İstanbul Çağdaş Gazeteciler Derneği
Basın Toplantısı İstanbul Çağdaş Gazeteciler Derneği Lokali 27 Kasım 1990
Basın Toplantısı’nda ayrıca konuya ilişkin olarak, isimlerinin alfabetik sırasına göre; Adnan Akfırat (Yüzyıl), Hale Kıyıcı (Taylan Özgür’ün kardeşi), Halil Nebiler (Güneş), Kenan Aksoy (Sabah), Musa Ağacık (Milliyet), Mustafa Aydın (Yeni Asya), Mustafa Ünal (Zaman), Nazım Alpman (Milliyet), Nebil Özgentürk (Günaydın), Rafet Ballı (Milliyet), Sinan Gökçen (Cumhuriyet), Tabir Aka (Yeni Asya), Yusuf Uşak (Güneş) tarafından sorulan soruları yanıtladım.
KARANLIKTAN AYDINLIĞA
Çok değerli basın mensupları! Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlayıp sözlerime başlamak istiyorum. Basın Toplantısı’na ayrılan zaman dilimi içinde çoğunlukla sorularınıza yanıt vermeyi yeğleyen bir tavır içinde bulunacağım. Çünkü bilindiği gibi, üzerinde tartışmayı düşündüğümüz konu, bir aydan beri tüm Avrupa basın ve yayın organları ile Türk basınının gündemini ağırlıklı olarak işgal etmektedir. Sorun, Batı’dan Doğu’ya yansıdıkça her geçen gün güncelliğini ve önemini korudu ve kamuoyuna mal oldu. Gerçekte, Türk kamuoyu ve hatta Parlamento Kontrgerilla tartışmasının yabancısı değildir. Basın arşivlerine ve TBMM Tutanak Dergileri’ne göz atılırsa, bu durum tüm boyutlarıyla saptanılabilir. Ve gene tanık olunduğu gibi, bu konu ülkenin gündemine geldiğinde, basın ve kamuoyunda yoğun tartışmalar başlar. Ancak bir ‘Gizli’ ya da ‘Karanlık Güç’ hemen devreye girip sorunu buzdolabına koyup dondurur. Ancak bu kez durumun farklı bir özelliği var. Çünkü İtalya’da ortaya çıkartılan ABD denetimindeki yeraltı örgütü Gladio’nun karıştığı iddia edilen terör olayları ve devlet kışkırtıcılığıyla gerçekleşen toplumsal dalgalanmalar ülkemizde de yaşanmış, askeri darbelerin hedefi olmamıza karşın, karanlıkta kalmıştı. İtalya örneğinin Türkiye’de yaşanan olaylara koşut görünmesi, tartışmaya yeni boyutlar kazandırdı. Bu bağlamda, geçmişte önemli görevlerde bulunan asker ve sivil kişilerin yaptıkları açıklamalar, 20 hatta 30 yıldan bu yana öne sürdüğümüz savları doğruladı. Bu nedenle ilgi odağı olarak seçildim.
Diğer yandan Kontrgerilla’yı yadsıyanlar içerisinde, ANAP’lı Metin Gürdere gibi, “bu konunun cahili olduğunu” söyleyebilmek yürekliliğini gösterenler çıktığı halde; bildikleri gerçeklere karşın, yadsımayı sürdürenlere de rastlandı. Bu arada, özellikle olay açıklık kazandıkça suçluluk psikolojisi içine giren ve geçmişte önemli görevler üstlenmiş sivil ve asker kişilerin ‘tevilen ikrar’ yolunu seçtiklerine tanık olduk. Bu tabloya bakarak denilebilir ki, Kontrgerilla tartışmasına katılan ABD emperyalizminin yerli işbirlikçilerini, CIA’nın dostlarını saptamak olanaklı hale geldi. NATO devletleriyle bazı Avrupa ülkelerini kapsamı içine alan, bu tür yeraltı örgütlerinin varlığını yadsıyan iktidar yetkililerini, bürokrasinin her iki kanadındaki üst düzey görevlilerini, basın ve yayın organlarını satılmışlıkla suçlarsanız yanılmış olmazsınız. Konuyu denek taşı ya da turnusol kağıdı olarak görebilirsiniz. Bu fırsattan yararlanarak kimlerin hangi safta ve konumda olduğunu saptayınız, mesleğiniz gereği her zaman size gerekli olabilir.
