Gerçek Sanat Dergisi 1996
Gerçek Sanat Dergisi, 1996 Emperyalizm ve Darbeler
Güngör Gencay’ın Talat Turhan’la yaptığı söyleşi
GÜNGÖR GENCAY: Ülkemiz, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül I980’de olmak üzere bugüne kadar gerçekleştirilmiş üç darbe yaşadı. Bu üç darbeyi birbirinden ayıran temel özellikleri söyleyebilir misiniz?
TALAT TURHAN: Tabii, Türkiye’nin gündeminde darbeler büyük bir yer işgal ediyor. İnsanları bu konuda düşünceleri açısından üç gruba ayırabiliriz: Üç darbeye de karşı olanlar; 12’li darbelere karşı olup da 27 Mayıs’tan yana olanlar; bir de bu konuda ikircikli olan çevrelerden söz edebiliriz. Ben şahsen bu gruplar içerisinde, belki bazı çevreler bunu çifte standartlı bir tavır olarak kabul etseler bile, 27 Mayıs darbesinden yana, 12’li darbelerin yüzde yüz karşısında bir insan olarak kendimi konumlandırıyorum. Bu, darbeler içinde yaşayıp vardığım bir kanıdır. Bir TV programına çıkmıştım. Karşımda Adalet Parti zihniyetinin önde gelen temsilcisi bir kişi vardı. Bana, “Tabiî siz 27 Mayıs’tan yararlandığınız için, 27 Mayıs’ı tutuyorsunuz” gibi çok ucuz bir eleştiri getirdi. Oysaki bu çok cahilane bir eleştiriydi. Aslında 27 Mayıs’tan çıkarı olmayan, hatta bundan büyük ölçüde zarar gören bir kişi olmama karşın, bu kanımı koruyorum. 27 Mayıs’ı tutuyorum. 27 Mayıs’ı tutmam demek 27 Mayısçıları tutmam demek değildir. Bir kere bunu vurgulamak isterim. 27 Mayıs’çılar aslında 13 Kasım 1960’ta bölündüğünde, tüm yasallığını yitirmiş ve bütünlüğünü kaybetmişti. Onun için bu boşluğu, “Silahlı Kuvvetler Birliği” (SKB) adlı, ordu mensuplarından oluşan bir örgüt doldurdu. Ben de o örgüt içerisinde Türkiye’nin demokrasiye gidiş sürecinde katkıda bulunmak üzere yer aldığımı yapıtlarımda açıklıyorum. 27 Mayıs’ın, o günün koşulları içinde bir zorunluluk olduğunu kabul ediyorum. 12’li darbeler demokrasiyi ortadan kaldırmak için gündeme gelmesine karşın, 27 Mayıs, tıkanmış olan demokratik yolu açmak amacıyla yapılmıştır. Bunun için ucuz, duygusal eleştirilerden çok gerçeklere ulaşmak isteyenlerin, binler, on binlerce sayfa tutan Yassıada Duruşma Tutanakları’nı okumaları gerekir. Oysa, bu çaba içine giren kişilere rastlamadım. O zaman önyargılarla bu konu eleştiriliyor. Tutanakları okuduğumuz zaman şunu görüyoruz. Demokrat Parti iktidarı ve önde gelenleri, kesinkes dikta kararındalar ve bu karar içinde de muhalefet liderini ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu konuda girişimler de oldu.(1) Demokrat Parti (DP) liderlerinin baktığımız zaman Cumhuriyet Halk Partisi’ni (CHP) kapatmak ve milletvekillerini hapse koymak amacını taşıdığını görüyoruz. O zaman ana muhalefet partisini tümüyle ortadan kaldıran bir anlayış, partisel bir dikta yönetimi söz konusuydu. Bu durumu değiştirecek demokratik başka bir seçenek olmadığından, bu yolu açacak bir güce ihtiyaç vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri bu işlevi üstlenmiştir aslında. Yani diktaya giden bir düzeni demokratik rayına oturtmak gerekiyordu. Çağdaş bir Anayasa yapmak suretiyle Türkiye’nin önü açılmıştır. Bu açılan yoldan sonra ülkemizdeki yeni fikirler filizlenmiş, gelişmiştir. Yani sol Anayasa’nın getirmiş olduğu özgürlük ortamında gelişme olanağı bulmuştur.
1961 Anayasası olmasaydı 1965’li yılında Türkiye İşçi Partisi, TBMM’ye 15 milletvekili sokamazdı. Aslında karşıdevrimci güçleri en çok rahatsız eden olgu da budur. Belki diğer sol fraksiyonlar karşıdevrimcileri bu kadar rahatsız etmemiştir. İşçi Partisi’nin güçlenme olasılığı 12 Mart 1971 darbesini tetiklemiştir. Şili’de Allende örneğinde olduğu gibi, solu iktidara getirip de alaşağı etmektense, bunu daha fazla geliştirmeden önlemenin yolları arandı. CIA, 12 Mart darbesinin önünü açtı. 12 Mart, Türkiye’deki solu ortadan kaldırmayı hedefledi. Cunta başı Org. Memduh Tağmaç misyonunu (!) gizlemiyor: ”Türkiye’deki sosyal uyanma, ekonomik gelişmeyi aştı.” Tağmaç, “Sosyal uyanmayı bastırma” emrini (!) almış… Bu durum emperyalist kaynakların, özel savaş yöntemlerinde “Temizlik Operasyonu” diye tanımlanır. Cuntacılar emekçilerin alın terini emperyalist tekellere peşkeş çekme görevini üstlendiler.
27 Mayıs işçi sınıfına tepeden inme haklar verdi. Anayasayla verilen bu hakları uygulamak, dönemin sosyal güvenlik bakanı olan Bülent Ecevit’e düştü. O da “emekçiden yana” görünümlü karizmasını, siyaset arenasında bugüne dek sürdürme becerisini gösterebilmiştir. Diğer darbelere gelince: Kabul etmek gerekir ki, dünyadaki bütün darbelerin ardında gizli servisler var. 27 Mayıs harekâtında ardında CIA vardı. Ancak, darbeden haberdar olmak ile yönlendirmek farklı… Bugünkü teknoloji içinde gizli servislerin dünyada olan bitenlerden haberdar olmadığını kabul etmek, akla aykırıdır. 27 Mayıs’tan emperyalist güçlerin ve istihbarat örgütlerinin haberi vardı.
Ama tedbir almadılar. Örneğin, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmak sevdasıyla gelen Demokrat Parti (DP) iktidarının başındaki kişiyi kollasalardı, en azından haberdar ederlerdi. İktidar emperyalizme hizmet etme güç ve fonksiyonunu kaybettiği için, yeni bir iktidarın gelmesini uygun görmüşlerdir. Ancak darbeler, emperyalist güçlerin arzu ve isteklerine uymayabiliyor. O zaman darbeyi rayına oturtmak gerekiyor. 27 Mayıs, emperyalistlerin istihbarat örgütlerinin, geleceği tahmin edemedikleri için ellerinden kaçırdığı bir darbedir. 1960–1971 sürecinde, o darbenin emperyalist güçlerin arzusu doğrultusunda rayına oturtulmasına çalışılmış, yeterli olmayınca 12 Eylül darbesine izin verilmiştir.
GÜNGÖR GENCAY: Yani, emperyalizmin gerek 1960, gerekse 1971 darbesini bildiğini söylüyorsunuz. Ki bu.
TALAT TURHAN: Hayır, 12’li darbelerin fiilen içinde. 1960’ı biliyor, iktidara haber vermiyor. Aynı Portekiz’deki “Kırmızı Karanfiller İhtilali” gibi.
GÜNGÖR GENCAY: O zaman şunu sorayım Talat Abi. 12 Mart öncesinde darbenin, ordudaki ilerici subaylar tarafından gerçekleştirileceği söylentileri yaygındı. Buna, an meselesi olarak bakılıyordu. Oysa ki tam tersi oldu. Bu tepetaklak oluşun perde arkasından söz edebilir misiniz?
TALAT TURHAN: 1960-71 sürecinde Anayasa’nın getirmiş olduğu hak ve özgürlükler Türkiye’de sol bilincin ışımasını sağladı. Bu ışımanın Silahlı Kuvvetler’e yansımadığını kabul etmek akla aykırıdır. Çünkü Silahlı Kuvvetler de bu toplumun bir parçasıdır. Bu ilerici, devrimci akımlara karşı sıcak bakan gruplar genelde gençlerdir. Onun için de Silahlı Kuvvetler’in genç Subayları içerisinde sola sempatiyle bakan gruplar çıktı. Bu oluşum emperyalistleri ve işbirlikçilerini tedirgin etti. Karşı yöntemler geliştirdiler…
Birinci aşamada: Silahlı Kuvvetler’de (Kara Kuvvetleri’ndeki) genç ve ilerici kişilerin temizlenmesi aşamasıdır. Aslında o kişilere, ideolojik açıdan bakıldığında, sol kültür ve sol bilinç içinde oldukları söylenemez. Ancak genç subaylar 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de bir şeylerin bozuk olduğunu algılamış, inandıkları liderlerin eylemine takılmışlardır. 22 Şubat 1962’ler, 21 Mayıs 1963’ler bir anlamda Demokrat Parti (DP) zihniyetine karşı dalgalanmalarıdır. Bu dalgalanmaları karşı devrimci güçler kullanmak suretiyle 22 Şubat’ı, 21 Mayıs’ı bahane edip 1.468 Harbiyeli’yi ve birkaç yüz genç subayı tasfiye etmek fırsatını yakalamışlardır.
