1
Yazı

İktisat Dergisi (Kasım 1992)

İktisat Dergisi, Kasım 1992

ASKERİ DARBELER ÜZERİNE

Talat Turhan

(1992)

Türkiye Cumhuriyeti’ndeki birçok şey gibi, darbecilik geleneği de Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalmıştır. Osmanlı’nın son döneminde baş gösteren illegal örgütlenmeler, İttihat ve Terakki Fırkası çatısı altında toplanmış, “Babıâli Baskını” olarak adlandırılan olayla bu gelenek başlamıştır.

Mustafa Kemal ve İsmet Bey’in de o dönemde darbecilerle birlikte olduklarını görmekteyiz. İnönü daha sonraki yıllarda yaptığı bir söyleşide şöyle diyordu:

“Orduda darbe heveslileri tükenmez. Genç subaylar her gün hükümet kurar, hükümet devirirler. Biz de Mustafa Kemal’le, yüzbaşıyken, darbe planları yapardık. Bu olur. Toplum bir çatışmaya, bir gerginliğe gittiği zamanlarda, bu artar. O zamanlarda supabı biraz açıp tahliye etmek lazım. Toplum rahatlarsa, onlar da darbe yapamaz.” (1)

Mustafa Kemal dehasıyla darbecilikten Kurtuluş Savaşı kahramanlığına yükselmeyi başarmış ve kendi döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) darbe yapmak düşüncesi hiç kimsenin aklına bile gelmemiştir.

TSK bünyesinde darbe yapmak amacıyla ilk kez başlatılan örgütlenmenin tarihi 1943’tür. Bu örgüt içinde bulunanlardan, Kur. Alb. Cemal Tural(2) (sonradan örgütten ayrıldı), Kur. Alb. Naci Aşkun,(3)

Kur. Alb. Necip San(4) sayılabilir. Bilindiği gibi, 1943 yılında İsmet İnönü “Milli Şef” unvanını taşıyan bir cumhurbaşkanıydı ve de çok partili döneme geçilmemişti. TSK’nin tümünün koşulsuz olarak İnönü’nün arkasında olduğu söylenegelmiştir. Oysaki, 1943 yılında darbe yapmak için örgütlenenlerin amacı İnönü diktasına son vermekti. 1946’da çok partili döneme geçiş, 1950’de de Demokrat Parti’nin (DP) iktidar olmasıyla bu kişiler amaçlarına ulaştıkları için örgütlerini dağıtmışlardır.

1954’ten itibaren DP’nin diktaya gitme özlemi karşısında da gene aynı amaçla örgütlenen subaylar 27 Mayıs’ı (1960) yapmışlardır. 27 Mayıs’tan önce ABD, bir darbe geleceğinin farkındadır. Yandaşı olan Menderes iktidarını darbeden habersiz kılarak bir anlamda sonunu hazırlamıştır. 27 Mayıs’tan sonra ABD, başlangıçta darbenin ne yanında ne de karşısında olmayı yeğlemiştir. Zaman içerisinde, genç subaylardan oluşan Milli Birlik Komitesi’nin tümüne egemen olamayacağını algılayınca, hareketi parçalamak için yerli işbirlikçilerin de katkısıyla her yolu denemiştir. Tüm bu olumsuzluklara karşın 1961 Anayasası ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düştüğü için ABD yanlısı partilerce boy hedefi seçilmiş, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de tümüyle Amerikan güdümünde 1961 Anayasası ortadan kaldırılmıştır.

Darbecilik geleneğine ABD işbirlikçisi olarak sahip çıkanlar bulunduğu gibi, iktidarın tutumunu beğenmeyen kişiler vatan-millet kurtarma amacıyla yola çıkmakta, sonuçta ABD emperyalizminin çıkarlarına daha fazla hizmet eden bir düzen getirilmektedir. 80’li yıllardan bu yana, darbe tartışmaları Türkiye’nin gündemini oluşturmaktadır. 1989 yılında yine böyle bir tartışma başlamıştı. O zamanki görüşlerimi ayrıntıyla açıklamıştım.(5) Bu kez yeniden ülke gündemine giren darbe olasılığının TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk başta olmak üzere, toplumun her kesiminde tartışılır hale gelmesi, kuşkusuz “havanda su dövmek” olarak nitelenemez.

