmaktadır. Bunun için ABD yanlısı MC iktidarının CHP’yi parçalamak ve solun değişik fraksiyonları arasındaki çelişkileri abartmak, partiye ajan sokmak gibi yöntemleri denemektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi, bir sureti tarafımdan 3 No’lu İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine verilen 1965 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nca 1779 adet basılarak kendi örgütüne dağıtılan, “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı” adlı kitapta yazılı olanlardır. Bu kitap Frederick A. Praeger Inc. yayınevince ABD’de basılmıştır. Bu yayınevinin CIA tarafından kurulup finanse edildiği saptanarak belgeleri mahkemeye sunulmuştur. Aslında, kitabın birinci sayfasında CIA’dan “Beynelmilel İşler Merkezi” diye bahsedildiğinden, kitabın bir CIA yayını olduğu ilk bakışta anlaşılmaktadır.
Bu kitap 12 Mart sonrası tüm uygulamaların (anayasa ve yasa değişiklikleri, muhbirlerden yararlanma, ajan sağlama ve kullanma, parti kapatma, özel sorgulama yöntemleri, siyasi polisin güvenilir kişilerden yeniden örgütlenmesi, vb.) ortaya koyarak adeta 12 Mart sonrası uygulamaların teorisini içermektedir. Bunun yanında ABD’nin az gelişmiş ülkelere müdahalesinin nedenlerini de açıklamakta daha da önemlisi “gerektiğinde seçimlere hile katılarak ABD yanlısı bir iktidarın oluşturulması” önerilmektedir. Bunun yanında, ‘temizlik harekâtı’ olarak nitelediği devrimci ilerici akımların boğulması için tek çiçeğin (tek fikrin) varlığına izin verilmesi önerilmek suretiyle bir çeşit bugün tezgahlanan faşizmin nedenleri gösterilmektedir. Demokratik hukuk devletinde Başbakanlığın emrinde olan bir örgüt CIA kaynaklı böyle bir kitabı neden çevirterek Silahlı Kuvvetler’ce yayımlanmasının nedenleri saptanmalıdır.
– O dönemdeki Genelkurmay Başkanı kimdir, bu konudaki sorumluluğu nedir?
– 12 Mart’tan sonra bu kitap doğrultusundaki önerileri uygulamak için devlet çapında provokasyon düzenleyen legal ve illegal örgütler hangileridir? Bu örgütlerin sorumlulukları saptanmalıdır.
– CIA önerisi olan seçimlere hile katmayı benimseyerek örgütüne yayan ve 12 Mart’tan sonra da bu önerilerin uygulanması için büyük çaba gösteren Cevdet Sunay’ın sorumluluğu saptanmalıdır.
– Pratikte seçimlere hile katmak nasıl yapılacaktır? 1975 seçimleri sırasında kütüklerdeki geniş ölçüdeki aksamalar bu hile önerisinin bir gereği midir?
– CIA’nın ve ÇUŞ’ların ABD ve kendi çıkarlarını koruyan politik örgütleri dolarla beslediği ABD belgeleriyle saptandığına göre, aynı dolardan Türkiye açısından seçimleri etkilemenin bir aracı olarak yararlanılmayacağını düşünmek olanaksızdır.
– Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı adlı CIA kaynaklı kitapta bir ülkenin düzenine egemen olabilmek için, o ülkede dört güce egemen olmak gerektiği belirtilmektedir:
1) Politik güçler,
2) İdari bürokrasi,
3) Silahlı Kuvvetler,
4) Polis.
1) Politik güçler
CIA-politik örgütler ilişkisine yukarıda yeteri kadar değinilmiştir. Yalnız, şunu belirtmek gerekir ki, dünyadaki tüm terörist sağ örgüt ve partilerin finansmanının CIA kaynaklı olduğu ABD ve dünya basınınca bir yıldır sürekli olarak açıklanmaktadır. Örneğin, Arjantin’deki AAA örgütü idam mangaları kurmaya kadar sağ terörizmi geliştirmiş ve bunu ABD dolarları ile sürdürmüştür. Uruguay gibi diğer Latin Amerika ülkelerinde de benzerlerine rastlanmaktadır. Bu gerçeklerle Türkiye’deki olaylar arasındaki paralelliği görmezden gelmek gaflet olur.