21 Mayıs 1963 Talat Aydemir başkaldırısını dönemin Milli Emniyet başkanı olan Korg. Fuat Doğu, İnönü’ye bildiriyor. Aslında, Türk Ceza Yasası’na göre, bir ihtilale teşebbüs etmek ile icra etmek suçu arasında hiçbir fark yok. İkisi de TCK’nin 146/1’inci maddesine giriyor. Ancak iktidar Milli Emniyet’in yapmış olduğu bu ihbarı ciddiye alıp da darbe yapacak kişileri yakalasa teşebbüs hali olsa bile cezalandırılmaları olanaklı kılıyor. Genç Harbiyeli ve subayları temizlemek için harekâtın olmasına göz yumuldu. 21 Mayıs (1963) olduğu gün, Milli Emniyet başkanı İran’dadır. 21 Mayıs olayı bahane edilip Kara Kuvvetleri’nde büyük bir tasfiye yapıldı. Ve de bir yıl Harp Okulu’nu kapatmak suretiyle yüz küsur yıllık gelenek ortadan kaldırıldı. Yeni bir Kara Harp Okulu ve yeni bir prototip yaratılmaya çalışıldı.
Ancak o dönemde, Türkiye’deki sol bilincin artmasına koşut olarak bu kez de Deniz ve Hava kuvvetlerinin genç öğrenci ve subaylarının sol görüşten etkilendiğini görüyoruz. Bu subaylar kendilerini 1968 yılında ele verdiler. Şöyle ki: 1968 yılında Hava Harp Okulu bir yıllık yayımladı. Yıllığın adı: Göksenin idi. Yıllıkta adı geçenlerin tümü zaman içinde tasfiye edildiler. Hatta biri (Saffet Alp) Kızıldere’de öldürüldü. Yıllık, bir askeri kurumun kabul edebileceği tarzda hazırlanmamıştı. Belirli bir sol düşünceyi yansıtıyordu. Hatta ilginçtir, dergideki ilk şiir “İsyan” diye başlıyordu. Salih Zeki Yılmaz adlı çok değerli bir yüzbaşı yazmış. İsyanları bastırmak için bütün dünyada çok yoğun çabalar var. İsyan diye başlayan bir anlayışın, tabiî tümüyle temizlenmesi gerekiyordu. Hava Kuvvetleri kesiminde, sol bilincin açığa çıkması Göksenin Yıllığı’yla oldu. “Göksenin Yıllığı”, kamuoyuna yansıdığı zaman, Bugün Gazetesi’ni, Mehmet Şevki Eygi yönetiyordu. Çok ağır suçlamalar içeren makalelerle ihtilali, ”eşşek anırtıları” gibi küçültücü sıfatlarla betimleyerek genç subayları tahrik etti. Bu kez de Deniz Kuvvetleri’nin genç subayları “69’lar Bildirisi” yayımlayıp Göksenin’cilere destek oldular. Aslında, o günlerde havacılar ile 69 Deniz subayı arasında fiziki bir ilişki yoktu. Bu bildiri nedeniyle Silahlı Kuvvetlerin Deniz subayları içinde de bir sol bilincin olduğu ortaya çıktı. O zaman karşı devrimcilerin hedefleri de belli oldu. “Kara Kuvvetlerindeki ilerici kesimi tasfiye etmişlerdi. Sıra Hava ve Deniz Kuvvetlerindeki devrimci kesimi tasfiye etmeye gelmişti.” Nitekim emekli general Ali Elverdi, “12 Mart ordudaki solcuları tasfiye için yapıldı” diyor.
Bu oluşum 12 Mart darbesini tetikledi. Resmi ABD talimnamelerinde, CIA belgelerinde ve CIA Ajanı Philippe Agee’nin yazmış olduğu kitaplarda “bir darbe nasıl yapılır” formüle edilmektedir:(2)
“1- Başbakan veya partiyi zayıflatmak için içte ve dışta uygun propaganda çalışmasına başlanılır.
2- Ekonomiyi güçsüzleştirmek için de yurtiçi ve yurtdışında yoğun faaliyet gösterilip, kredi imkânları durdurulur.
3- Politik anarşi çıkarılmak amacıyla siviller arasında özel gruplar kurulup terör ortamı oluşturulur.
4- Bu arada yerli ve yabancı yatırımlar, gerekli güven ortamı olmadığı gerekçesiyle engellenir,
5- Sabotajlar ve sürekli grevler yaptırılarak üretimin ve kazancın düşürülmesi sağlanır.
6- Ülkeden sermayenin kaçmasına yardımcı olunur.
7- Dışarıda yaptırılacak aleyhte propagandayla gelen turist sayısı hissedilir derecede azaltılır.
Bütün bunların sonucunda, zorunlu gıda maddelerinde azalma olur. Kuyruklar doğar, böylece toplumda derin bir hoşnutsuzluk oluşur, işsizlik birden fırlar, anarşi yüzünden ölü sayısı gün geçtikçe artar.”
Bu senaryo, birkaç kez seyrettiğimiz filmin aşağı yukarı formüle edilmiş şekli. Darbeler kendiliğinden olmuyor. Dünyada darbeleri yönlendiren bir merkez var.
Emperyalist güçler bunu formüle etmişler, örgütlemişler. Teorisini, pratiğini ortaya koymuşlar ve planlı olarak uyguluyorlar. 1918 ile 1981 yılları arasında yaşayan Amerikalı etnograf ve düşünür Levis Henry Morgan Militarist Demokrasi adlı yapıtında “askeri demokrasi” terimini ilk kullanan kişidir. Bilimsel açıdan, asker demokrasisi İ.Ö. 9–12 yüzyıllarda Homerik Çağ dediğimiz dönemde Yunanlılar MÖ VIII.-VI. yüzyıllarda Romalılar, daha sonra İskitler, Persler, Normandiyalılar, Germenler tarafından uygulanmıştır. Asker demokrasisi ilk biçiminde sürekli değil, olağanüstü ve geçiciydi. Savaşta uygulanıyordu. Zamanla kökleşti ve askeri yönetime dönüştü. Yani bu anlamda, tarihsel anlamda askeri yönetim MÖ VI. yüzyıla kadar giden gerici bir yönetim biçimidir.
Ancak, emperyalistler dünyadaki çıkarlarını korumak için yönetimin şekline bakmazlar. Onların anladığı anlamda demokrasi ile çıkarları koşuttur. Emperyalist ülke, kendi çıkarlarına demokrasi gitmediğini algıladığında askeri yöntemi gündeme getirip çıkarlarını garanti altına alır. Amerikan emperyalizmi askeri darbeleri amacı doğrultusunda kullandı. İspanyol sömürgeciliğinin el değiştirdiği dönemlerde Güney Amerika’da da büyük bir dalgalanma yaşanıyor. Bu dalgalanmada da genel valiler, sömürge valileri iktidarın tadını aldıktan sonra, iktidarlarını sürekli kılmak için isyanlar, darbeler yapıyorlar. Bu tür darbeler İspanyolca “pronunciamiento diye tanımlanıyor. Amerika, Güney Amerika’daki darbeler geleneğini zaman içinde kurumlaştırıp, bu ülkelerdeki kendi çıkarlarını emniyete almak becerisini göstermiştir. Latin Amerika’daki devrimci darbe geleneğini başlatan Simon Bolivar olup, Bolivya, ismini kurucusundan almaktadır.
Amerika 1900’lü yıllardan itibaren bu anlamda tecrit politikasından vazgeçip “Monroe Doktrini”yle “Amerika Amerikalılarındır” dediği andan itibaren, darbeleri kendi yönlendirmesine almak için, çaba sarf etti. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, ilk kez 1946 yılında, Panama’da “Les Escuades de la Americas” (School of Americas [Amerikalılar Okulu]) adıyla bir okul açtılar ve bu okulda da Latin Amerika’daki darbeciler yetiştirildi. Okulda darbecilere “özel savaş kavramını” öğrettiler. Bu okuldan binlerce üst düzey subay, Amerikan çıkarlarına hizmet etmek amacıyla yetiştirilmiş ve Latin Amerika’da yapılmış olan bütün darbelerin liderlerinin de bu okullardan geçmiş olduğunu görüyoruz. Örneğin:
—Gen. Manuel Noriega (Panama eski diktatörü, 1967 mezunu)
—Gen. Leopoldo Galtieri (Arjantin eski diktatörü, 1949 mezunu)
—Gen. Humberto Reyalado (Honduras, 1984 mezunu)
—Gen. Hugo Banzer Suarez (Bolivya eski başkanı, 1961 mezunu)
—Gen. Pinochet (Şili darbe lideri)
—Gen. Videla (Arjantin darbe lideri)
— Robert D’aubusion (Salvador’daki ölüm mangalarının lideri, 1972 mezunu)
GÜNGÖR GENCAY: Demek oluyor ki geri kalmış ülkelerde gerçekleştirilen her darbe, hatta daha da ileri giderek her iktidar modeli emperyalist güçlerin bir temel ve taban oluşturmasıyla ve onların istekleri doğrultusunda gerçekleştiriliyor. Zaten bakıyoruz, 1947’de Truman Doktrini’yle başlayan yardım sonrasında Türk Ordusu, ABD Ordusu’na benzetilmeye başlandı. Amerikan silah ve malzemelerini kullanabilmek için askeri okullarda Amerikalılar gözetiminde kurslar açıldı. O dönemde iktidarın başında Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda önemli rol oynamış bir lider bulunuyordu. Ondan sonra da ülke çıkarları açısından ABD’ye sayılamayacak kadar ödün verildi. Bütün bunları bir aymazlık olarak nitelendiremeyiz herhalde?
TALAT TURHAN: Türkiye’nin ABD’ye vermiş olduğu ilk ödün, 1947 tarihli ikili antlaşmadır. Ne yazık ki, bu antlaşmada İsmet İnönü’nün imzası vardır. Kanıma göre, Türkiye’yi emperyalizme peşkeş çeken iktidarlar, Atatürk’ün deyişiyle “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde” olmuşlardır. O günden bu yana, her iktidar bu hıyanet olgusuna bir anlamda katkıda bulunmuştur. Somut olarak şunu görüyoruz ki, 12’li darbeler bu katkıyı katmerlendirmiştir. Olaylara kriminolojik açıdan bakmalıyız.
