Gazeteciler cemiyeti, Konferans 23.6.1994
Gazeteciler cemiyeti, Konferans 23 haziran 1994
Çok değerli basın mensupları,
Bilindiği gibi demirkırat belgeseli nden sonra 12 mart belgeseli show tv de yayınlandı. 27 mayıs 1960 günü 20 yaşında olanlar bugün 54 yaşında, 12 mart 1971 de 20 yaşında olanlar ise 43 yaşında bulunuyorlar. Eğer bu kuşak yakın tarihe ilgi duyuyorlarsa kuşkusuz olayları izlemişlerdir. Belgesel diziler olayların dışında kalan büyük çoğunluğa toplumun görsel alışkanlığına uygun mesajlar verebilmektedir. Doğası gereği olayları tümüyle yansıtamamaktadır. Nitekim 12 mart belgeseli için 3-4 saatlik konuşmamın çekimi yapılmasına karşın ancak belgeselde 10 kadar cümleme yer verilebildi. Kuşkusuz tv’nin yayın ilkelerini bilenler bu durumu doğal karşıladılar. Ancak 12 mart belgeseli için show tv’nin düzenlediği Çapraz ateş progaramı için aynı şeyin söylemem olanaksız. 19 haziran günü çekimi yapılan bu progaram 20 haziran günü yayınlandığındakonuşmacılar içinde en çok sansür edilen kişi olduğumu hayretle gördüm. Çekimde konuşmacılara eşit ağırlıkta söz verilmemiş, yayında bu ilke bozulmuş ve kamuoyunda imajım gerçek anlamda oluşması engellenmiş, uyarılarıma karşın sıfatım bile konulmuştu.
Ancak bu olumsuzluklara karşın Darbeler kınanmış ve Siyasal Suçlarım nedeniyle İdam Cezalarının Kaldırılması açısından ittifak sağlanmıştı. Anayasa Değişikliği’nin konuşulduğu bu günlerde, bu konulardaki deneyimlerimi ve gözlemlerimi sizlere yansıtarak gündeme getirmeniz için katkıda bulunmanızı diliyorum.
Demirkırat Belgeselinde 27 mayıs, üç kişinin idamına indirgenmeye çalışılmıştır. Kuşkusuz 27 mayıs’ı tarihçi böyle değerlendirmeyecektir. Sadık Göksu’nun Darbeler, “Demirkırat” lar ve 27 Mayıs, adlı yapıtı şimdilik bu yayına anlamlı bir yanıt oluşturmaktadır. 27 mayıs’ın en büyük eseri olan 1961 Anayasası’nın toplumumuza kazanımları tüm çabalara karşın bir çok alanda etkisini sürdürmektedir. Hatta ülkemizin demokrasiye geçiş tarihini 1961’e indirgeyerek yanılmış olmayız.
27 Mayıs’tan sonra DP iktidarı Yüksek Adalet Divanı adı verilen bir olağan üstü mahkemede yargılanarak mahkum edilmiştir. Olaya olağan hukuk mantığıyla bakıldığında kuşkusuz bu uygulama eleştirilebilir. Ancak 27 mayıs öncesi ülkemizdeki havası o günün koşullarına göre değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Nitekim 27 mayıs’ta DP iktidar mensupları koruma altına alınmasalrdı infazı halk yapabilirdi. Galeyan bu boyutta idi. 27 mayıs’ta ben İskenderun da bulunan 39. tümenin harekat ve eğitim şube müdürü idim. Bir kısım genç subaylar 30 kişinin 28/29 gecesi katli için beni sıkştırdılar. Bunu engellemek için yoğun çaba sarfetmek zorunda kaldım. Bu olay Genel Kurmay tarafından görevlendirilen As. Yargıç yzb. Turgut Akan (halen em. As. Yargıç general) bu olayı soruşturmak için görevlendirilmiş incelenmiş ve benim olumlu tutumum soruşturma dosyasına yansıltılmıştır. Günün kaoşullarına göre 34 yıl öncesine ahkam kesenler yanılırlar. Gerçeği arayanlar ilk kaynak Yüksek Adalet Divanı’nın dosyalarıdır. Bu dosyalarda göze çarpan en önemli olgu DP önde gelenlerinin CHP milletvekillerini tutuklama ve CHP’yi kapatma girişimleridir. Bu durumda adı Demokrat olamsına karşın Tahkikat Komisyonu’da kurarak yargılama üstlenen bir partinin dikta özlemini görmekeyiz. Dikayı engellemek muhalefet partinin gücü dahilinde olmadığı için, CHP özendirmesiyle bu görevi 27 mayısçılar üstlendi.