Ancak denilebilir ki iktidarda, muhalefette, devlet aygıtında ve toplumun tüm katmanlarındaki antikomünistler, bu tür örgütlerin yandaşı; ulusal kurtuluşçular, tam bağımsızlıkçılar, antiemperyalistler ve antikapitalistler karşıtıdırlar. Şimdi izninizle SAVUNMA-1 adlı yapıtımdan bir bölümü okumak istiyorum: “Bozuk düzende, genellikle şerefli ve yurtsever kişiler, sanık sandalyelerini, hainler iktidar koltuklarını işgal ederler. Tıpkı dünkü gibi, bir yanda ulusal kurtuluşçular, diğer yanda Damat Ferit’ler.” Bu anlayışla, ABD yanlısı iktidarlarla onları yaşatan güçlerden bu soruna açıklık getirmelerini beklemek, kanıma göre, havanda su dövmek gibi boş bir çabadır. Ancak konunun günümüzdeki boyutlarıyla tartışılır hale gelmesi bile, bir kazanım ve gerçek demokrasi savaşımında bir başlangıç noktası sayılabilir. Bize gelince; 17 yıldan bu yana, Ziverbey İşkence Köşkü’nün izbe dehlizlerinde duyumsadığımız ABD yanlısı yeraltı örgütü ve yandaşlarının, Anayasa ve yasadışı tertiplerini açığa çıkarmak çabası içinde bulunduk. Benimsediğimiz bu yaklaşımda, olabildiğince duygusallık ve kişisel kaygıları göz ardı ederek, soruna demokrasi kavgası olarak yaklaştık. Bugün de aynı tavrı sürdürmeye çalışıyoruz.
Gerçi bu tartışma da kapatılmaya çalışılacaktır. Ama başta basın yayın organlarının ve muhalefet partilerinin, konunun sürekli izleyicisi olmaları gereğini de vurgulamak isterim. ABD hegemonyasından bir ölçüde kurtulabilmek için, günümüzde elverişli bir ortam oluşmuştur. Bilindiği gibi sosyalistler ABD emperyalizmine karşıdırlar. Kanımızca sosyal demokratlar da benzer bir tavır benimsemek durumundadır. Çünkü işine gelmeyen iktidarları deviren ve CHP’nin kapatılmasını isteyen yabancı istihbarat örgütleri ve onların uzantıları, kelimenin tam anlamıyla emperyalist uydusu partilerin iktidar olmasını istemekte ve bu istem doğrultusunda eyleme geçmektedirler. Ülkemizde sosyal demokrasinin yaşam şansı, ABD emperyalizmine karşı çıkmaya koşut gibi görünüyor.
Dün antikomünist cephede yer alarak dinine diyanetine sahip olacağını uman dinci kesim, Irak’taki fiili durumun oluşturduğu ortam yanında, ABD patentli ve USA damgalı olası yeni bir askeri darbenin bu kez İslam Radikalizmi’ni hedef alacağı bilincine varmış ve bu anlayış sonucu antiemperyalist saflarda yer almaya başlamıştır. Bu durumu demokrasi adına umut verici bir kazanım olarak algılamak istiyorum.