Kriminolog bir suçu araştırırken, bu suç kime yarar diye bakar. Darbelere de öyle baktığınız zaman, onların sonuçta emperyalist güçlere yaradığını açıkça görürüz. Nitekim, 12’li darbelerin arkasında Amerika’nın olmasından daha doğal bir şey olamazdı. 1947 tarihli ilk ikili antlaşmayla Türkiye’deki Amerikan propagandası yasal hale getirilmiştir. Bir ülkede, eğer propagandayı yasal hale getirmek gibi bir belgeye imza koyuyorsanız, “Türkiye niye bu kadar Amerikanlaştı?” diye soru sormaya hakkımız yok.
GÜNGÖR GENCAY: Gerek basından, gerekse yazdığınız eserlerden, 12 Mart’ın en önemli hedeflerinden birisi olduğunuzu biliyoruz. İlerici kişiliğinizle oynanmak istenen oyun neydi, kısaca anlatabilir misiniz?
TALAT TURHAN: 12 Mart’ı irdelemek için 12 Mart’ın hedef aldığı kitleleri göz önüne almamız gerekir. Darbeyi yapanlar tarafından devrimci gençliğe tuzak kurulmuş, devlet terörüyle, kışkırtılıp suçlu duruma düşünülerek hapse konulup yargılanmış ve idam edilmişlerdir. İlk önce hedef aldığı kitleler devrimcilerdir. 12 Mart, aydınları da hedef aldı. Çünkü, karşıdevrimci işbirlikçiler aydınlıktan korkarlar.
Cuntasal çatışmalar döneminde “solcu cunta, sağcı cunta” tabirleri çok kullanılmıştır. İktidar kavgası, yargılandığım Bomba Davası’na bütün pisliği ile yansımıştır. Şöyle ki: 12 Mart’a imza koyan cuntacı generaller arasında kin ve husumet olmasına karşın bir ihbar sonrasındaki dayatma sonucu bir araya gelmişlerdi. Daha ilk günü birbirileriyle çatışmaya başladılar. Bir tarafta Tağmaç, Sunay ve MİT Başkanı Nurettin Ersin var. Diğer tarafta ise Gürler ile Batur yer alıyor. Aralarındaki iktidar kavgasında 12 Mart’tan sonra ilk somut olgu Genelkurmay başkanlığını ele geçirmek istemiyle başlıyor. Kim Genelkurmay Başkanlığını ele geçirirse, o düzene egemen olmayı düşlüyor. 12 Mart’tan sonra bu kavga, başlangıçla, Kara Kuvvetleri komutanlığını ele geçirmek şeklinde kendini gösteriyor. Örneğin, o günkü iktidara rağmen Kara Kuvvetleri komutanlığına Org. Faruk Gürler zorla oturdu. Ne Başbakan Süleyman Demirel ne de Kara Kuvvetleri komutanlığına atadığı 1. Ordu Komutanı Org. Kemal Atalay direnebildi… Adalet Partisi (AP), dolayısıyla, o günkü iktidarla Gürler arasında tarihsel bir husumet başladı. Zorlamanın arkasındaki kişi Org. Muhsin Batur olduğu için Faruk Gürler ile karşı devrimci iktidarların baş hedefi oldu. İktidar mücadelesi içerisinde o süreçte kavganın diğer tarafındaki Org. Faik Türün’e Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay diyor ki: “Org. Faruk Gürler ile Muhsin Batur’u tasfiye et, seni Genelkurmay başkanı yapayım.” İktidar mücadelesinde böylesine iğrenç bir şantaj ve provokasyon örneğinin tarihte örneğinin bulunabileceğini sanmıyorum. Devletin bütün güçleri kullanılmak suretiyle bir grubun, diğer grubu bertaraf edip, bazı makamlara oturması için düzenlenmiş bir davadır Bomba Davası. Org. Faruk Gürler’in Genelkurmay başkanlığını engellemek için Ziverbey İşkence Köşkü’nde komutanları aleyhinde ifadeler alındı. İşkence köşkünü kurduran Org. Faik Türün(4) Tercüman Gazetesi’nde 1985 yılında yaptığı söyleşide, “Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bana Genelkurmay başkanlığı teklif etti” diye itirafta bulunuyor. Faik Türün‘ün koltuk hırsı için generaller, MİT’çiler, Emniyetçiler kendi çıkar ve ideolojileri doğrultusunda işkenceyle sipariş üzerine sorgulama yapıyorlar. İşkencecilerin tümü ABD’de eğitimden geçmiş, indoktrine edilmiş kişiler. Ama bir de bunun ötesinde çıkar paylaşımında bir araya gelme var. Herkes bir hedef peşinde, dolayısıyla “Zihni Paşa İşkence Köşkü”nde kıyasıya işkence yapılıyor. Bunu yaparken de, “komünizmle mücadele etmek”, gibi bir davayı da üstlendiklerini sanıyorlar. “Ziverbey Köşkü” bu amaçla çalıştırılırken, Orgeneral Faruk Gürler gene silah zoruyla Genelkurmay Başkanlığı makamını ele geçirdi (16 Ağustos 1972). Bu sefer Bomba Davası yattı. Çünkü Gürler’e yönelik bir davaydı, bir süre saklandı. Ben bunun bu şekilde olduğunu algıladığım için, Genelkurmay Başkanı Org. Gürler’e bir mektup gönderdim.(5) Diyorum ki: “Bakın, oyun bizim üzerimizde değil, size yönelik oynanıyor. Dikkatli ol.” Bununla da yetinmiyorum, avukatım Alp Kuran’dan rica ediyorum: “Git, burada dönen tertiplerden Hava Kuvvetleri komutanını haberdar et.” Randevu alıyor Muhsin Batur’dan. O randevunun alındığı gece Alp Kuran tutuklanıyor, içeri atılıyor. Sözde bir davada 10.000 liraya pazarlık yapmış, 10.000 liranın 5.000 lirasını almış. Beşbin lirasını almamış. Almadığına göre örgüte yardım etmişmiş! Dolayısıyla böyle bir süreçte dava bir yıl oyalandıktan sonra cuntanın karşı devrimci kanadı çeşitli oyunlarla Faruk Gürler’i kandırıp cumhurbaşkanlığı önerdiler. Genelkurmay başkanlığını boşalttılar. Sonra da seçmeyip TBMM’de yapayalnız bıraktılar. Yargılamanın stratejisini saptayan gizli güçler, ek iddianameyle Bomba Davası’na Gürler, Batur ve Ora. Kemal Kayacan’ı sanık olarak getirmek istediler. Bu amaçla yeni tutuklamalar yaptılar. İkisi general olmak üzere altı kişiyi “Ziverbey Köşkü”ne aldılar. Amaçları benden, General Celil Gürkan’a; oradan da Gürler, Batur ve Kayacan’a atlamaktı, dolayısıyla bu tarihsel kin ve hesaplaşma görülmüş olacaktı. Bu arada işkenceciler ve onları yüreklendirenler hedefledikleri makamları ele geçireceklerdi. O süreç içerisinde Türkiye’de demokrasiye doğru bir kayış oldu, seçimler yapıldı. Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldi, olumlu bir hava doğdu. O hava içerisinde bu işle cuntanın sağ kanadı, arzu ettiği mutlak iktidar olmak, temizlik operasyonu yapmak şansını elinden kaçırdı.
Aydın olma sorumluluğu ve bilinci gereği, Bomba Davası’nın bütün ayrıntısını kamuoyuna açıklamak gibi bir misyon yüklendiğim için, 4.283 sayfalık bir savunma hazırladım. Üç yıllık bir çabayla 900 belge, birkaç yüz kitap taramak suretiyle aşağılık bir komplonun bütün ayrıntısını ortaya koymaya çalıştım. Kanımca 1971 darbesi, 1980 darbesinin provasıdır. Bu darbeden sonra getirilen siyasal düzene geçici bir istikrar sağlandı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana emperyalist güçlerin bu ülke üzerinde bir hesabı var. Örneğin, ekonomik sistemin mantığını açıklayan “Laissez faire, laissez passes” (Altta kalanın canı çıksın) anlayışını egemen kılmak isteyen emperyalist güçlerin amacı, sömürdüğü ülkelerdeki çıkarlarını garanti altına almaktır. Özel girişimcilik, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Prens Sabahattin’le ülke gündemine taşındı. Bu nedenle, Atatürk ilkelerinin ortadan kaldırılması gerekti. Bunların başında da “devrimcilik” ve özellikle de “devletçilik” geliyor. Bunu sivil iktidarlara yaptıramayınca cuntacıların önünü açıyorlar.
Aslında 27 Mayıs asker bürokrasisinin Kurtuluş Savaşından gelen Atatürk ilkelerine sahip çıkan tavrı nedeniyle de hedef alınıyor. Serbest piyasa ekonomisi gibi bir ekonomik düzenin egemen kılınması için, devletçiliğin ortadan tümüyle kaldırılması gerekiyor. Bunu sivil kadrolara yaptıramayınca bu görevi cuntacı generallere veriyorlar. Atatürk’ü 12 Eylül cuntacıları kullana kullana yıprattılar. ABD yandaşı iktidarlar bu konuda da cuntacıları izlediler. Örneğin, Başbakan Tansu Çiller verdiği bir demeçte ”Son sosyalist devleti yıktık” diyor. Türkiye hiç bir zaman sosyalist olmadı. Söylemek istediği, “devletçilik ilkesini ortadan kaldırdık” olmalı… Daha sonra, Çiller’den bir süre sonra, Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin de(6)
“Devletçilik çok istisnai haller dışında artık geçerliliğini yitirmiştir” demek suretiyle partisinin ilkelerinden birini yadsıyan bir anlayışın sözcülüğünü yapmak konumuna girdi. 1970 yılında Devrim gazetesi’nde “Sunay’a Açık Mektup” yayımlandım.(7) Bu yazıda çok ilginç bir açıklamada bulunuyorum. Demokrat Parti iktidarı Genelkurmay başkanı Org. Rüştü Erdelhun’un 1958 yılında, İzmir’de, 60 NATO generaline, “Bu vatan bizim değil, sizindir” dediğini açıklıyorum. Genelkurmay eski başkanı Erdelhun, açıklama gönderip yazımı tarihi bir belgeye dönüştürdü. “Ben bu lafı söyledim ama” diyor, “hava savunması konusunda…” Bu durumda Demokrat Parti’nin (DP) Gn. Kur. Başkanı Org. Erdelhun’un ağzından 1958 yılında bile Türkiye’nin hava savunmasının emperyalist güçlere peşkeş çekildiği kanıtlandı. Bu koşullar altında İkinci Kurtuluş Savaşı verilmesiyle Türkiye’nin düzlüğe çıkarılacağını ifade ettim. Bu yazım, karşıdevrimci güçlerin daha da üzerime gelmesine neden oldu. Örneğin Org. Faik Türün, “CHP içinde bir ayağı Marksizm’de olan Moskovalılar var” diyor 1978 yılında. Bu söylemle CHP’nin kapatılma mantığı aydınlığa kavuşuyor.