Yüksek dalet Divanı’nın verdiği karaın onay makamı o dönemin geçici Anayasa’sı gereği MBK’sı idi. Oysa bazı çevrelerce yassıada infazları SKB (Silahlı Kuvvetler Birliği) örgütüne mal edilmektedir. Böyle bile olsa, böyle bir baskı karşısında istifa etmeyi göze almayan üyeleri tarihi sorumluluktan kendilerini kurtaramazlar. SKB’in benim tanık olduğum tavrını 8 mayıs 1967 günü “Dünya Gazetesinde İnfazlarla İlgili Açıklama” başlıklı bir yazı ile açıklamıştım. Bu yazıda açıklıkla SKB yassıada da yargı dışı bir infazı engelleme için tedbir aldığı kesinlikle görülmektedir. Sözü geçen yazıda ünlü Çankaya Protokolu’nda söz ederek 27 mayıs sonrası kurulan düzeni Kumandanlı Demokrasi diye niteliyorum. 12’li darbelerden sonra bu tanıma uygun anayasal düzenlemeler yapıldığını biliyorsunuz. Benim Türkiye’nin düzenini bu şekilde nitelememeden 18 yıl sonra 12 eylül öncesi ve sonrasında ABD Büyük Elçisi olan Spain:
ABD Büyük Elçisi Spain anlatıyor; Ufuk Güldemir 30 Ocak 1985
“Kanımca Türklerde Ekonomik İstikrar Sağlanabildiği ve Kademeli bir Yumuşama Getirdiği Sürece bu Disiplinli Demokrasiden Memnun Olmayı Sürdüreceklerdir” şeklinde konuşmaktadır. Büyükelçiye göre ülkemizdeki rejimin adı Disiplinli Demokrasi’dir.
O da, itikrar koşuluna bağlanılmıştır. Oysa ki biz on yıl sonra hala İstikrar Aaramaktayız.
1950’lerde iktidara gelenlerin önde gelenleri ülkemizi “Küçük Amerika” yapma özlemlerini sürekli gündeme getirmişlerdir. Ama geçen süre içinde çoğunlukla iktidarda kalan Küçük Amerikancılar etkinlikleri her geçen gün artırmışlardır. Bu oluşuma katkıda bulunan 12’li darbelere karşın borç batağına düşürülen ekonomi uluslar arası finans kuruluşların dayatması ile İstikrar Programları’yla yönlendirilmektedir. Bu oluşumun sorumlusu olmayan katmanlar kemer sıkmaya zorlanmakta açlık, sefalet ve işsizlik çığ gibi büyümektedir.
Aslında Küçük Amerikancılık, anlayışının Sivas Kongresi’nde bulmak olanaklıdır. O Kongrede Amerikan Mandacılığı’nı savunanlar Mustafa Kemal tarafından yenilgiye uğratmışlardır. Ama onların uzantıları olan küçük Amerikancılar ülkemizi bugünkü kaosa sürüklemişlerdir. Milliyetçilikten sıkça sözetmelerine karşın Anti Komünizmle koşullandıran bu karşı devrimci ve işbirlikçi grup, kendi düzenlerine başkaldıran kesimlerle kıyasıya bir çatışma içine girdiler. 1961 Anayasa’sının getirdiği hak ve özgürlüklerinde katkısıyla süregelen bu çatışma 12 Mart 1971 darbesiyle noktalandı. Darbenin lideri Org. Memduh Tağmaç 1961’den bu yana tutucu politikacıların söylemi olan “Bu Anaysa ile Memleketi İdare Edilmez” sloganını “Sosyal Uyanma Ekonomik Gelişmeyi Aştı” şeklinde formüle ederek. Anaysa Değişikliklerine yeşil ışık yaktı. Darbeciler Küçük Amerikancıların dolayısıyla ABD emperyalizminin değirmenine mevcut kadro ile su taşıyacaklardı.