Kanımızca, emir-komuta zinciri dışında darbesel bir örgütlenmenin duyumunu alan ilgililer darbecilerin cesaretini kırmak ya da onları hazırlıksız darbeye itmek suretiyle bu tehlikeyi önlemeyi düşünmüşlerdir. Türk Ceza Kanunu’na göre darbeye teşebbüs suçtur. İktidarın üzerindeki “devlet üzerinde devlet”, (6) varlığını her geçen gün büyüyerek sürdürdüğünden, iktidar bu zafiyet içerisinde darbe  teşebbüsçülerinden hesap sorma yerine, onları korkutmayı, cüretlerini kesmeyi yeğlemektedir.

Aslında askeri darbelerin anavatanı Latin Amerika’dır. Oradaki darbeleri Simon Bolivar’dan başlayıp Monroe Doktrini’ne, Monroe Doktrini’nden İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar, İkinci Dünya Savaşı’ndan da günümüze değin üç ana başlık halinde incelememiz olanaklıdır. Bu türlerden özellikle sonuncusunun Türkiye’yle çok belirgin koşutluğu bulunmaktadır. Çünkü bu dönemde (1945 sonrası) dünya genelinde birkaç istisna dışında tüm askeri darbeler ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet için düzenlenmektedir. ABD askeri darbelerin kuramını geliştirip, hegemonyası altına aldığı ülkelere ihraç etmekle kalmayıp bu amaçla Gladio türü yeraltı örgütleri kurup, finanse ederek denetiminde tutmaktadır. Tüm NATO ülkeleri yanında İsviçre, Avusturya ve İsveç gibi ülkelerde de bu tür örgütlerin varlığı 1990 yılında tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Gelişmiş Batı ülkelerinde komünist bir istilayı ya da iktidarı engellemeye yönelik bu tür örgütler, demokrasi geleneği yerleşmemiş ülkelerde ABD yanlısı askeri darbelerin oluşması için ortam hazırlamak, darbe sonrasında da onu yaşatmak gibi bir işleve sahiptir.

Türkiye’de 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 tarihlerinde üç askeri darbe yaşandı. Bu süreç içerisinde yaşanan, açığa çıkan ya da çıkmayan bir sürü darbe girişimini şimdilik konumuzun kapsamı dışında tutuyorum. 1 Mayıs 1977 günü Taksim’de işçi sınıfına yönelik katliamdan bir gün sonra tanıdığım bir kişi, 5 Haziran 1977 seçimlerinden önce dönemin K.K.K. Org. Namık Kemal Ersun’un darbe yapacağı haberini verdi. Aslında 1 Mayıs şoku nedeniyle sarsıldığım bir dönemde böyle bir haber almış olmam beni daha da rahatsız etti. Çünkü habere inanmamam için hiçbir neden yoktu.

Beni bilgilendiren kişi Göztepe Yeşilçeşme sokağındaki bir apartmanda Namık Kemal Ersun’un daire komşusuydu. Ve de komşusuyla sıcak ilişkiler içinde bulunduğunu da biliyordum. Öldüğü için ismini açıklamamın bir gereği olmadığını düşünüyorum. O dönemde ülkemizde yabancı istihbarat örgütleri at koşturuyor, her darbe öncesinde olduğu gibi “istikrarsızlık dönemini” başlatmış bulunuyorlardı. Hatta Namık Kemal Ersun’un Gaziantep’te bir eve yönelik bir operasyona katıldığını da anımsıyorum.

Böyle bir durumda yapacağım tek şeyin bilgilerimi halkımla paylaşmak olduğu düşüncesiyle Ankara’da yayımlanan 7 Gün dergisinde yayımlanmak üzere “İşkence, Siyasi Cinayetler ve Güvenlik Örgütleri” başlıklı bir yazı dizisi hazırlamak için on gün, günde 20 saat çalışmak zorunda kaldım. Dizi yazım 10 Mayıs – 27 Temmuz’a (1977) kadar olan sürede yayınlandı. Yüzlerce kaynaktan yararlanıp hazırladığım bu dizi yazı o günkü güncelliğinden arındırılırsa günümüzde de geçerliliğini sürdürebilir. Nitekim beni teyiden bir gazetede önemli bir haber yayımlandı.(7)

Gazetede “Amerikan gazetesine göre Türkiye’de bir darbe önlendi” başlığını taşıyan bu yazı aslında ABD’nin ciddi yayın organlarından sayılan The Christian Slince Monitor gazetesinin 10 Haziran 1977 günlü sayısından alınmıştı: “İhtilal teşebbüsüne yeni faşist eğilimli Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) lideri Alb. Alparslan Türkeş idaresinde aşırı sağcı 200 kadar subay giriştiler. Kara ordusundan kıdemli asgari 3 general de bu teşebbüste yer aldılar. Halen bu subaylar ya nezaret ya da gözaltında tutulmaktadırlar. 2 Haziran’da Cumhurbaşkanı Korutürk’ün tasvibiyle vaktinden önce ve sebep gösterilmeden emekliye sevk edilen K.K.K. Gen. Namık Kemal Ersun’un…”