Sıkıyönetim, Silahlı Kuvvetler’in düzene egemen olduğu, olağanüstü bir yönetim biçimidir. Eğer normal düzende ülke yöneltilemiyorsa, başvurulan bir yöntemdir. Sıkıyönetim tarafsız olmalıdır. Yani Silahlı Kuvvetler gerektiğinde, emek ile sermaye arasında hakem görevi üstlenecektir. Oysaki sıkıyönetimlerin ve darbelerin arkasında emperyalist güçler bulunduğundan, emperyalist güçler de uluslararası sermayeye göbek bağıyla bağlı bulunduğundan, özellikle az gelişmiş ülkelerde sıkıyönetimler tarafsız olma konumlarını yitirmekle, sorunlara çözüm getirmek yerine, ülkedeki mevcut çelişkileri daha da artırarak işçi sınıfını ezmeyi yeğlemektedir. Örneğin, Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün de 1978 yılında vermiş olduğu bir demeçte, “Gerekirse İkinci Kurtuluş Savaşı verilir” diyebilmektedir. Dünya örneğinde toplu katliamlar bu anlayışla tezgâhlanıyor.
Hem devrimciler, hem de karşıtlarının İkinci Kurtuluş Savaşı’ndan söz etmekte olduklarını görüyoruz. İkinci grubun anladığı manadaki Kurtuluş Savaşının somut örneği “Endonezya katliamı”yla yaşanmıştır. Birinci grup Atatürk’ün başlattığı Birinci Kurtuluş Savaşını, günün koşullarında daha ileri bir boyuta götürmek gibi bir anlayışı egemen kılmak için kendilerini feda etmişlerdir. Mustafa Kemal’in “Antiemperyalizm, antikapitalizm ve tam bağımsızlık” ilkeleri, devrimcilerin anladığı manadaki İkinci Kurtuluş Savaşının temel şiarlarıdır. Türkiye’nin düzenini değiştirmek isteyen emperyalist güçler, ülke düzenini bugün için, bu anlayışın tam tersine oturtmayı başarmışlardır. Geçen yıl bu konuda ilginç bir belge yayımlandı. 12 Mart döneminde bir kısım askeri kişiler (!) bir araya gelip, MİT’in Marmara Köşkü’nde bir brifing vermişler.(8) Çok gizli olan bu belge 23 yıl sonra yayımlandı. Bu kitabın önsözünü ben yazdım. Belge, devletin 12 Mart’a bakış açısını gösteriyor. Aradan geçen 30 yıllık süreç olaylarla doğrulandı. Darbecilerin tarihsel yanılgıları bu kitapla belgeleniyor. Brifing ekibinden Org. Turgut Sunalp, basına yapmış olduğu açıklamalarda “Ziverbey Köşkü”ne gidip geldiğini kabul etmektedir. Normalde, kuvvetler ayrılığı ilkesinin egemen olduğu bir ülkede, bir araya gelmesi mümkün olmayan kişiler toplanıyorlar. Bu kişilerin işkencecilerle de somut ilişkisi var. Türkiye’nin kaderi hakkında karar alıyorlar. Örneğin, “Heyetimiz gözaltı süresinin 30 gün içinde olmasında ittifak halindedir” kararını veriyorlar, sonra Anayasa bu doğrultuda değişiyor, gözaltı süresi 30 güne çıkartılıyor. O zaman 12 Mart sonrası Anayasa değişikliğinin arkasında olan güç ortaya çıkmış oluyor. Bu ülkede darbecilerin baskısıyla Anayasa değişiliyorsa bu yöntemin temelinde bir sakatlık var demektir. Marmara brifingcileri (!), “Heyetimiz DGM kurulmasında ittifak halindedir” önerisi yapıyorlar, bir süre sonra Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kuruluyor.Dolayısıyla bir gizli yapılanmanın olduğu kesinlikle görülüyor.
GÜNGÖR GENCAY: Ben de o noktaya değinecektim. 12 Mart darbesi denince akla kontrgerilla geliyor. Sanırım bu terimi kullanarak konuyu ilk kez siz açığa çıkardınız. Darbeciler için kontrgerilla uygulaması neden ihtiyaç haline geldi?
TALAT TURHAN: Savunmamla mahkemeye verdiğim Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı adlı, Genelkurmayın tercüme ettiği bir kitap var. Kitap Amerika’da CIA’nın Praeger Yayınevi tarafından basılmış. Bu kitabın 90-113’üncü sayfalarında, “bir darbe sonrasındaki siyasal düzenin nasıl oluşturulacağı” açıklanıyor: “Birinci adım, asi kuvvetlerin yok edilmesi ya da def edilmesi.” Sıkıyönetim ve olağanüstü hal durumlarında açılan ve olağanüstü mahkemelerin baktığı uydurma davalar ya da sıkıyönetim dönemlerinde provoke edilen terör, öldürme, yargısız infaz olaylarının amacı asi denilen kişileri, yani, emperyalizme göre muhalif sayılan kişileri ortadan kaldırmak. “İkinci adım, statik birliklerin kullanılması.” “Üçüncü adım, halkla temas etmek ve halkı kontrol altında bulundurmak.” Bu da fişleme mantığını sergiliyor. “Dördüncü adım, asinin siyasi teşkilatının ortadan kaldırılması.” Partilerin kapatılmasının mantığı da burada ortaya çıkıyor. Çünkü biraz önce de söylediğim gibi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) terörü besleyen, teröriste yataklık yapan bir parti olarak algılandığı için kapatılıyor, lideri tutuklanıyor. “Beşinci adım, seçimler.” Temizlik harekâtından sonra, seçim yapıp “liderlerin denenmesi” evresi geliyor. Seçilen liderler (!) ne denli işe yarıyor? Turgut Sunalp mi, yoksa Turgut Özal mı yeğlenecek kararı veriliyor. “Sekizinci adım, son çetecilerin kazanılması ya da baskı altında tutulması.” ABD, bu amaçla Panama’daki Kontrgerilla Okulu’nu 1946 yılında açıyor. Bu okul 1984 yılında ABD’de Ford Benning’e taşınıyor. Bu kirli yapılanmanın Avrupa kolu Almanya’da Oberammergau’dadır.
Bomba Davası’nda gözaltına alındıktan yaklaşık bir yıl sonra, mahkemeye çıkartılınca bir dilekçe verdim (8 Haziran 1973). Dava dosyasında poliste ifade verdiğim gözüküyor. Oysa adına kontrgerilla denilen bir gizli örgütte ifade verdiğimi açıkladım. Bunun saptanması için bazı tespitlerin yapılmasını istedim. Örneğin, Emniyet nöbetçi defterinin getirilmesi, oradaki Emniyet nöbetçi müdürlerinin ifadelerinin alınması, zabıt mümzilerinin(9) sorgulanması, daktiloların muayenesi gibi kanıtların tespit edilmesi isteminde bulundum. Türkiye’de ilk kez resmen kontrgerilla denilen bir örgütün varlığını açıkladım. Dilekçeme yanıt verilmedi, istemlerimin gereği yerine getirilmedi. Sonucun böyle olacağını önceden biliyordum. Amacım yönetimin sahtekarlığını, sıkıyönetim askeri mahkemelerinin niteliğini ortaya çıkartmaktı. “Ret kararı”yla daha yargılamanın başında, amacıma ulaşmıştım. Aradan dört gün geçti. Bu kez ikinci bir dilekçe yazdım (12 Haziran 1973). Bu dilekçeyi Başbakanlık’a, Genelkurmay’a, Kara Kuvvetleri’ne mahkeme kanalıyla gönderilmek üzere verdim. Bu dilekçede de kontrgerilla örgütünden söz ettim. Ve bu konuda Parlamento araştırması talep ettim. (10) 1973’ten bugüne kadar geçen süreç içerisinde en azından on kere TBMM’de bu konuda araştırma önergeleri verildi. Fakat her seferinde de sonuç alınamadı. Bundan şu sonuç çıkabilir: İşte karanlık güç, güç odağı, derin devlet… Çeşitli tanımlamalarla isminden söz edilen bir gücün varlığı söz konusudur. Bu gücü, üzerinde “Egemenlik ulusundur” yazan ve bütün gücün kaynağı olması gereken TBMM aşamıyor. Bunun gibi “Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu” diye bir kurul kuruldu. Bu kurul, örgütlerin açığa çıkarılması için yoğun çaba sarf etti. Ancak bir sonuç alamadılar. Çünkü, asli failler soruşturmayı engelledi. Gerek TBMM’de kontrgerillayla ilgili araştırma önergelerinin görüşülmesi sırasında, gerek “Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu”nun faaliyetleri esnasında, bazı Millitevekiller: kitaplarımı belge olarak TBMM’ye verdiler. Bu da yazdıklarımdaki haklılık payını gösteriyor diye düşünüyorum.