Aslında 1975 ylında sıkıyöneteinm mahkemesinde de belittiğim gibi Türkiyenin Düzenini Kendi Amacları Doğrultusunda Değiştirmek İeyen İç ve Dış Güçlerin katkılarıyla bu darbe tezgahlanmıştı. Ama emperyalistler bu uydurma darbeden tam anlamıyla memnun kalmamışlardır. Seçimlerin sosyal demokrasiye şanstanımasıvonları daha da tedirgin etmişti. Ufukta yeni bir darbe görünüyordu.
12 Mart darbesinde CIA’nın rolü tarafımdan dile getirilmiş bu savım daha sonra İhsan Sabri Çağlayangil tarafından doğrulanmıştır. Özele:
- Askeri darbeleri önlemek için demokratik uyanıklık canlı tutulmalı ve artlarındaki emperyalist tuzaklar tüm yönleriyle kamuoyuna yansıtılmalıdır.
- Askeri darbecilerin yargılanmasının demokrasiye ulaşmanın ön koşulu olduğu topşuma anlatılmaktadır
- Kuramsal açıdan denetiminde olması gereken güçler ve örgütler uygulamada da demokratik denetim altına alınmalıdır.
- Siyasi suçlarda idam cezası uygulanmasına son verilmelidir.
- Siyasi cinayetler aydınlanmalı, yenilerin olması engellenmeli ve insan hakları sorunu ülke genelinden çıkarılmalıdır.
- Ülke bütünlüğü mutlaka korunmalıdır.
- Yeni anaysa bu ilkelere yer verilmelidir diye düşünüyorum.
Karşı devrimci olarak nitelediğim DP iktidarı olabildiğince sömürmüş olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu propaganda sonucunda DP öncesi dönemi yetkilileri dinsizlikle suçlanılmaktadır. Buna karşın Menderes’e Müslüman başbakan sıfatı yakıştırılmıştır. Kuşkusuz Allah ile Kul arasına girmek niyetinde değiliz. Ancak bir olayın aydınlığa çıkarılma zamanı geldiğine inanıyorum.
1958 yılında Lübnan’da iç savaş vardır. Bu savaş aslında İsrailin uzun erimli amaçalrına katkıda bulunmak için tezgaghlanmıştır. Türkiyeden savaşan taraflardan birine yardım için Beyrut hava alanına uçaklarla malzeme gönderilmekedir. Ancak pilotlarımızdan (* Bomba davası savunma:1- Talat Turhan (sh-63) ) taşıdıkları malın cinsi ile herhangi tarafa yardım edildiği saklanmıştır. Bunlardan biride Hüseyin Avni Güler’dir. Bir rastlantı sonucu taşınan malın silah ve cephane olduğu anlaşılır ve Hv. Pilot Bnb. Remzi Kalaycıoğlu tutuklanınca korkunç gerçek aydınlanır. Müslümanlarla Hıristiyanların çatıştığı bu iç savaşda DP iktidarı Hıristiyanlara yardım etmektedir.
Şimdi izninizle bu olayın canlı tanığı Hüseyin Avni Güler’le telefonla bağlantı kurup geçeği onun sesinden dinleyelim…..
Amacım geçmişi karalamak olmadığını vurgulamalaıyım. Ancak bu olaydan bağımlı politika izleyenlerin her zaman alacağı ders vardır diye düşünüyorum. Özal tarafından zaman zaman Türkiyenin ABD yle Statejik İşbirliği nden söz edilmiştir. Aslında İsrail kurulduğundan beri ABD ile bu tür bir ilişki içinde bulunmaktadır. Ancak karlı çıkan taraf hep İsrail olmuştur. Özal tüm niyetine ve teslimiyetine karşın bu niyetini gerçekloeştirmiştir. Özal sağlığında bir gazete tarafından ABD nin kucağına oturmakla suçlanmıştır. Doğrusu bu suçlama karşısında kişisel haklarını korumasını isterim. Ancak böyle bir tavra rastlamadım.
