Fehmi Salık
Fehmi Salık
(25 Kasım 1985, İzmir)
“Atatürk’ün Yarbayı: 27 Ekim 1985 tarihinde Cumhuriyet okurlarının yüreği bir hoş attı. Kahvaltıdan önce gazetesine sarılan okuyucular, yemeğin sağladığı doyumdan daha öte bir hazzın zevkine vardılar. Eğitimden, edepten söz edenler, boyalı çıplak kadın bedenlerini sergilemekten geri kalmıyorlar. İstesek de istemesek de gözlerimiz, boyalı basında kadın bacağı görmekten çatallaştı artık. İnsan düşünmeden edemiyor ‘dem bu demdir; yarın için yeme gam’ sloganında mı erimeli basınımız? Ne zaman değin sürüp gidecek bu lotaryacılık?
İşte bu gidişe uymayan tek gazete Cumhuriyet’tir.
Biz Cumhuriyet okurları, bu gazetenin çağdaş bir Cumhuriyet Üniversitesi olduğuna inanmışız. Gerçek bir üniversite. Atatürk’ün temelini attığı ve düşlediği bir üniversite. Her babayiğidin harcı mıdır ki bu kurumda ders versin, yazı yazsın?
Cumhuriyet’in okuru olmak da zor.
Bu gazeteyi okuyabiliyorsanız, aydınlığın ve çağdaşlığın alfabesini bitirmişsiniz demektir. İçtenlikle söylüyorum; birinin elinde Cumhuriyet’i gördüm mü yitiğini bulmuş çocuk gibi seviniyorum. Çünkü Cumhuriyet okuru, benim gözümde gerçek bir cumhuriyetçidir. Demokrasiden, kişi haklarından, laik düşünceden yanadır. Baskıdan hoşlanmaz; insanları ezmez, işkenceyi ‘insanlığın yüzkarası’ olarak tanımlar.
Şimdi bu inanca sahip biz Cumhuriyet okurları, emekli General Sayın Celil Gürkan ile Patnos Dağları’nda ‘Sakıncalı Piyade’ olarak vatani görevini tamamlayan Sayın Uğur Mumcunun tarih huzurunda ortaklaşa tuttukları büyük bir aynada kimi yüzleri çok yakından ve daha belirgin olarak anıma olanağına kavuşmuş olduk.
Bu tarihi aynada izlediğim iki görüntü üstüne birkaç söz söylemek istiyorum.
İlki, Memduh Ünlütürk’ adında emekli bir generalin tutarsız savunması üstüne olacak. Bu general, aynı rütbedeki arkadaşı General Sayın Celil Gürkan’ın el ve ayaklarına vurulan zincirden bir hoşnutluk duymuşçasına, göğsünü gere gere verdiği yanıtta şöyle diyor:
‘…Askeri şahısları basının iri manşetleri altında karşı karşıya getirmeyi politik stratejilerine uygun gören mihrakların ekmeğine yağ sürmektedir. Daha da önemlisi devletin güvenlik kuvvetlerini töhmet altında bırakarak, milletimizin onlara olan güven ve itimadını sarsacak bir ortam yaratmaktadır.’
Böylesine bir anlam çıkarılacak tutarsız bir sav.
Ne kolay bir yol. Sıkıştınız mı kurtarıcı simit hazır hemen. ‘Birlik ve beraberlikten söz açarsınız. ‘Vatan, millet, Sakarya…’dudaklarınızda türküdür artık. Şükredin ki, şu ‘komünizm’ sözcüğü de var. Yoksa kim bilir neyin çamurunu sıçratacaksınız insanların üstüne? O insanlar ki birer Türk generali. Birer Türk subayı. Ellerine, ayaklarına zincir vurulsun, başına dikilen er: ‘Parmaklarını gıtlatma ulan’ desin, ana kucağı gibi kutsal saydığı ocaktan kimilerinin keyfi uğruna kovulsun, içeriye 90 kilo girip 30 kilo kalarak çıksın, fırsat bulup gerçekleri anlatınca da ‘bölücü’ ya da ‘vatan haini’ olsun; ne güzel…
İşkence gördüğünü açıklayana suçlu, işkencenin yapılmasını emredene de kahraman gözüyle bakılsın; olacak iş mi bu?
Şu iyice bilinsin ki; bu ülke hiç kimsenin babasının çiftliği değil. Hiç kimse büyük Atatürk’ü, çıkarları doğrultusunda paravana olarak kullanmak yetkisine sahip de değil. Görüyoruz işte, günü gelince kimilerinin yüzündeki maskeyi Sayın Mumcu gibi birisi çıkıp rahatlıkla sıyırabiliyor. Ya da kalemin ucuyla şöyle bir dokunup külahını düşürebiliyor. Olan o zaman oluyor işte. Şimdiye değin gizlenen kel, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Başka bir yolu yok bu işin; kurtuluşu yok.
İkincisi de şu: Kendisini yetiştiği ocağa yakışır biçimde savunan ve kendi tanımıyla dimdik duran; namusun, şerefin, ahlakın ve erdemin temsilcisi olan saygıdeğer insan, E. Kur. Yrb. Talat Turhan’ın çağrısı düşündürdü beni.
Açıkça söylüyorum; Talat Turhan’ın sözünü ettiği demokrasi kavgasında ben, erdemin temsilcisi olan, kişiliğinde Mustafa Kemal’i bulduğum bu yiğit insanın yanında yerimi alıyorum.
Kamuoyuna duyururum…”2