Gazetelerde yer alan darbe savı olaylarla da doğrulanmaktadır. Nitekim mayıs ayı ortalarında Başbakan Süleyman Demirel, muhalefet lideri CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e yazdığı mektupta: (mealen) “Taksim Meydanı’nda konuşmaması, Sheraton Oteli’nden yapılacak bir atışla vurulacağı” konusunda uyardı. Gerçektende “at izi, it izine karışmıştı…” Bir başbakan, muhalefet partisi liderini koruyamayacak kadar güçsüzdü. Aslında 1 Mayıs (1977) katliamının yabancı ve yerli istihbarat servislerince düzenlenmiş geniş çaplı bir provokasyon olduğu bugüne kadar açıklanmadı. Nitekim olaydan sonra aldığım bir duyuma göre Intercontinental Oteli’nin bir odasına yerleştirilen istihbarat görevlilerinin provokasyonu başından sonuna kadar izlediği anlaşılıyordu. Görevlilerin (!) amacı olayın faillerini bulmak olmadığı, zaman içinde anlaşıldı. Onların dertleri başka idi. Görevlendirdikleri ajanların ne ölçüde başarılı olduklarını saptamaya çalışıyorlardı.

Olayı soruşturan savcı ilk duruşmada (mealen), “1 Mayıs olaylarının faili sokaktan toplanan buradaki sanıklar değil, bu olayın meydana gelmesine sebep olan idaredir” dedi. Kuşkusuz düzen böyle bir savcıya tahammül edemediği için onun yerini değiştirdi. Söz konusu savcıyla karşılaştığım bir gün, olayı birlikte tartıştık, değerlendirmemiz birbirine koşuttu, sadece oda numarasını yanlış bildiğimi ifade etmekle yetindi. Aslında deneyimlerime göre komplo teorisi geliştirmiştim. Örneğin 1 Mayıs’ta 34 kişi yerine 300 kişi katledilebilseydi yukarıda sözünü ettiğimiz darbeye gerekçe oluşturabilirdi diye düşünüyorum. Bu kanımı 23 Kasım 1991 tarihinde Antalya Kaleiçi’ndeki bir sanat evinde vermiş olduğum bir konferansta dile getirdim. Ertesi gün bir gazetede bu konudaki açıklamalarım yer aldı. Gazetede bana gönderme yapılıp “Askeri darbe 1977’de olacaktı” deniliyordu. (8)

27 Mayıs’tan sonra ABD’nin Türkiye büyükelçisi olan Fletcher Warren’ın gözlemlerine dikkat çekmek istiyorum.(9) Warren’in ilk saptaması “Türk Ordusu’nun darbeci olduğu” şeklindedir. O günden bugüne yaşanan süreç Warren’ı doğruladığı gibi, Latin Amerika laboratuvarında “pronunciamiento” diye tanımlanan askeri darbelerin zincirleme reaksiyonu, oranın pratiğiyle de doğrulanmaktadır. Bazı çevreler bu konuda tüpten çıkan diş macununun tekrar tüpe sokulamayacağı şeklinde bir tanımlamayla soruna ışık tutmayı yeğlemektedirler; onlar da gözlemlerinde haklıdırlar. Warren’ın raporuna dönelim. Raporda, 27 Mayıs’tan sonra kurulan Milli Birlik Komitesi “çok genç, tecrübesiz ve üstlendiği misyondan başı dönmüş bir grup” olarak nitelendirilmekte ve “şu andaki işlerimizden biri de, MBK içindeki kilit kişilerin kimler olduğunu araştırmaktır” denilmektedir. ABD büyükelçisinin bu sözlerinin yer aldığı raporun tarihi 11 Ağustos 1960’tır. Yani darbeden 2,5 ay sonra bile ABD büyükelçisi MBK içinde adam aramaktadır. 27 Mayıs’a, ABD’nin yerli işbirlikçilerinin karşı çıkmalarındaki temel öğe kanımızca bu hareketin ABD’nin bilgisine karşın onun kontrolü dışına çıkmasıdır.