ABD emperyalizmi tıpkı 1958 Lübnan olayında olduğu gibi (bu dönemde İncirlik Üssünün Kullanıldığını Anımsayalım) ülkemizi Müslüman ülkelere karşı kullanmak hesabı içinde bulunduğu söylenebilir. Körfez savaşında bir ölçüde başarılı olmuş Irak’la aramızı açmaya başarmıştır. Suriye ile aramızda ciddi sorunlar bulunmaktadır. Türkiye ile İran’In arasını açma girişimlerinden beklediği sonucu alamamışır ama çekic güç’te harimi ismetimizde boşuna durmuyor. Tam bu dönemde CIA’nın Ortadoğu uzmanı Fraham Fuller’in Atatürkçülüğün modasının geçtiğini söyleyip ülkemize ılımlı İslam ideolojisini önermesi ardında yatan nedenlere doğru tanılar konulmalıdır. 1990 Paris şartı ile başlatılan AGİK sürecinde ve Yeni Dünya Düzeni anlayışına göre Kuzeyin düşman Güney ülkeleri ve Radikal İslamdır. İslam aleminde Ilımlı İslam ile Radikal (kökten dinci/Fundamentalist) İslam ayrımı yaparak bir çatışma ortamı yartmak emperyalistler için güç olmaz diye düşünüyorum.
İran ile Irak neden çatıştılar. İki Yemen arasındaki çatışmadan hangi güçler yrarlanmayı düşünmektedir. Cezayir ve Mısır da cereyan eden olayların ardındaki nedenlere doğru tanılar konulduğu söylenilebilir mi?
Tam bu dönemde ABD ve İsrail de Ortadoğu ya Osmanlı Sistemi önerilmektedir. Bölgedeki etnik, dinsel, mezhepsel ve mikro miliyetçilik gibi nedenlerle sürdürülen çatışmalar Osmanlılıaştırma önerileriyle çakışmaktadır.
İsrail ile Filistin arasındaki çatışma ekonomik açıdan İsrailin kaldırılamayacağı boyutkazandığı için uzlaşmaya dönüştürülmüştür. Ülkemizde ise Güneydoğudaki çatışmanın maliyetini ekonomimimzi kaldıramayacağı boyutlara ulaşmasına karşın emperyalist güçlerin uzlaşma sağlamak gibi bir niyeti götürülmektedir.
Çünkü bölgede ABD tarafından kuramlaştırılan Alçak Yoğunluklu Çatışmaların sürdürülmesine uzun erimli hesaplar bulunmaktadır.
Tüm bu olumsuzluklardan kurtulmanın ön koşulunun emperyalist güdümden arınma ve çıkarlarımızı ön planda tutan bir Ulusal Stratejiye dayanan bir politikaya dönülmesi gerektiğini düşünüyorum.
12’li darbelerle ABD’ye bağımlılık daha da pekiştiğine göre Askeri Darbe koşullarının engellenmesi demokratik uyanıklığın bir gereği şeklinde algılanmalıdır.
Bazı cevrelerin kişiliğim hakkında kasıtlı olarak yanlış değerlendirmeler yapmasına karşın bu doğrultudaki çabalarım yadsınamaz.
27 mayıs sonrsında Gn. Kur. Başkanı Darbe Yapmak sevdasına düşmüş ve bu amaçla Darbe Planı hazırlanmıştı. Bu ortamda kendisine muhalefet eden merhum dostum gazeteci İlhami Soysal sokakta kaçırılıp dövülüyor ve topluma korku salınıtordu. Tural bir yandan TMO’dan TRT’ye kadar yetkisi ve ilgisi olamayan kurumları ziyaret edip ortamı yokluyordu. Bu durumda her türlü riski göze alarak Selçuk Atakan’la Cemal Tural’a bir mekrup yazdık. Gözaltına alınma olasılığına karşı bavullarımızı yanımıza alıp Ankara’da sonucu bekledik. İktidar Tural’ın bizi göz altına alma önerisine itibar etmedi.
Aslında bu tavrımız bazı çevreleri yüreklendirmiş, iktidar Cemal Tural’ı emekliye ayırmaya karar vermişti. Bu amaçla yapılan kulisler meyanında zaman İç İşleri Bakanı benimle görüşme gereksinimi duymuştu. O görüşmemizde Cemil Tural’ın emekliye nyarılmasının bir anlam taşımayacağını eğer demokrasi yaşayacaksa Tural’ın TCK/146/1 den mahkemeye verilmesi gerektiğini söylediğimi anımsıyorum. Çünkü hazırladığı Darbe Planı TCK 146/1’e uyarlı yeterli bir kanıt oluşturmakta idi. Kuşkusuz ben bu öneriyi yaparken AP iktidarının gücünün bana yetmeyeceğini biliyordum. Nitekim bu iktidar içinde iktidarsızlık 12 mart darbesinin oluşumunda etken oldu.