2) İdari bürokrasi
ABD idari bürokrasisinin kilit noktalarının kendi eğitim sisteminden gelmiş, elektronik araçlarla çeşitli değerlendirmelere tabi tutulmuş, kendilerince yararlı olduğuna kanaat getirilmiş kişileri az gelişmiş ülkelerde bürokrasinin kilit noktalarına yerleştirmek suretiyle idari bürokrasiyi kontrol altına almaktadır. 1975’te, Cumhuriyet Gazetesi’nde Richard Podol adlı bir AID uzmanının Türk bürokrasisi hakkındaki raporuna bir göz atmak, bu konuda gerçeklerin saptanmasına ışık tutabilir. Richard Podol özetle, Türk bürokratının özelliklerini saydıktan sonra, ABD’de eğitim görmüş kişilerin bürokrasi içinde “elit içinde elit” olduklarını belirtmekte ve bu kişilerin halen Türkiye’de müdür düzeyinde bulunduklarını, önümüzdeki aşamada genel müdür ve müsteşar yapılmalarının hedefleri olduğunu açıklamaktadır. CIA paravanası AID’ın bir uzmanı herhalde Türk milliyetçiliği ve ulusal çıkarlarının gereğini yerine getirmek için bu öneride bulunmamaktadır.
3) Silahlı Kuvvetler
ABD, Silahlı Kuvvetler ile askeri ikili anlaşmalar, siyasal paktlar, silah araç ve gereçlerini sağlamak ve doğal olarak Silahlı Kuvvetlerin eğitim sistemine egemen olmak suretiyle ilişkilere girişmektedir. Bu konunun ayrıntılarına girmeksizin özellikle gayri nizami harp yöntemleri ve kontrgerillanın 12 Mart’tan sonraki kullanılışından aşağıda söz edeceğiz.
4) Polis
Bu konuya genel hatlarıyla yukarıda değinmiş bulunuyoruz. Bu bölümde CIA ajanı Philipe Agee’in, CIA’nın az gelişmiş ülkelerle ilk önce emniyet örgütünde ilişki kurduğunu, polisi çeşitli yöntemlerle ele geçirdiğini ve satın aldığını yazdığı anılarının okunmasında yarar görüyoruz. Bunun yanında, 12 Mart’tan sonra Yeni Ortam’da anılarını yayımlayan, halen bir bahane ile mahkum edilerek Çubuk hapishanesine konulan Mehmet Pekşen adlı polis; “Ben bir işkenceciydim” adlı anılarından “12 Mart’tan sonra işkenceci polislere ‘gıcırtı’ olarak tanımlanan açıktan paralar dağıtıldığını, Ankara Emniyet Müdürlüğü ile ABD Büyükelçiliği arasında niteliği bilinmeyen paketler alınıp verildiğini ve hatta Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün birtakım kırtasiyelerinin ABD büyükelçiliğince sağlandığını” öğreniyoruz.
Yasalarımıza göre ABD Büyükelçiliği’nin muhatabı Dışişleri Bakanlığı olduğuna göre, bağımsız olduğu iddia edilen ülkemizde polis-ABD diplomatik misyonu arasındaki bu ilişkinin sorumlularının saptanması kaçınılmaz bir görevdir.
Mehmet Pekşen’in anılarından, bu kişinin yıkıcı faaliyetlerle mücadele kursundan geçirildikten sonra işkenceci yapıldığını da öğreniyoruz. Bu noktada akla yeni bir soru gelmektedir. Türkiye’deki polis okullarında, enstitülerde yıkıcı faaliyetlerle mücadele adı altında ve benzeri kurslarda okutulan derslerin kaynağı neresidir? Bu öğretim kurumlarında eğitim görevi yapanlar hangi dış kaynaklı kurslardan geçirilmişlerdir?
12 Mart sonrası işkencecileri genellikle siyasi polis kadroları içinden seçildiklerine göre, o dönemde siyasi polis örgütünde görev almış kişiler kimlerdir? Bu kişiler hangi dış ve iç kurslardan geçirilmişlerdir? Aynı kişilerin mal varlıklarının ve yaşam tarzlarının saptanması olanaklı mıdır?