Günümüze değin bu konuda yapılan tartışmalar bile, ABD emperyalizminin değirmenine su taşıyan işbirlikçilerin satılmışlığını sergileyici niteliktedir. Bu kişilerin ipliklerini pazara çıkartmak bile, geleceğin demokrasi savaşımının kilometre taşlarını oluşturabilir. Şu hususu öncelikle vurgulamak gereksinimi duyuyorum: İçinden çıktığım ve eski bir mensubu olmaktan övünç duyduğum Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve devletin güvenlik ve istihbarat örgütlerini yıpratmak gibi bir tavır içinde olmadığımı belirtmek isterim. O halde biz neye karşıyız? Başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere, tüm istihbarat, güvenlik örgütlerinin, yasadışı kullanılmasına ve bu kuruluşların Anayasa ve yasalar üstünde bir tutum benimsemelerine karşıyız. Sanırım tüm demokrasi yanlıları da bu konuda benimle aynı fikirdedir. Bu tavrımın kuramsal olmadığını da belirtmek durumundayım. 30 yıldan beri yasadışı uygulamaların muhatabı olmuş, Temmuz 1972’de bir ay süreyle Zihni Paşa-Ziverbey Köşkü’nün misafirleri arasında bulunmuş (!), akıl almaz işkencelere maruz bırakılmış, Ağustos 1972’de de yasaları hiçe sayan bir anlayış sonucu, Selimiye Askeri Cezaevi’nin bodrumunda bulunan akrep ve çıyanların kol gezdiği hücrelere kapatılmış, iki yıl süreyle anılan cezaevinde güneş ve havaya çıkarılmadan tutulmuş, baskı ve zulümlere hedef olmuş, idam cezasıyla yargılanmış ve en sonunda yargılanması yüz üstü bırakılmış bir kişinin hak aramasından daha doğal bir tavır benimsemesi düşünülemez. Bu hak aramayı tüm kapıları zorlayarak sürekli denedim. Ne yazık ki karşımda devleti bulamadım. Çünkü tüm yasal başvurularım yanıtsız bırakıldı. Çünkü tüm yasadışı uygulamaları yapanlar düzene egemen idiler.
Günümüzde gerek Batı’da ve gerekse Türkiye’de yeraltı örgütlerine ilişkin yapıla gelen tartışmalar ve bu konuda öne sürülen özlem ve istemler, bana göre, 17 yıllık gecikme ile de olsa çok olumlu bir gelişmenin başlangıcını oluşturuyor. Sorunu demokrasinin var olması ya da yok olması boyutunda algıladığım için, bu konuda gerek sizlerden ve gerekse Avrupa ülkelerinin basın ve yayın organlarından gelen istemlerin tümünü kabul ettim. Yapılan tartışmalar, demokrasiye az da olsa katkıda bulunacak bir sonuçla noktalanabilirse tartışmaların bu aşamadaki işlevini yerine getirdiğini varsayabiliriz. Bu anlayışla beni kaynak kişi haline getirenlere teşekkür ediyorum. Bilindiği gibi bugüne kadarki açıklamalarla savlarımız doğrultusunda üç gerçek aydınlanmış bulunmaktadır:
- Kural Dışı Savaş (Gayrinizami Savaş), çağımızın bir gerçeğidir. Bu amaçla kurulan Özel Harp Dairesi’nin denetiminde Yeraltı ve Yerüstü-Komando-Birlik ve Örgütleri kurulmuştur. Bu aşamada Yeraltı Örgütü’nün -Paramiliter- adından çok, varlığının ilgililerince kabul edilmesi önemlidir. Yeraltı Örgütü’nün asker kişilerin kontrolünde vatanseverleri!), Yerüstü Örgütü’nün ise asker kişilerden oluşan Komando Birlikleri olduğu yetkili kişiler tarafından kabul edilmiştir.
- Özel Harp Dairesi görevi dışında kullanılabilir. Eski Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de Kontrgerilla yok. Özel Harp Dairesi var. Genelkurmay Başkanlığım sırasında bu teşkilat görevi dışında kullanılmadı. Ama bana intikal ettirmeden bazı kişiler olaylara bulaşmış olabilir. Bunu bilemem” (1) şeklindeki açıklaması, açık bir itiraf olarak gerçek durumu açıklığa kavuşturucu niteliktedir.