Warren, MBK hükümetine “ortalamanın üstünde” not verdikten sonra “kabinede ABD’nin bazı yakın dostlarının bulunduğunu, (!) kabine üyelerinin arasında eğitim, ticari ve ideolojik bağlarla ABD’ye meyletmiş üyeler olduğunu, geçici hükümetin ABD’ye Menderes hükümeti kadar yakın olmayacağını, hükümet içinde ABD’ye karşı şüpheci bir eğilimin var olduğunu” belirtiyor ve kanısını, “Menderes döneminde hiç karşılaşmadığımız ölçüde sıkıntı ve güçlükler yaşayacağız” şeklinde dile getiriyor.

1960’lardan 1980’lere kadar uzanan askeri darbeler dönemine yüzeysel bakıldığında kuşkusuz sayısız gerekçeler bulunabilir. Ama Warren’ın da belirttiği gibi temel neden Türkiye’nin düzeninin her anlamda ABD’nin dümen suyuna oturtulmasıdır. Bu amaçla da ABD’nin kontrolü altına aldığı ülkelerdeki uzun erimli son hedefi, o ülkelerin iktidarlarının, muhalefetinin ve bürokrasisinin sivil ve asker kanadının ABD işbirlikçilerinden oluşmasıdır. Kuşkusuz bu yargımızı ekonomiden soyutlamak da olanaksızdır. Dünya genelinde sosyalist enternasyonal ütopik bir teoride kalmasına karşın günümüzde kapitalist enternasyonalizm altın çağını yaşamaktadır. Bu amaçla yıllardan bu yana az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri dünya kapitalizmine entegre edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzde aynı yöntemler dünkü sosyalist ülkeler içinde uygulamaya konulmuştu.

Demokrat Parti (DP) iktidarından bu yana ABD güdümüne sokulmaya çalışılan ülke ekonomisi, Dünya Bankası ve IMF reçeteleri doğrultusunda birçok kereler operasyona alındı. Ancak, bunların içerisinde en önemli olanı kanımca 24 Ocak 1980 tarihinde Demirel iktidarınca alınan ekonomik kararlardır. Eğer ABD, Demirel iktidarında bu kararları uygulama gücünü görseydi büyük bir olasılıkla 12 Eylül (1980) darbesine vize vermezdi. Askeri darbe ve ondan sonra kurulan yapay demokratik düzen Türk halkına serbest piyasa ekonomisi diye yutturulurken ülkemizin, ABD’nin kucağına oturma süreci tamamlandı. Bu olguyu tehlikeye sokacak her girişimin ABD açısından bir darbe nedeni olabileceğini kesinlikle iddia edebiliriz.

ABD ve Batı dünyası yanında Japonya da Türkiye’deki serbest pazar ekonomisinden emin bulunmaktadır. Nitekim Japon İş Konseyi Delegasyon Başkanı Ryoiçi Kavai bu hususu 1989’da dile getirmiştir:

“Türkiye, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başarmış, tüm olumsuz koşullara karşın bağımsızlığını uzun süre korumuş ve o koşullarda ekonomisini kalkındırmış onurlu bir ülkedir.” Bu ülkeyi her anlamda bağımlılık batağına itmekte çıkar umanlar ülkemizdeki bugünkü kaosun gerçek sorumlularıdır. Hiçbir olguyu seçeneksiz düşünemeyeceğimize göre, kanımca serbest piyasa ekonomisini de seçeneksiz olarak dünya halklarına yutturmaya kalkmak aymazlıktır.

1989’da ABD’de “Georgetown Üniversitesi”nde düzenlenen bir panelde Cezayir, Mısır ve Türkiye için üçlü ekonomik birlik ve çözüm olarak “uluslararası ekonomik ilişkilerde yeni bir model geliştirilmesi” önerilmiştir. Pek yakın bir tarihte serbest piyasa ekonomisi modelinin teorisyeni olan Milton Friedman kendi modelini eleştirirken, ülkemizin iktidarıyla, muhalefetiyle ve bilim çevreleriyle bu modele teslim olması, hıyanet olmasa bile tarihsel bir yanılgı olarak değerlendirilmelidir.

Prof. Dr. Mümtaz Soysal açıklamaya çalıştığım bu olguları 1988 yılında yayımlanan bir makalesinde(10) dile getirmektedir: “Güney Amerika toplumlarını için için yiyen, kemiren çöküş Türkiye’de de başlamıştır Türkiye’deki kronik darbe tartışmalarının tam şu sırada yeniden başlaması rastlantı değildir. IMF ve onun arkasındaki uluslararası büyük sermaye, Latin Amerika’da gösterdiği büyük başarıyı burada da gösterip Türkiye’yi de darbeler ülkesi durumuna sokmayı başardı… IMF, sosyal güvenliğin zaten zayıf olduğu toplumlarda sosyal güvenlik giderlerinin daha da kısılmasını savunup toplumdaki uçurumları büyütür… Yüzeydeki görüntüler ve yaşanan olaylar ne olursa olsun ortaya çıkan bu bunalım provasının temelinde ekonomik modelin iflası yatıyor.”