Emniyet Genel Müdürlüğü’nde “Önemli İşler Şube Müdürlüğü” adı altında bir şube bulunmaktadır. Bu bölüm hangi yılda kurulmuştur? Hangi görevleri yerine getirmektedir? Kimler bu şubenin müdürlüğünü yapmıştır? Bunlar hangi dış kaynaklı kurs ve eğitimden geçirilmişlerdir?
Bu örgütün hizmete özel ve diğer gizlilik dereceli bir çok yayınını Emniyet teşkilatının yayımladığını biliyoruz. Belirlemelerimize göre, bu yayınların çoğu doğrudan doğruya FBI ve CIA kaynaklı yayınlardan olduğu gibi çevrilerek yayımlanmıştır.
Önemli İşler Müdürlüğü’nün çıkardığı yayınlar nedir? Kaç tanedir? Nereden çevrilmiştir? Amerikan doğruları ile Türk doğruları, Amerikan ulusal çıkarları ile Türk ulusal çıkarlarının kesin bir karşıtlık içinde olduğu özellikle silah ambargosundan sonra ortaya çıktığına göre, ABD doğrularını Türk doğruları olarak Emniyet örgütüne empoze etmeye çalışan, çoğunlukla ABD’de eğitildikleri bilinen Önemli İşler Şube Müdürlerinin ve bunların hiyerarşik olarak bağlı bulundukları Başbakanlar, İçişleri Bakanları, Emniyet Genel Müdürlerinin bu konudaki sorumluluklarının saptanması; anarşiye son verilmesi yönünden zorunludur. Özellikle 15-16 Haziran olaylarından sonra özel sektör ile siyasi polis arasında organik bağların sıklaştırıldığını görmekteyiz. Siyasi Şubede görevli polisler büyük fabrikalara sokularak işçiler arasındaki bölünmeyi sağlamak için profesyonel kışkırtıcılık eylemlerine girişmişlerdir. Gerçek bir araştırmayla bu girişimlerin boyutları saptanabilir. Doğal olarak aynı sorun öğretim kurumlarımıza, üniversitelerimize, öğrenci derneklerine, yurtlara ve diğer tüm devrimci ilerici örgütlere sokulan siyasi polis, MİT, kontrgerilla ajanlarının kışkırtıcı eylemleri için de söz konusudur.1
Kaynakça ve açıklamalar:
1. Yerli Gladio Kontrgerilla, Milliyet, 15 Kasım 1990
2. Türün: AP Milletin Son Çaresidir dedi. Milliyet, 21 Mayıs 1977
3. Demirel: Ecevit’in Faşist Dediği Türün Yasaların Verdiği Yetkiyi Kullanarak Görev Yaptı, Cumhuriyet, 31 Mayıs 1977
4. AP’li Bayraktar: Kontrgerilla Komünistlere karşıysa mubahtır, Milliyet, Şubat 1978
5. Ecevit’in Libya Seyahatı: 16 Mart 1976
6. Talat Turhan’ın CHP Yetkililerine Verdiği Rapor (10 sayfa), 1 Mayıs 1976
7. Uğur Mumcu, Cumhuriyet – 6 Kasım 1991
8. İlhan Selçuk: “Talat Turhan 12 Mart döneminde işkence tezgahından geçmiş emekli kurmay yarbaydır. Terörü kapsayan kitaplarında şimdi Batı’da Süper NATO diye anılan örgütün incelemesi de var. 1970’lerde Talat Turhan Türkiye’deki Gladio’yu zamanın CHP hükümetine bir yazıyla iletmişti, Ecevit bu örgütün üzerine gidemedi, gücü yetmedi; ama sonuçta Türkiye 12 Eylül’e gitti. Eğer devletin içinde yarı-resmi bir terör örgütü yaşıyorsa, ülkede her şey soru işaretidir.” Cumhuriyet-Hafta (Almanya Baskısı), 23-29 Kasım 1990
Not: O dönemdeki CHP iktidarının gücü ‘derin devlet’ örgütlenmesinin (Gladio) gücünü aşabilseydi, 1980 darbesi olmazdı ve bugünlerde AB ile yaşanan ‘demokratikleşmeye ilişkin’ sorunların niteliği değişirdi.