GÜNGÖR GENCAY: Bilindiği gibi Mart 1961’de çıkardan 205 sayılı yasayla Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sosyal güvenliklerini sağlamak amacıyla bir “Ordu Yardımlaşma Kurumu” (OYAK) kuruldu. Üyelerine ucuz tüketim maddeleri sunmayı hedefleyen OYAK, Adalet Partisi döneminde yerli ve yabancı sermayeyle ortaklıklar kurarak finans holding biçimine dönüştü. Üyeleri artıdeğere fiilen ortak olan bir kurumun emperyalist güçlere tavır koyabileceğini düşünebiliyor musunuz?
TALAT TURHAN: Ben de ordudan geliyorum. 1960’tan önce Silahlı Kuvvetler mensuplarının yaşamı acınacak derecede sefalet içindeydi. 1954-1958 arasında, dönemde, birçok subay Silahlı Kuvvetler’den istifa ederek ayrıldı. Örneğin ben, ayda 200 TL maaş alıyordum, istifa edenlerse KİT’lere (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) giriyordu, 2.000 TL alıyorlardı. Yani ordunun ekonomik gelir düzeyi ile KİT’lerde elde edilen ekonomik düzeyin oranı 1/10’du. Tabiî bu çok büyük bir farklılık oluşturuyordu. OYAK, ortaya çıkan bu ekonomik uçurumu kaldırmak, Silahlı Kuvvetler mensuplarına biraz daha imkân vermek amacıyla kurulmuştur. Ama zaman içerisinde bu iş tamamen çığırından çıktı. Bir üçüncü sektör oluştu. Her geçen gün, çığ gibi artan bir sermaye birikimine ulaştı. Devlet sektörü, özel sektör, bir de Silahlı Kuvvetler sektörü diye yeni bir sektör oluştu. Ordu sektörü özellikle özel sektörden bağımsız oluşturulmalıydı. Silahlı Kuvvetler istemiyerek de olsa ekonomide yer aldı. Silahlı Kuvvetler zaman zaman darbe yaptığı için Özel Sektör, kendi yatırımlarını emniyete almak için Silahlı Kuvvetler’le sıcak ilişkiler kurmanın yanında, ekonomik ortaklıklar kurmayı da kendi çıkarlarına uygun gördüğü için sermaye ile Silahlı Kuvvetler arasında olmaması gereken ilişkiler ortaya çıktı. Bir örnek vereyim: Bir firma, rafineri kurmak üzere yer satın aldı, finansman sağladı. Ancak rafineri kurmak için tek koşul aradı, Silahlı Kuvvetler’i ortak etmek. Bunun için çok yoğun kulis yaptı. Silahlı kuvvetleri ortak edemeyince yatırımdan vazgeçti. Satın aldığı arazide villalar yapıp, sattı. Özel sektörün Silahlı Kuvvetler’le ortaklık kurmaya çalışması bu durumda doğal görünüyor. Silahlı Kuvvetler bu boyutta ekonomik faaliyetlere katılmamalıdır. Ne yapılabilir? Böyle bir kurum oluşmuş. Silahlı Kuvvetler, her geçen gün silah alıcısı haline geldi. Dünya silah alıcıları arasında 7. sıradan 6. sıraya çıktık. 3,8 milyar, 4 milyar dolar gibi rakamlar. Zaten Türkiye ekonomisini zorlayan bir sıkıntı içindeyiz. Bir de Küreselleşmenin olumsuz yansıması var. Öyle bir riskler denizi içinde bocalıyoruz ki, tam emperyalist güçlerin arzu ettiği bir düzen. İkinci Dünya Savaşı bitti ama emperyalist ülkeler bölgesel savaşlar başlattılar. “Ulus devlet”leri ortadan kaldırmak için çelişkileri abartıp ya ayaklanmaları desteklediler ya da muhalifleri örgütleyip iç savaş çıkartarak, işine gelmeyen iktidarları suçlu duruma düşürmeye çalıştılar.(Arap Baharı bu anlayışla tezgâhlandı Bu yöntemle “Düşük Yoğunluklu Çatışma”yı (Low Intensity Conflict [LIC]) doktrine ettiler…(11) Çünkü çatışma emperyalizme ve silah tekelini elinde bulunan çokuluslu şirketlere (holdinglere) yarıyor. Nitekim dünyanın her yerinde çatışma var. Silah tekelleri çalışmazsa emperyalist canavar beslenemez. Onun için de, “Yeni Dünya Düzeni” söylemiyle sürekli barış hayali içerisinde dünya uyutulurken, aslında çok büyük bir çatışmanın zemini hazırlanıyor. Bir yandan etnik, dinsel, mezhepsel, ırksal çelişkiler tırnaklanıyor, diğer yandan mikro milliyetçilik canlandırılıyor. Silahlı Kuvvetlerimiz zamanında bu olguyu algılayabilseydi OYAK’ı “kendi silahını kendin üret” felsefesi içerisinde, çimento üretimi yerine, salça fabrikası ortak olacağına, özel sektörle ortaklık kuracağına, özerk kurumlar halinde, silah üreticisi haline gelebilseydi, hem kendi silahını üretip bağımlılıktan kurtulurdu, hem de silah sanayii çok kârlı bir yatırım alanı olduğu için, ihracata da yönelebilirdi. Bu fırsat kaçırıldı. Çünkü artık uluslararası finans kuruluşları, bir ülkeye verdiği borç miktarı kadar, o ülkenin ekonomisine müdahale ediyor.
GÜNGÖR GENCAY: Sayın abim, görülüyor ki, ABD, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle hedeflediği amaçlara ulaştı. Şimdi, 12 Martla başlayan ve emperyalizmin ülkemizde oynadığı oyunlar sürecinde hedefine ulaşıncaya kadar birtakım insanlar işkence gördü, bir de ilerici güçler yok edildi. Bu kıyıma, bunca işkenceye karşılık, insan haklarına dayalı uluslararası örgütlerden tepki geldi mi, gelmedi mi? Bunu biliyor musunuz? Bu konuda aydınlatır mısınız bizi?
TALAT TURHAN: ABD İnsan Haklan Örgütü’nden (Human Watch Committee) söz edelim. Her yıl bir rapor veriyor Stuke, ABD dışişleri bakan yardımcısı. Ama aslında dünyadaki terörü ve işkenceyi emperyalist devletlerin ve güçlerin organize ettiği de kesin. ABD’de okulları var, işkence aletleri ihraç ediyorlar. Darbe, psikolojik savaş ve işkenceciliği, örgütleyen, eğitim veren bir gücün, insan hakları savunuculuğu konumuna geçmesini ben çok gülünç buluyorum. Dünyadaki terörün, devlet terörünün ve işkencenin arkasında, emperyalist güçler var. Şimdi aynı emperyalist güçler insan haklarının savunucusu ve demokrasi havarisi kesiliyorlar. Neden? Çünkü “bir ülkede askeri darbe olmaktansa, mümkünse göstermelik bir demokrasi olsun” görüşünü yeğliyorlar. Biliyorsunuz işkencenin süregelmesi Türkiye’nin çok büyük bir ayıbıdır. Yıllarca işkence olgusunu yadsıdılar. Ama birkaç ay önce Başbakanlık’tan bir emir yayımlandı, “karakollardan işkence aletlerinin kaldırılması” istenildi. Artık bu olgu karşısında Türkiye’de işkence var mıdır, yok mudur diye tartışmak ayıptır. İşkence insanlık suçudur. Bir tek olayda bile, insanlık onuruna yapılmış bir saldırıdır. Acaba halkımız işkence görmenin onursuzluğuna karşı ne tip bir örgütlenmeyle karşı çıkacaktır? Mevcut örgütler, hem Batı’dan hem de AB fonlarından besleniyorlar. Türkiye’de işkencenin kökünün kazınması gereklidir, İnsan hakları örgütlerinin bizi suçlaması bir anlam ifade etmiyor. Türkiye’de işkence gören insanların sayısını saptamak bile güç… Acaba insan hakları örgütleri işlevlerini yeterince yapabiliyorlar mı? İnsan Haklan çok boyutlu bir kavram. Yoksa işkence görenler kendi aralarında örgütlenerek, en azından işkenceye karşı bir çaba gösterebilirler. “işkence görenler örgütü” kurabilirler. Bunun dışında, Helsinki Watch Committee (Helsinki İzleme Komitesi) insan Hakları ihlallerini izliyor. Avrupa Parlamentosu’nun çeşitli örgütleri Türkiye’deki en azından imza koyduğumuz sözleşmelere ne derece bağlı kalıp kalmadığımızı saptamaya çalışıyor. Onun dışında Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) var. Biz şimdi öyle bir çifte standart içindeyiz ki, Amnesty International,(12) Bulgaristan’daki Türklere yapılan mezalimle ilgili bir rapor veriyor. Onu alıp manşete çıkartıyoruz. Ama Türkiye’yle ilgili bir işkence olgusunu yayınladığında “komünist örgüt” diyoruz. Çifte standartla kangren olmuş bu sorunu çözemezsiniz.
Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) objektif midir, değil midir, buna bakmak lâzım. Amnesty International’i daha inandırıcı buluyorum. Çünkü bağımsız bir yapısı var. Türkiye’de İnsan Hakları Vakfı (İHV) ve İnsan Hakları Derneği İHD var ayrıca. İnsan haklarıyla hükümetlerin ilgilenmelerine karşın işkence sürüyor. Manisa’da, 14-15 yaşındaki çocuklara işkence yapıldığı basına yansıdı. Neden işkence yapılıyor? Toplumun sindirilmesi, yıldırılması diye bir olgu var. Bireysel işkence eğer 30 yıllık, 40 yıllık bir sürece yayılırsa, o toplumu yılgınlığa itmeye yönelik eyleme dönüşmüş demektir. Toplumun işkenceye alıştırılması, toplumun insani değerlerini, moral değerlerini ortadan kaldırma ve toplumu aşağılayıp yılgınlığa itme anlamını taşır. Emperyalistler işkenceyi bir yıldırma aracı gibi kullanıp toplumların direnme gücünü kıramadıkları “ev sahibi ülke”de (Host Country [HC]) yargısız infazlara yönelirler. Yetiştirip besledikleri işbirlikçi tetikçileri kullanıp “siyasi cinayet”lere başvururlar. Nikaragua’da, Kolombiya’da, Salvador’da, Şili’de, Pakistan’da aynı yöntemler uygulanıyor. Çünkü kuramı koyan emperyalist merkezler. Birinci aşamada işkenceyle toplumun yıldırılması, ikinci aşama yargısız infazlar, üçüncü aşama kayıplar. Bu aşamalar da yetmezse, darbelere yol veriyorlar. Arjantin’deki cuntalar 30.000 kişiyi yok ettiler ama cuntacı generaller yargılanıp hapse atıldılar. Şimdi ki Genelkurmay Başkanı Balza halkından özür diliyor. Bu olguya ne kadar seyirci kalınırsa, o ülke o ölçüde emperyalist pisliklerin içerisinde bocalamaya mahkûmdur.