Yine o dönemde bir panelde görüş açıklayan Prof. Dr. Memduh Yaşa, “gelir dağılımı ile sosyal farklılıkların arttığını” belirtmiş ve “uçurumun kenarına geldiğimizi, bir sabah 03.00’te radyodan anlarız” deyince, konuşması, DGM tarafından soruşturmaya alınmıştır. Yine aynı dönemde “Business International”ın Türkiye raporunda “Türkiye’nin gündeminde ya kalıcı demokrasi ya da yeni bir askeri darbeye gidiş var” deniliyordu.

Bilindiği gibi, ülkemizdeki darbe tartışmaları 60’lı yıllardan günümüze değin süregelmektedir. Ekonomik çöküş ve yönetsel kargaşa sürdüğü sürece de devam edeceğe benzemektedir. Sırası gelmişken Turgut Özal’dan söz etmek istiyorum. Özal 1986 yılında “Alternatifimiz yoktur” dedikten sonra, “İki yılda tahmin edilemeyecek kadar dış politikada sonuç aldık. Bir Kıbrıs meselesi eskisi kadar gündemde midir?” diye soruyordu ve “Özal enflasyonu indiremezse gider diyorlar. Özal inşallah enflasyonu bu sene hep aşağıya çekecektir. Çünkü şartlar buna müsait ve önümüzdeki sene inşallah yılbaşı sonu itibariyle (1987’yi kastediyor) enflasyonun yüzde 25 civarına geleceğini kuvvetle ümit ediyorum” diyordu.

Politika ileriyi görme sanatıdır. Bu anlamda en başarılı politikacı, öngörülerinde yanılmayan kişidir. Bu anlayışla T. Özal’ı değerlendirirsek tüm görüşlerinin zamanla doğrulanmadığını görmekteyiz. Özellikle enflasyon konusundaki süregelen yanılgısının bugün Türk toplumunun her alanını etkisi altına alan kaosun temel nedeni olduğunu düşünüyorum. 1989 yılında yayımlamış olduğum bir yazıda o gün gündemde bulunan “Darbe olasılığı”nı işledim. Daha sonra da bu yazıyı “Doruk Operasyonu” adlı yapıtımda yayımladım…(11)

12 Mart 1971 yarı askeri muhtırasal darbesine karşı ilk direnecek organ TBMM olmasına karşın o dönemde başbakan olan Süleyman Demirel’in darbecilerle işbirliği yapmaya kalkışması kendi açısından gerekçesi ne olursa olsun demokratik yanılgıların en büyüğüdür.

1973 yılında 12 Mart 1971 darbesiyle ilgim dolayısıyla idam istemiyle İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yargılanırken sorgum sırasında 12 Mart darbesinin arkasında CIA’nın bulunduğunu duruşma tutanağına geçirten ilk kişiyim. İki yıl sonra bir gazeteye yapmış olduğu açıklamada dışişleri eski bakanı İhsan Sabri Çağlayangil(12) beni doğruladı. Daha sonra çeşitli kaynaklar bu gerçeği teyit ettiler.

12 Eylül 1980 darbesi üzerine fazla konuşmaya gerek yok. Bu darbenin “Made in USA” damgalı olduğu birçok kaynaktan açıklandığı gibi bütün dünya da bu gerçeği kabul etmiş bulunuyor. 12 yıl CIA ajanlığı yaptıktan sonra insanlığa karşı suç işlediğinin bilincine varan CIA ajanı Philip Agee yapmış olduğu hıyanetleri “CIA Günlüğü”(13) adlı iki ciltlik kitabında toplamıştı. Aynı kişi 1988 yılında Türkiye’deki askeri darbelerde CIA’nın rolü için şunları söylemektedir: “Faşizmin en büyük destekçisi CIA dır. Yunanistan, Türkiye, Güney Kore, Filipinler, İran, Endonezya’da CIA duruma müdahale edip faşizmin zaman zaman yerleşmesini sağlamıştır. CIA Türkiye’de siyasi baskı ve işkence yapılmasında da başrolü oynamıştır.” Fazla söze gerek var mı?

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....

anlaşmalı boşanma

anlaşmalı boşanma