Cemal Tural emekliye ayrıldı ama 27 Mayıs’a katılmamanın kompleksinden kendini kurtaramayan generallerin darbe hevesi bitmedi. Nitekim AP iktidarının K.K.K. lığına atadığı Org. Kemal Atalay’ın makamına oturulması engellenmiş ve K.K.K’lığına Org. Muhsin Batur’un deteğiyle Org. Faruk Gürler oturmuştu. İktidarla paşalar arasındaki çatışmada birinci raundun galibi paşalardı. Bu süreç 12 mart darbesinde de devam etti. Ancak 12 mart darbesine kendi bindikleri dalları kesmek zorunda kalan Gürler-Batuır ilşkisi kısa dönemde etkisiz hale getirilerek pasifize edildiler. Güç Sunay-Tağmaç’ın eline geçmşti. Muhsin Batur bu gerçeği bugün ikrar ediyor. Bir an düşününüz 12 mart imazsı olmasına karşın Başbakan atamasında kendisine haber verilmiyor ve bu çaresizlik içinde istifa etmeyide göze alamıyor. Çünkü iktidar kavgasında taraflar acımasız olduğu için rütbe ve makamın gücüne dayanarak kendini emniyet altına almayı düşünüyor. Tam bu sırada Org. Faik Türün’e Genel Kurmay Başkanlığı vaad ediliyor. Bunun için önündeki engellerin Güler-Batur-Kayacan’ın temizlenmesi gerekmektedir.. Ziverbey Köşkü bu amaçla faaliyete geçiyor, işkenceciler Türün’ün önünü açmak için ikrarlar almay başlıyorlar, tarih Temmuz 1972’dir. Ağustos 1972’de Gn. Kur. Başkanı değişecektir. Türün ve destekçilerinin planı bir kez daha bozulmuş aleyhinde alınan ifadelere karşın bu kez de Gürler Gn. Kur. Bşk.’lığı makamına zorla oturmuştu.
Bu amaçla benim başkanı opduğum Bomba Davası açılmış fakat buzdolabına konulmuşu. Ama bizler paşalar arasındaki bu çatışmanın sonuçlarını demir parmaklıklar arasında bekliyorduk. Bu nedenle bir yıl sorgu sualsiz yattık.
Ne zaman ki Gürler Cumhurbaşkanı yapılmak vaadiyle Gn. Kur. Bşk.’lığından indirildi. Ziverbey İşkence Köşkü yeniden faaliyete geçirildi. Gürler-Batur-Kayacan iktidara el koymak için Marksist-Lenist bir cunta kurmalkla suçlanarak ek iddianame ile sanık ilan edildiler.
Bu kez çatışmanın galibi politikacılardı ve 12 Mart’ın Rövanşını aldıklarından söz ediyorlardı. Ülke tarihinin en iğrenç ve aşağlık bir komplosuna devletin tüm sağlam güçleri alet edilmiş ancak suçlanan generaller mahkemeye getirilmediği için Bomba Davasında hesap vermek bana düşmüştü. Yüzlerce klasörden oluşan bu davada 59 sanıktan biri olan benim savunmam 4500 sahifedir. Amacım bu tür tertiplerin engellenmesini önlemek ülkemin sağlam güçlerini kişisel amaçlarına alet eden satılmışların iç yüzünü gözler önüne sermek suretiyle devletin sağlam kuvvetlerini temize çıkartmakdı. Oysa işkenceciler ve onları yüreklendirenler sürekli korunmuşonların pislikleri bu amaçla kurumlarına bulaşmıştır.
Bu toplantının bir amacıda Savunma’mı sizlere tanıtmak ve 12 Mart’ın bir belgesele sığmayacak boyutta olduğunu göstermektedir. Ben bu uğraşımda ülkeme yeterince hizmet ettiğime inanıyprum. Bu belgeye bugüne kadar bilinmesine karşın sahip çıkılmaması düşündürücüdür….
Olay paşalar davası boyutunuda aşıp politikaya yansıdı. Batur, CHP’den, Türün ise AP’den Cumhurbaşkanlığına aday gösterildiler. Kuşkusuz tarihçi bu kişilerle adı geçen partiler arasında askerlik döneminde süregelen ilişkiyi ortaya çıkarmak yükümlülüğü altında da bulunacaktır. Aslında Türün’le AP arasındaki ilişki bugünden görünür hale gelmiştir.