GÜNGÖR GENCAY: Talat abi, son bir sorum olsun. Çeşitli kaynaklardan öğrendiğimize göre, başbakanı ABD vatandaşlık yemini etmiş bir ülkede yaşıyoruz. Yine ülkemizde CIA ajanları ve kontrgerillanın kol gezdiği söyleniyor. Yazmış olduğunuz Kontrgerilla Cumhuriyeti adlı kitapta ortaya koyduğunuz öyle gerçekler var ki, insanın hem yüreği yanıyor, hem de tüyleri diken diken oluyor. Yine aynı kitapta, kontrgerilla konusunda Meclis’te araştırma açılmasının HEP, CHP, RP ve SHP’den beş milletvekilinin olumlu oyuna karşı DYP, ANAP, SHP ve MHP’nin oylarıyla reddedildiğini yazıyorsunuz. Taşıdığımız bu utançlı boyunduruk anlatılır gibi değil. Biz bu acıyı ülke olarak hep çekecek miyiz? Yani bundan kurtulmanın bir yolu, yöntemi, daha önce sözünü ettiğiniz yeni bir kurtuluş savaşı yapmanın yolu yok mudur?
TALAT TURHAN: Bir düzen, politik güçler, sivil-asker bürokrasisi, Silahlı Kuvvetler, güvenlik güçleri, istihbarat örgütleri ve yargıdan oluşan çeşitli güçlerden oluşur. Bu güçler ne ölçüde milli olursa, o ülkenin düzeni, o ölçüde kendi ulusal çıkarlarına hizmet eder. Günümüzde ABD, kendini dünyanın lideri kabul etmektedir. Oysaki ABD içinde bile karşıt görüşler var. Örneğin Z. Brzezinski, Amerika’nın mutlak liderliğinin mümkün olmadığını iddia ediyor. Nixon da öyle düşünüyor. ABD’nin mutlak liderliğine inananlar da var, inanmayanlar da. Ama Türkiye gibi ülkelerde 64 yıllık bir altyapı var. İşbirlikçileri ABD’nin mutlak liderliğini kabul ediyorlar. Bir kere bu teslimiyetten Türkiye’yi çıkaracak bir bilinç lazım. Bu bilinci örgütleyecek bir siyasal oluşuma gereksinim duyuluyor. Dünyada CIA’ya hizmet eden Devlet Adamları var. Kuşkusuz Türkiye’de de yabancı ve yerli istihbarat örgütlerine hizmet sunan politikacılar da bulunuyor. Meksika eski devlet başkanı Luis Echeverria “Litempo-14” koduyla yıllarca CIA’ya hizmet etti. Kosta Rika eski Cumhurbaşkanı Jose Figueres, “CIA’yla 30 yıl çalıştığını, yirmi bin değişik türde işbirliğine girdiğini, birçok Latin Amerika devlet adamı için de aynı şeyleri söyleyebileceğini” “Pişmanlık duymadığını, politikada ve savaşta geçerli yasaların ahlak kurallarıyla ilgisi bulunmadığını” açıklayıp, satılmışlığını itiraf etti. 1977 yılında bir gazetede yayımlanan açıklamada Ürdün Kralı Hüseyin,(13) “20 yıldan beri tahtımı CIA’dan aldığım paralarla koruyorum” diye itirafta bulunuyor. Bakıyorsunuz, Ortadoğu barış sürecinde en öndeki kişi Ürdün Kralı Hüseyin. Emperyalistler iktidardaki kişileri satın alıp çıkarları doğrultusunda kullanmayı hedefliyorlar. Yetiştirdikleri kişilere değer yargılarını kabul ettiriyorlar. Tezgâhtan geçirilenler (!) Richard Podol adlı bir AID ajanının Türk bürokrasisi hakkında raporu 1985 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı: (mealen): “Türk bürokrasisi içinde Amerika’da eğitim görmüş kişiler, müdür seviyesindeler. Bizim amacımız genel müdürlük seviyesinde bütün bürokrasiyi ele geçirmek olmalıdır.” Podol’un önerileri ülkemizde zirve yaptı. T. Özal döneminde ithal prenslerle çift pasaportlu kişiler getirildi. Ekonomik bürokrasiyi ele geçirdiler. Onların pislikleri şimdi ortaya dökülüyor. Emperyalist güçlerin, düzeni yaşatan tüm güçleri çeşitli yöntemlerle, başta eğitim ve enformasyon yöntemleri olmak üzere ele geçirmesi söz konusu. Bu altyapı içerisinde CIA ajanı da, AID ajanı da cirit atıyor.
Örneğin, bütün ülkelerdeki CIA ajanları üç grupta toplanabilir: 1- Ülkelerin büyükelçiliği içerisinde herhangi bir başka görevde gözüküp de aslında CIA ajanı olanlar. Yani ABD Büyükelçiliğinde görevli kişilerin dörtte üçü CIA ajanıdır. 2- Bir ülkede ABD şirketi gibi faaliyetle bulunan kuruluşların yöneticilerinin (CEO) çoğu CIA ajanıdır. 3- Bir ülkede medya içerisinde görev yapan ya da ABD Enformasyon Örgütü (USIS)(14) gibi kurumların amacı psikolojik savaşın propaganda faaliyetlerini yürütmek olduğu için, onların da büyük bir çoğunluğu CIA ajanıdır.
GÜNGÖR GENCAY: Gerçek Sanat Dergisi adına teşekkür ediyorum. Ekleyeceğiniz başka bir şey varsa.
TALAT TURHAN: Ben de teşekkür ediyorum. Şunu ifade etmek istiyorum. Almanya’ya gidip Ayaklanmaları Bastırma Okulu’nu gördüm, Oberammergau kentinde, ABD ve NATO’ya bağlı. Bu okullardan kimler gelmiş kimler geçmiş. Tabii bunu devlet bizim elimizde olmadığına göre, saptamamız olanaklı değil. Bu okullardan geçen kişiler askeri darbeler içinde rol almış mıdır, almamış mıdır, onu da saptamak mümkün değil. Çünkü TBMM’de kontrgerilla önergesi bile yıllardan beri geçemiyor.
Kaynakça ve Açıklamalar
(1) Çeteleşme, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999, s. 67.
(2) CIA Günlüğü, 2. Cilt, E Yayınları, 1. baskı, Eylül 1975.
(3) İşte neo-faşizm, nazist militan grupların sahneye çıkması burada mantığını gösteriyor.
(4) 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim komutanı.
(5) Bu mektup, Bomba Davası/Savunma-2 adlı yapıtımda yayımlanmıştır (19 Eylül 1972).
(6) Bilderberg örgütü üyesi.
(7) Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, Talat Turhan, 1. Kitap, Sorun Yayınlan, 2001. Etkinlikleri 2.Kitap F/6 (www.talatturhan.com.tr)
(8) Marmara Brifingi, Devletin Gözüyle Sol ve Sağ Örgütler, Kaynak Yayınları,
(9) Zabıt mümzileri: İfadeye imza koyan kişiler (hukukî terim).
(10) Bomba Davası/Savunma-II, İşkence, Talat Turhan, 1986.
(11) LIC (FM 10-20), ABD resmi talimnamesi.
(12) a- “Amnesty International 1995” yıllığı, Milliyet, 1 Mart 1977.
(13) “Kral Hüseyin: ‘20 yıldan beri CIA’dan para aldım.’” Milliyet, 1 Mart 1977, aktaran: Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, 1999, s. 63
(14) United State Information Service. 20 Aralık 1993, Oberammergau
Son Söz Yerine 2011
Boyun Eğecek miyiz?* Bu ülke, Sevr dayatmasına başkaldıran, emperyalist baskılara boyun eğmeyen “Müdafaa-i Hukuk’çuların, “Kuvayı Milliye”cilerin önderi Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda akıtılan kanların bedeli kazanılan bağımsızlık temeli üzerinde kurulmuştur. Dün Mustafa Kemal’e karşı çıkan emperyalistler, bugün tarihsel bir takiye yapıp yerli işbirlikçileri aracılığıyla Atatürk ve “Atatürk ilkeleri”nden yana görünüp, Sevr’i horlatmaya çalışıyorlar. Çoğunluğu neomandater, neo-liberal olan işbirlikçi sermayenin doğal müttefiki olan bazı tarikat önderleri, bir zamanların moda deyimiyle “Adriyatik’ten Çin’e kadar” örgütlenip ABD emperyalizminin dayatmaya çalıştığı “Ilımlı islam İdeolojisi”nin kadrolarını yetiştirmektedirler. Bu oluşuma uluslararası kapitalizmin gizli örgütlerine üye yapılan işbirlikçi politik liderler, iş adamları, bankacılar, bürokratlar vb. katkıda bulunmakta, masonik ve premasonik örgütlerin de desteğiyle Atatürk ilkeleri tasfiye edilirken, ulus devlet olma kimliğimiz yeni dünya düzeni içinde eritilmeğe çalışılmaktadır. Yeni dünya düzeni söylemlerinin devam edegelmesi de makro düzeyde bir takiyedir. Çünkü emperyal gizli örgütlerin 1920’li yıllardan bu yana sürdürdükleri çabalar sonuçlanmış ve günümüzde bu düzen yaşama geçirilmiştir. Bu gerçeği algılayabilmek için internette bilinçli bir tarama yapılması yeterli.