- CIA ile kucak kucağa yaşadığımızı Turgut Sunalp bile kabul etti. Sunalp, Zaman gazetesinde Mustafa Ünal ile yaptığı söyleşide: “Türkiye’de CIA’nın adamları yok değil ki, dünyanın her tarafında var. Birincisi CIA’nın burada olması mesele değil, ikincisi CIA’nın pekala bizim istihbarat teşkilatları ile ilişkisi olabilir. Yani CIA mensupları affedersiniz … çocuğu demek değildir, memleketine istihbarat elde eden kişilerdir” (2) şeklinde konuşmuştur. Orgenerallik yapmış ve bazı güçler tarafından 12 Eylül’den sonra iktidara getirilmek için çaba sarf edilmiş bir kişinin, CIA konusundaki açıklaması karşısında doğrusu dehşete kapıldım. Anlaşılıyor ki başbakan olabilseydi Özal’a rahmet okutturacaktı. Şimdi bazı saptamalar yapmak durumundayız: Kendilerine Kontrgerilla Örgütü adını veren Ziverbey Köşkü İşkencecilerinin, onları yüreklendirenlerin ve bu kişilerin yakın hiyerarşisinde bulunanların, 12 Mart öncesi ve sonrasında Elrom’un öldürülmesinden Kızıldere Olayı’na kadar uzanan toplumsal kışkırtıcılık olaylarındaki ve Sahte Operasyonlardaki rolleri nedir? Aynı soruyu 12 Eylül öncesi ve sonrası için de sormak durumundayız. 1 Mayıs 1977 Taksim katliamının gerçek sorumluları neden ortaya çıkarılmamıştır? Kuşkusuz Kenan Evren’in itirafları, bazı karanlıkları aydınlatıcı niteliktedir. Unutmamamız gereken bir gerçeği anımsatmak istiyorum: Bir komutanın elindeki birlik ve örgütlerin amacı dışında kullanılmasından kuşku duyması, O’nun sorumluluğunu değiştirmez. Olası bir Meclis Araştırmasında ilmiğin ucunu yakalayabilmek için, Ziverbey Köşkü’nden başlanılmalıdır. Kuşkusuz bu görev yapılırken 12 Mart öncesi terör göz ardı edilmemelidir. Somut konuşursak: Ziverbey Köşkü’nün işkencecileri ile oranın kurucusu Orgeneral (emekli) Faik Türün, yöneticisi Tümgeneral (emekli) Memduh Ünlütürk, (öldürüldü) sorgulamada bulunduğunu ikrar eden Orgeneral (emekli) Turgut Sunalp ile o dönemin başbakanları içinde halen hayatta bulunan Naim Talu (öldü) ve Faik Türün’ün yakın hiyerarşisinde bulunan ve onun yasadışı tüm uygulamalarına katkıda bulunan:
— Korgeneral Fikret Köknar, (öldü)
— Orgeneral Selahattin Demircioğlu, (öldü)
— Korgeneral Rüştü Naiboğlu, (E)
— General Şahap Yardımcıoğlu,(E.) (İstanbul Merkez K.)
— General Fevzi Aysun, (E.) (İstanbul Merkez K.)
— General Bayram Aslan, (öldü)
— General Abdullah Tırtıl, (öldü)
— Orgeneral (emekli) Nurettin Ersin, (MİT Müsteşarı) (M.G. Konseyi üyesi)
— Turan Deniz, (İstanbul MİT eski Bölge Başkanı)
—Başta Şükrü Balcı (öldü) olmak üzere, dönemin Emniyet Müdürü, yardımcıları ve Siyasi Şube Müdürleri
— İstanbul Valisi,
— Jandarma Komutanları,
—Kadıköy Emniyet Amiri, (Amirlik, işkenceye gidenlerin ilk uğradığı yerdir.)
— Kadıköy İnzibat Bölge Komutanı, Tank Albay Naci Göktuğ (E.) (Bölge Komutanlığı işkenceye gönderilenleri aktarma istasyonu görevi için kullanılmıştır.)
— Ceza ve Tutukevi Müdürleri,
—Sahte raporlarla işkencecilerin suçunu örtmeye çalışan doktorlar v.b. gibi kişilerin soruşturmaya dahil edilmesi gerekecektir. Bu liste, daha alt kademelere doğru soruşturmanın seyrine uygun olarak indirilebilir.