Demokrasi bayraktarlığını kimseye bırakmayan iki partinin birinin cuntacılıkla suçlanan diğerinin işkencecilikle suçlanan diğerini Cumhaurbaşkanı olarak gösterilmesinin tüm boyutları ile topluma yansıtılmalıdır.
Bu iğrenç komplo tarihçiye bırakılmadan değerlendirilmelidir. Ama bu görev tarihçiye bırakılmamalıdır. Bir üniversitemizde 12 mart’ta görülen Madanoğlu davası master tezi olarak verilmiştir. Diğer davalarda da master ve doktora tezi olarak değerlendirilmeli ve topluma mal edilmelidir.
Bu arada darbecileri yargılamak vaadi ile iktidara gelenler eğer samimi iseler Bomba Davası’nı dirilterek (hukuksal açıdan olanaklı ise) Batur ve Türün’ü yargılamalıdır. Ütopyada olsa bu öneriyi yapmaktan kendimi alamazdım.
12 Mart Belgeseli’nde darbe nedeleri arasında Komplo Teorisi diye nitelenen bir sava yer verilmiştir. Bu teorinin savunucularından biri de benim. Aslında bu teori, Askeri Darbelrle ABD emperyalizmi ve onun istihbarat örgütleri arasındaki ilişkiyi içermektedir. Bu gerçek tarafımdan bugüne kadar yadsınamayan yüzlerce resmi belge ve kanıtla açıklanmış ve yapıtlarıma yansıtılmıştır. Bazı çevreler Komplo Teorisi deyiminin ardına sığınarak gerçekleri saptırmayı çıkarlarına uygun görmektedirler. Ancak bizim öne sürdüğümüz kanıtları çürütecekyeni argümanlar öne sürülmeden harcanacak çabalr boşa gitmeye mahkumdur.
ABD, 2. Dünya Savaşından sonra Özel Savaş yöntemleriyle emperyalist çıkarını garanti altına almak için kuram geliştirmiş ve bu amaçla örgütler kurmuş ve CIA aracılığıyla finanse etmiştir. 1990 yılında İtalya’da ortaya çıkarılan Gladio yer altı örgütü bu çirkin oyunu tüm açıklığı ile ortaya çıkarmış ve Gladio türü örgütlerin kendi ülkelerini istikrarsız hale getirmek için terör ve siyasal cinayet olaylarında aktif rol aldığı saptanılmıştır. Bu arada Avrupa’da ki bu tür örgütlerin ACC* bağlamında NATO’yla ilişkide günyüzüne çıkmış bulunmaktadır.
Özel Savaş yöntemlerinden biri de İstikrar Harekatı (Destabilisation Operations) olarak tanımlanmaktadır. Askeri Darbe’ler öncesi bu amaçla kurulmuş örgütle doğrudan doğruya ya a dolaylı olarak kışkırttığı aşırı sağı sol ve dinci örgütlerin içine sızarak teröre yöneltme ve darbe için elverişli ortam oluşturmaktadırlar. Bu oluşum içinde CIA ve AID’nin rol aldığı yapıtlarımda belgeleriyle açıklanmıştır.
Bu yöntemlere neden gerek görüldüğü düşünülebilir. Bir ülkede ABD yanlısı iktidar ABD çıkarlarını tehlikeye düşürecek kadar güçsüzleşirse, yeni bir düzen arayışına girilmekte ve askeri Darbeler’den yararlanılmaktadır.
Kuşkusuz ulusal çıkarlarımız gerektirdiği zaman Özel Savaş yöntemlerinden yararlanmak durumundayız. Ancak görünürdeki tehlike bu yöntemin uluslar arası boyutu dışa bağımlılığı artırmakla ve ABD kendi çıkarları için öncelikle yasadışı olan güçleri kullanmayı yeğlemektedir.
12 Mart Belgeselinden çıkan en önemli mesajlardan biri de siyasal suçlardan idam cezalarının haksızlığıdır.
Sanırım Cumhuriyetin kuruluşundan 1961 yılına kadar ülkemizde bir çok başkaldırı olayları olmasına karşın TCK’nın 146. madde dışındaki maddeleri gereğince idam cezası verilmiştir. Bu tavırda devlet kavramını kullanmak söz konusu olabilir. Eğer başkaldıranlar 5, 10 ve hatta 1000 kişilik bir örgüt bile onları TCK 146/1’e göre suçlarısınız, savunduğunuz devleti küçültür. Başkaldıranları yüceltirsiniz.