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç, Koç Üniversitesi’nde düzenlenen “Zor Zamanlarda Liderlik” konulu konferansta yaptığı İngilizce konuşmasında(1)“Saddam’ın da dünyanın stresini artırması sinirlerimizi gerginleştirmesi, bilmiyorum ne kadar doğrudur, ama bunlar büyük politikalar, bizim işimiz değil” diye konuştu. Rahmi Koç, Amerika’nın patron olduğunu, onun sözünün geçtiğini kaydetti. Koç, şöyle devam etti: “Bugün diyorlar ki, Tony Blair, İngiliz uçak gemisi de Körfez’e gitti. Bir şey olur mu? Bu tamamen dışa karşı bir göstermeliktir. Blair olsa da, onun gemisi orada olsa da olmasa da Amerika karar verdiğini yapıyor. Güç onda. Amerika bir şey dediği zaman, hepimiz boyun eğeceğiz.”
Rahmi Koç, Öcalan sorunu nedeniyle ekonomik çıkarlarının zarar gördüğü bir dönemde ise, (2)“Bunun gibi şeyler, hepsi Amerika’dan çıkıyor. Çünkü Amerika’da gerek Kürt gerek Ermeni, gerek Musevi, gerek Rum lobisi fevkalade kuvvetli. Onlar Amerika’da baskı yapıp, bu gibi olaylara önayak olunca, bu Avrupa ülkelerinde de oluyor” şeklinde konuşmuştur. Baba Vehbi Koç’un söylemi pek farklı değildi. Örneklersek:(3) “Yerel ve genel seçimler bir arada yapılsa, herkes kendi işine baksa olmaz mı? Bal gibi olur, ama ABD ne isterse o oluyor.”
Aslında 1950 yılından bu yana benimsenen uydu ekonomik modele uygun işbirlikçi ticaret ve sanayi burjuvazisi yetiştirmeyi amaçlayan ve ortakları arasında ABD’nin casusluk örgütü AID’nin de bulunduğu “Sınai Kalkınma Bankası”nın kurulduğu günden beri hangi projelere ve hangi şirketlere ne miktarda kredi verdiği, bu şirket patronlarının masonik ve premasonik örgütlerle ilişkileri en ince ayrıntısına kadar araştırılmadan oluşturulan uydu ekonomik modele doğru tanılar konulamaz diye düşünüyorum. Bunun gibi, Özal döneminde bol keseden teşviklerle ve hayali ihracat vurgunlarıyla daha da palazlanan işbirlikçi sermaye emperyalist güdüm içinde teslimiyetçiliği kişisel çıkarlarına uygun görmekte, ulusal çıkarlar göz ardı edilmektedir.(4)
Rahmi Koç, Turgut Özal döneminde RAM Dış Ticaret kanalıyla iş yapmış(5) bir işadamı olması yanında ekonomide büyük bir ağırlığı olan bir kişidir. O üniversitesinin öğrencilerine acaba kendi adına mı, KOÇ topluğuna bağlı şirketler adına mı ya da başka bir nedenle mi kurucusunun “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir.” dediği bir ülkede “ABD’ye boyun eğmeyi” önerebilmektedir.
David Rockefeller’in bağlantıları araştırıldığında “Chase Manhattan Bank”ın yönetiminde CFR ve Bilderberg örgütü mensubiyeti nedeniyle üye olduğunu görüyoruz. Aynı kuruluşta Henry Kissinger’ın Bilderberg, Trilateral Komisyon ve CFR örgütleri üyesi sıfatıyla bulunduğunu görmek bizi şaşırtmadı. Çünkü yıllardan bu yana Kissinger’ın ülkemizde devlet adamları ve işadamlarıyla sürdüregeldiği dostluklardan rahatsız olduğumu basın toplantısı yaparak açıklamıştım.(6)
Rahmi Koç eğer bu bağlantısı nedeniyle ABD’ye boyun eğmemizi öneriyorsa onu anlamak olanaklıdır… Ama bu bağlantısını saklayıp böyle bir öneride bulunduğu için, kendisini “tam bağımsızlık” ilkesini benimseyenler geç de olsa kınamalıdır. Buna karşılık neo-liberaller “Yeni Dünya Düzeni” içinde en üst düzeyde yer almak başarısını gösteren Rahmi Koç’u kutlamalıdır. Ne yazık ki Rahmi Koç’a pek fazla tepki gösteren olmadı. Bir dergi(7) “Boyun eğdiremeyeceksiniz!” başlığıyla karşı çıkarken, bir gazetede yer alan makalesinde Prof. Dr. Nevzat Yüksel bizler gibi düşünenlerin hislerine tercüman oldu:(8)
“Toplum içinde birtakım insanlar sürekli olarak özgürlük ve onur savaşımı verirken, kimileriyse özgürlük ve onuru kendileri için bir yük gibi görebilmektedir. Böyle bir ortamda bu yükün altında kalmamak için boyun eğme bir seçenektir. Boyun eğdiğinizde toplumsal sorumluluklarınızdan kurtulur, sıradan bir insan olursunuz. Bir anlamda rahatlarsınız. İkinci seçenek, bütün bunlara karşı çıkarak savaşmak, bir başka deyişle kendini gerçekleştirme seçeneğidir. Gerçekte bu onurlu yaşama savaşımıdır. Yöneticilerimiz ikinci seçeneği ne ölçüde teşvik edip kolaylaştırıyorlarsa o kadar başarılı sayılırlar. Oysa uygulamada bunun tam tersi bir durum yaşanmaktadır.”
Şimdi halkımızın önünde mikro düzeyde dayatılan seçeneklerden birinin “ABD’ye boyun eğmek” olduğu görünüyor. Makro düzeyde ise ulusal devlet kimliğini kaybedip “Yeni Dünya Düzeni”nin varoşlarında sömürgeleşmeyi kabul etmek. Bu ülkenin özgür, onurlu ve bağımsız bütün bireyleri ile örgütleri bu anlayışa karşı çıkmalıdır. Bazı çevreler yasalar göz ardı edilerek ormanlık bir bölgenin “Koç Üniversitesi”ne verilmesine karşı çıkıyorlar, bunun gibi İzmit’teki SEKA arazisinin “Koç Holding”e bedava verilmesini içlerine sindiremiyorlar. Ecevit hükümetinin Güneydoğu’ya 110 milyon dolarlık yatırım paketi ayırmasına karşılık Koç’a peşkeş çekilen SEKA arazisi üzerinde Ford fabrikası kurması için 700 milyon dolar teşvik verilmesini anlamakta güçlük çekiyorlar. Bu durumda özel sektör yerine “güzel sektör” demeliyiz… Arsa bedava devletten, teşvik devletten, helva pişirmek de “Koç topluluğu”na düşüyor. Aslında emperyalizmin gizli örgütlerini tanımadan bu olağanüstü ayrıcalığa doğru tanılar konulamaz.
Şu anda ülkemizin bütün liderleri, Fiat’ın patronu G. Agnelli, belirli bir hiyerarşi içinde uluslararası kapitalizmin üyeleridir. Bunların birbirlerini desteklemesinden daha doğal ne olabilir. Bu bağlamda “boyun eğme” önerisi de yeni bir içerik kazanmaktadır. Ben bu olguyu “Bilderberg’lerin dansı” diye tanımlamıştım. Bu durumda ister Atatürkçü, ister sosyalist, ister sosyal demokrat, ister Müslüman olun, boyun eğerek ilkelerinizi yaşama geçiremezsiniz. Bu örgütleri ve örgüt üyelerini politikadan, iş âleminden, bürokrasiden arındırmadan bağlı olduğunuz değerleri koruyamazsınız. Bu bilince ulaşılmadığı için, seçimler, statükoyu bir başka boyutta sürdürme dışında hiçbir şeyi değiştirmeyecektir diye düşünüyorum.(9) Şimdi de bu anlayışa derinlik kazandıran Attillâ İlhan’ın bir yazısına yer vermek istiyorum: (10)
“İktidar” Değişir, “Düzen” Değişmez
“Nasıl ‘göstermelik’? Meraklısı bilir, ABD’de ‘sistem’, yerleşik ekonomik düzeni korumak üzerine kurulmuştur; bu bakımdan, halkın seçimlerde vereceği oy, seçeceği taraf (parti) hangisi olursa olsun; ne ‘iktidar’ değişir, ne ‘hâkimiyet’; çünkü her ikisi de, ülkenin ekonomisine el koymuş, egemen çıkar gruplarına aittir; onlar, halkın seçeceği siyasi kadroları, çıkarları doğrultusunda yönlendirirler; yâni halk, kime oy verirse versin, aslında kendi aleyhine oy verir; sonuçta, Lampedusa’nın o çok sevdiğim ‘özdeyişi’, bir kere daha doğrulanır: ‘Hiçbir şeyin değişmemesi için bazı şeyler değişir’, o değişenler de ‘birkaç resim’le ‘birkaç isim’den ibarettir. O kadar!