Oysa 1961, 1963, 1972 ve 1980’lerde farklı yorumlarla TCK 146/1 uygulamaya konulmuş, yorumlar arasındaki çelişkili durum infaz edilen idam cezaları adalete olan güveni sarmış ve toplum vicdanınızda onarlmaz yaralar açmış bulunmaktadır.
27 Mayıs 1960 sonrası yassı ada Yüksek Adalet Divanı’nda yargılananlar için bazı hukuk ortoriteleri TCK 146ya yeni bir yorum getirmiş ve bu yorumu benimseyen mahkeme TCK 146/1 den hüküm tesis etmiştir.
21 Mayıs 1963’de Talat Aydemir ve Fatih Gürcan hakkında sıkıyönetim mahkemesi TCK 146/1’e dayanarak idam cezası vermiştir. Aslında hukuksal açıdan bı olayda TCK 146/1’in uygulanmasını gerektiren unsurlarının bulunması olanaklıdır. Ancak TBMM’de idam cezalarının tasdiki görüşmelerinde kişisel ve siyasal kin duygularının etken olduğu yadsınamaz.
Nitekim 1965’li yıllarda Ceza ve Tutuk evlerinde yatan 21 Mayısçı arkadaşlarımızın affı için çaba gösterirken özellikle AP çevrelerinden “Bunlar Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmeleri için komiteye baskı yapan ekiptir” şeklinde bir direnmeyle karşılaşıyorduk. Bu olumsuz tavrı aşmak için Talat Aydemir’in Menderes ve arkadaşlarının idam için söylenilenlerin aksine bir tutum içersinde bulunduğunu kanıtlayan idam için söylenilenlerin aksine bir tutum içersinde bulunduğunu kanıtlayan el yazısıyla bir belgeyi Selçuk Atakan’la birlikte Osman Şahit Avcı’ya gösterdik. Avcı heyecanlandı ve yanımızda el yazısıyla suret çıkardı. Ayrılırken bu belgeye idamlar öncesi elime geçseydi durum farklı olabilirdi şeklinde konuştu. Böylelikle 21 mayıs sonrası idamlarda bile duygusal nedenler ve kişisel kinlerin etken olduğu ortaya çıkmaktadır.
Nitekim 21 mayıs darbesi zamanından önce dönemin iktidarı tarafından öğrenilmiş. Yasal açıdan isyana teşebbüs ile uygulamaya geçmek arasında bir farklılık bulunmamasına karşın, dönemin iktidarı bastıracağından emin olduğu başkaldırıyı beklemiş, daha geniş bir boyutta bir temizli harekatına girişerek kendini emniyet altına almaya çalışmış, öc alma duygularını doyurmak için olayı kullanmıştır. Bu gerçekler TBMM tutanaklarına yansımıştır. Vatandaşıma tuzak kurmak devlet anlayışıyla bağdaşmamasına karşın gerçek budur.
12 Mart 1971 darbesi sonrasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarında da TCK 146/1 uygulanmıştır. Bu dönemde TCK 146/1’in yorumlaması farklıdır. Askeri yargıtayın kouya ilişkin içtihadında Bnka Soygununun bile b maddeye gireceği öngörülmüş ve eylemin amacının Müesses Nizamı yıkmak olduğu açıklanmştır. Bu yorum şeker benzetmesiyle de güçlendirilmeye çalışılmıştır. Askeri Yargıtay içtihadına göre şeker faydalı bir gıdadır ama şeker hastasına fazla yedirirsenizonu öldürebilirsiniz. Yani bankaların soyulması devleti yıkanbilir.
On yıllık bir süre içinde TCK 146’nın uygulanmasında sergilenen bu çelişki bilimsel açıdan değerlendirilmiş değildir.
Burada bir gerçeği vurgulamak istiyorum. Örneklendiği gibi siyasal suçlar nedeniyle verilen ceazaları Olağan üstü mahkemeler’ce verilmiştir (öncekilerde öyle) o halde telafisi olanaksız haksızlıkları gidermek için Olağan Üstü Yargı Sistemi bvilim çevrelerince yargılanmalı ve kaldırılmalıdır.
İktidarlar Adnan Menderes ve arkadaşları için gösterdiği tavrı diğer siyasal idamlar içinde göstermeli toplumun değişik kesimlerini etkileyen kırgınlıklar bir ölçüde giderilmelidir. Oysa idamı üzerinden 22 yıl geçmiş olmasına rağmen Deniz Gezmiş’in son sözlerine TV’de sansür konulmuştur.
12 mart sonrası idamların emirle yapılması durunmu daha da vahimleştirmektedir. Anyasa ve yasalar yargı bağımsızlığından söz ede dursun öneriyi sunduğum emirle 12 Mart sonrası Sıkıyönetim Mahkemeleri karaları etki altına alınmış ve yönlendirilmiş olduğu görülmektedir.
12 Mart dönemnide İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Baş Yargıcı Hakim Albay Remzi Şirin’e Türün baskı yaparak 84 sanıklı davanın isteklerine uygun sonuçlanmasını emretmiş Türün bu baskısına direnen mahkeme kararı verdiği günden (3 Matyıs 1972) bir hafta sonra MSB’lığı kararıyla lav edilmiş yargıöları başka illere sürülmüştür. Bu olay MSB’nin bile Türün’ün isteklerine boyun eğdiğini kesinlikle göstermektedir.
Bu örnekler karşısında Olağan Üstü Mahkemeleri kararlarına ve Askeri bağımsızlığına gölge düştüğünü savlayabiliriz.
Şimdi Remzi Şirin’le telefonla bağlantı kurarak gerçekleri birde onun sesinden dinlemenizi istiyorum…..
Dünyadaki idam cezalarının uygulamalrında ittifak bulunmamaktadır.
- bazı ülkelede ceza ygulanmaktadır.
- Bazı ülkelerde bu ceza kaldırılmıştır.
- Bazı ülkelerde siyasal suçlardan idam cezası uygulanmakta adi suçlar da uygulanmaktadır.
Bu konuda ülke bazında tüm ayrıntı Amnesty International’ın “Death Penalty” adlı yapıtında yer almaktadır.
İdam cezlarında iki politik liderin çelişkili tavırları hukuksal nedenlerden daha çok duygusal ve siyaset nedenlerin etken olduğunu göstermektedir.
Menderes ve arkadaşları (-)
İNÖNÜ T. Aydemir & Faik Gürcan (+)
Gezmiş ve arkadaşları (-)
Menderes ve arkadaşları (-)
DEMİREL T. Aydemir & F. Gürcan (+)
Gezmiş ve arkadaşları (+)
Liderlerin bu çelişkili tavrı sorun gündeme getirilirken her boyutu ile eleştirilmelidir diye düşünüyorum.
20 Haziran 1994 günü yapılan show TV Çapraz ateş programına 12 mart döneminin Askeri sacvcısı olan ve halen DYP Milletvekili ve TBMM Adalet Komisyonu başkanı Baki Tuğ’da katılmıştır. Tuğ kamuoyu önünde İdam Cezalarının Kaldırılmasından yana olduğu açıklayarak soruna angaje olmuştur. O halde bu konudaki ilk girişimleri kendisinden beklemek hakkımızdır.
Siz değerli basın mensupları da bu görüşe katılıyorsanız medyanın gücünü kullarak ülkemizin demokratikleşmesine katkıda bulununuz.
Kabes Washington olanlar ABD idam cezalarının uygulandığını söyleyebilirler. Ancak kötü misal örnek oluşturmaz. Kaldı ki siyasal ve ekonomik boyutlarıyla bütünleşmeyi düşüdüğümüzavrupa ülkelende idam cezası kaldırılmıştır. Sözlerimi darbecilerin yargılanması gerktiği önerisini yineleyerek bitirmek istiyorum. Yunanistan, Arjantin, Brezilya’da darbeciler yargılanması bu ülkelerde demokratik oluşumlarda önemli katkıda bulunmuştur.
Aslında 1982 Anayasasının geçici 15 maddesiyle kendilerini emniyete almak isteyen 12 Eylül Cuntası bir anlamda bu maddeyi Anayasa’ya koyurarak suçların telaşı içinde bulunduğunu göstermişlerdir.
Ülkemizde çağdaş değerleri özümseyen tüm parti ve bireyler gelecekte bir darbeye muhatap olamk istemiyorlarsa darbecileri yargılamak için bu doğrultuda yapılacak Anayasa Değişikliklerini’ne destek olmalıdır.
Saygılarımla