Böyle bir ‘demokrasi’, anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla, hem monarkh’ı deviren, hem ‘Ulusal Demokratik Devrimi’ni yapmış, bir ‘Cumhuriyet’in özlediği, ‘geçerli’ demokrasi olmayacaktı. Olsa olsa, Sâmir Amin’in sözünü ettiği ‘düşük yoğunluklu demokrasi’ olabilirdi ki, ülke ‘sistem’in ‘otomatik pilotuna’ bağlandığı için sonuçta seçimler, milletin ulusal çıkarlarına ve projeksiyon tercihlerine değil; Lampedusa’nın özdeyişine hizmet edecekti. Ne diyordu Sâmir Amin: ‘neo/liberalizm, ‘düşükyoğunluklu demokrasi’ diye nitelendirebileceğimiz, tehlikeli bir gidişi beslemektedir. Tehlikeli bir gidiştir bu, çünkü ister beyaz, ister yeşil, mavi ya da kırmızıya oy vermiş olunuz; kaderiniz seçtiğiniz hükümete bağlı olmayacak; piyasanın dalaverelerine, oligopollerin (gizli) stratejilerine; –halktan kopma anlamında ‘bağımsız’, ama para piyasalarına ‘bağımlı’– merkez bankasının kararlarına bağlı olacaktır…’ (Sâmir Amin, Mondialisation des Luttes Sociales, s.4-5)
Şimdi elinizi kalbinize koyup söyleyiniz: 1946’dan beri, bu böyle olmamış mıdır? Seçmen, ülkesinin geleceğine ilişkin, ‘alternatif gelişme, olanağı sunabilen, toplumsal-sınıfsal partilere oy veremiyor; çünkü o partiler, ya yok, ya ‘sulandırılmış’ ya ‘evcilleştirilmiş’; o partilerin yerine ‘geleceği’ aralarında asla tartışmayan, asla yeni bir kalkınma tasarımı, ya da dış politika projeksiyonu sunmayan; sadece nasıl yaparsa ‘malı kendisinin götürebileceğini’ hesaplayan, ‘çıkar gruplarına’ veriyor; üstelik, bunu demokrasi sanıyor.
Türkiye’nin kaderine hükmeden üç beş adam, daha başlangıçta –bilerek– bu yolu seçmişti: yanlış yolu!” Aklı başında olanların, satılmamışların, dışardan beslenmeyenlerin Attillâ İlhan gibi düşünmeleri gerektiğini düşünüyorum. Ama ne yazık ki kitaplarımda açıkladığım gibi Org. Çevik Bir ve Fethullah Gülen de Rahmi Koç gibi düşünüyor. Farklı kesimlerden gelen bu üç kişiyi ABD yandaşlığında birleştiren nedenlere doğru tanılar koyabilirsek mücadele stratejimizi saptayabiliriz.
Yolunuzun açık ve aydınlık olması dileğiyle…
Kaynakça ve Açıklamalar
* Çeteleşme, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık, 1999.
(1) “Koç: ‘Güç ABD’de boyun eğeceğiz.’” Yeni Yüzyıl, 7 Şubat 1998.
(2) “Rahmi Koç’tan İtalya’ya tepki”, Milliyet, 2 Ekim 1998.
(3) “ABD’nin isteği olur”, Milliyet, 22 Kasım 1994.
(4) TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu (3 Nisan 1997, s. 33): “Sonuç olarak ihracatı artırmak, bu alanda görülen mevcut tıkanıklıkları gidermek bahanesiyle ihracat İşlerinden sorumlu dönemin Bakanları ile Başbakan sorumludur.” Ekonomide yağma ve talan dönemi başlatan, emperyalistlerin bu konulardaki tüm isteklerine boyun eğen ve devlettin maddi ve manevi ziyanına neden olan bu başbakandan sorumluluğunun hesabı sorulmak şöyle dursun, öldükten sonra onu bir de anıtmezarla simgeleştirdiler…
(5) Doruk Operasyonu, Talat Turhan, Sorun Yayınları, 1989.
(6) 11’inci bölüme bakınız.
(7) Aydınlık, 8 Şubat 1998.
(8) “Onur ve Özgürlük”, Prof. Dr. Nevzat Yüksel, Cumhuriyet, 5 Mart 1998.
(9) Bu kitap seçimlerden önce dizgiye verilmiştir.
(10) “‘Yanlış Yolu’, Bilerek Seçmek”, Attillâ İlhan, Cumhuriyet, 29 Mart 1998.
Sorular
— Gelmiş geçmiş tüm iktidarlarda ve tüm darbelerde mason üstü, mason ve premasonik örgütlere mensup Siyonist yandaşı Enternasyonal örgüt üyelerinin başat rol oynamasını neden iktidarlar halkımıza açıklamıyor?
— Tüm darbeleri aynı potaya koyup adeta 28 Şubat 1997 “postmodern darbe”sini bahane ederek Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde “psikolojik harekat” uygulayan küresel medya ve cemaat medyası mensupları, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin 1990 yılından beri “İslam’ı düşman seçtiklerini” nasıl görmemezlikten gelebiliyor?
— 12 Mart 1971 muhtırasal darbesi öncesinde dönemin Hava Kuvvetleri komutanı Org. Muhsin Batur,(1) İsviçre’ye gidip Necmettin Erbakan’la ne konuştu?
— 12 Mart 1971 darbesinin arkasında CIA’nın ne işi var?(2)
— 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde dönemin Hava Kuvvetleri komutanı Org. Tahsin Şahinkaya’nın ABD’de ne işi vardı?
— Org. Çevik Bir “balans ayarını” TSK adına mı, yoksa mensubu olduğu mason locası adına mı yapmıştır?
— Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın banisi, ulus devletin lideri Atatürk’ün kadrosunda Celal Bayar başta olmak üzere Masonların ne işi vardı? (3)
— 1947 yılından beri ülkemizi yöneten iktidarların hemen hemen tümünün mason ve ABD derin devletinin örgütü olan “Bilderberg örgütü”nün üyeleri olmaları ve bu süreçte ülkemizin enternasyonal Kapitalizmin liderliğine soyunan ABD’nin küreselleşme hedefleri doğrultusunda uydulaştırılması neden kimseyi rahatsız etmiyor?
— Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Erdal İnönü, Mesut Yılmaz, Ali Babacan, Fehmi Koru vb. gibi kişilerin “Bilderberg örgütü” üyesi olmalarını göz ardı edilmesi Müslümanlığa sığar mı?(4)
— Bülent Ecevit’e cemaat neden destek verdi?
— 1975 yılında halkımız iki kampa ayrılmıştı. Bir bölümü “Çoban Sülü”yü tutarken diğer bölüm “Karaoğlan” diye çırpınıyordu. Aynı yıl Çeşme Altın Yunus Oteli’nde (23-27 Nisan 1975) Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’in ABD’nin kurduğu ve yönettiği Bilderberg örgütüne üye olması niçin gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor?
— Hâlâ B. Ecevit ve A. Menderes üzerinden siyasi rant sağlamaya çalışanlar, Siyonist ve emperyalist küreselleşmeci “demokrasicilik oyunu”nu ne zamana kadar sürdürecekler?
— Bazı liderlerin CIA ile ilişkisi olduğu iddia edilmektedir. Bu arada bir dergi birkaç yıl önce birinin “İstanbul Gülü” kod adıyla uzun süreden beri CIA ajanı olduğunu yazmasına karşın başta muhatabı olmak üzere, hiç kimseden ses çıkmamasını neden görmezlikten geliyorsunuz?
— Atatürk ilkelerinin bugün geldiği durumu neden partiler ve medya açıkça eleştirip emperyalistlerin niyetlerini sergilemek zahmetine girmeksizin, sloganla yetiniyor?
— Ulus devletin ortadan kaldırılmasının ABD emperyalizminin küreselleşme hedefleri içinde bulunduğu bilinmiyor mu?
— Anayasa’nın değiştirilmesi mümkün olmayan maddelerini delmek isteyenlerin amacı nedir?
— “Laiklik ilkesi”ni değiştirmek isteyenler yerine ne koymayı tasarlıyorlar?
— Tüm kurumlarımızın içine sızan “dış istihbarat örgütleri”nin önü ne zaman kesilecek?
— İslam’ı “güdümlü İslam”a dönüştürmek isteyen “hinler arası diyalog” (5) yandaşlarının önü ne zaman kesilecek?(6)
— 1 Mart 2011 günü TBMM ve TV kanallarında yapılan konuşmalarda “Silahlı Kuvvetler Atatürkçülükten vazgeçti” denilmesinin anlamı nedir?
— Türk Silahlı Kuvvetleri’ne süregelen saldırılar ile “dünya hükümetinin hedefleri” içinde yer alan; “Silahlı Kuvvetlerin kaldırılmasıyla eşzamanlı olarak uluslararası bir kolluk gücünün kurulması” maddesi arasında ilişki kurulabilir mi?
— Mavi Marmara gemisindeki vatandaşlarımızın İsrail özel kuvvetlerine mensup askerler tarafından katledilmesi olayında Fethullah Gülen’in İsrail’i savunması neden görmemezlikten geliniyor? Gülen hangi etkiler altında İsrail’in savunmasına soyunuyor?
— “Dinler arası diyalog”un liderinin Papa olduğunu, siyaseten ve dinen bu tuzağa girenlerin ya bilerek ya da bilmeyerek “Hıristiyan misyonerliği” yaptıkları niçin görmemezlikten geliniyor?
— Her iktidara gelenin çocuk, akraba ve yandaşlarının zenginleşmesi demokrasiyle nasıl bağdaştırılabilir?
— Muhalefet partileri açıklanan “Wikileaks belgeleri” hakkında soru önergesi vermeyi düşünüyorlar mı?
Kaynakça ve Açıklamalar
(1) Bomba Davası/Savunma – Yargılayanları Yargılıyorum, Sorun Yayınları 1986.
(2) “12 Mart’ta Büyük Ölçüde CIA Vardır”, İ. Sabri Çağlayangil (dışişleri eski bakanı), Politika 12 Mart 1976
(3) Çeteleşme, Talat Turhan, Akyüz Yayıncılık 1999
(4) Derin Devlet, Talat Turhan, İleri Yayınları, 2006 (üst düzey masonların listesi kitapta).
(5) Hinler Arası Diyalog, Bahadır Berk, Umay Yayınları, 2008.
(6) a- “Hillary Clinton: ‘Nakşilerle, Nurcuların arası nasıl?’” Wikileaks Türkiye belgeleri, Taraf, 23 Mart 2011.
b- “On milyon dolar verin Mekke Vatikan olsun.” (Türk din adamının ABD’den isteği)
c- “Bin Yıllık Tarikat Geleneği ve Cemaat – Siyaset İlişkileri”, NTV Tarih Dergisi, Mayıs 2011. 1954’te İlk Bilderberg toplantısının yapıldığı Otel, Hollanda’nın Oosterbeek kasabasında. 29–31 Mayıs 1954’teki ilk toplantıdan bir görüntü.