Kuşkusuz hukuk bilimini kötüye kullanarak Faik Türün’e müşavirlik yaptığı iddia edilen ve o dönemde Tuzla Piyade Okulu’nda öğrenci olan Prof. Ayhan Önder ile başta As.Yar. General Turgut Akan (E.) olmak üzere, işkencecilerle birlikte çalışan askeri savcılardan çok değerli bilgiler alınabilir. Böyle bir soruşturmada iki önemli tanık mutlaka dinlenmelidir: Birincisi Oramiral Kemal Kayacan, (öldürüldü) ikincisi Orgeneral Muhsin Batur, (E.) Çünkü Kemal Kayacan dönemin Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün yardımcısı olmasına karşın, bu köşkte aleyhine ifadeler alınmıştır. Ziverbey Köşkü’nün korumasını yapan ve hatta işkence seanslarına fiilen katılan erlerin, Gölcük Donanma Komutanlığı’na bağlı birliklerden, 51. ve 52. tertip kişilerden seçildiğini saptamış bulunuyorum. Ziverbey Köşkü’ndeki görevli erlerin çoğunun en üst düzeydeki komutanı Kemal Kayacan’dır. Gerek onun ve gerekse erlerin bilgilerine başvurulmalıdır. Muhsin Batur’a gelince; yapıtında Ziverbey Köşkü’nde görevli bir hava kurmay yarbaydan söz etmesine karşın, ismini vermekten çekinmektedir. O kişi, şu anda aramızda bulunan Necdet Düvencioğlu’dur. Size bazı açıklamalarda bulunacaktır. Batur, bildiklerini açıklamakta yarar görmediğini de yazmaktadır. Oysa gizli bir örgütün, düzenli işkence seansları ile itiraflar alıp, bunları kullanarak iktidarı yönlendirmeye kalkması suçtur. Bilindiği gibi suçu ve suçluyu gizlemek de suçtur. Günümüzün değişen koşulları içinde Muhsin Batur konuşabilir. Bu görev sizlere düşmektedir.
Görüldüğü gibi, bir sağ cuntaya iktidar yolunu açmak için çeteleşen bir grubun, aşağılık ve iğrenç planlarını uygulamaya koymak için başlattıkları sistematik işkence olaylarını, bir kaç generalle sınırlandırmak bizleri yanılgılara sürükleyebilir ve suçluları yüreklendirebilir. Kaldı ki işkenceciler ve onların destekçilerinin isimlerinin basına yansımasından bile ürkmekte olduklarını bilmeli, gelecekte benzeri olaylarla karşılaşmamak için Meclis Soruşturması beklenilmeden demokratik eleştiri kurumu çalıştırılarak bu adamların sürekli üzerlerine gidilmelidir. Bu yapılırken, bu şebekenin aynı zamanda ABD emperyalizmi ve onun ideolojisiyle olan bağları da ortaya konulmalıdır diye düşünüyorum. Eğer bugün Faik Türünün İstanbul Mafyası ile bağlantısını sağlayan Özel Harpçi tank albayı yaşasaydı ve de bildiklerini açıklasaydı, Kenan Evren’in Anılan ‘solda sıfır kalırdı. Olayın bir de tarikat ilişkisi var ki içinden çıkılacak gibi değil. Yeniden vurgulamak gerekir: Bu bağlamda dönemin başbakanları Nihat Erim, Ferit Melen ve Naim Talu’nun siyasal sorumlulukları yadsınamaz. Ölenler tarihin yargısına bırakılmalı. Ama Naim Talu (öldü) mutlaka konuşturulmalıdır. Örneğin sırf Faik Türünle özel bir görüşme yapmak için 15 Haziran 1973 günü Ankara’dan İstanbul’a gelmek gereksinimini neden duymuştur?.. Hiç kimse merak etmese ben ediyorum.
Çünkü anılan ziyaret, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na, Faik Türün’ü işkencecilikle suçlamak amacıyla gönderdiğim dilekçe tarihinden üç gün sonra gerçekleşiyor. Bu dilekçede öne sürdüğüm savları suç ihbarı sayıp soruşturma açmayan ve açtırmayan herkes suçludur, doğal olarak da bu suçluluğun en büyük payı Naim Talu’ya düşmektedir. Meclis Araştırması bu boyutta tutulursa, Ziverbey Köşkü’nde kendilerini Kontrgerilla örgütü olarak adlandıran işkenceci provokatörlerle Özel Harp Dairesi ilişkisinin varlığı ya da yokluğu ortaya çıkabilir. Bu arada dönemin kuşkulu eylemlerinin failleri bulunabilir, hâlâ gizini koruyan siyasal cinayetler aydınlanabilir. Kuşkusuz bu görev yapılırken, MİT’in eylem tutkunu masonik ekibini teşkil eden kişilerin göz ardı edilmemesi gerekir. Bu bağlamda İtalyan P-2 Mason Locasının marifetleri ve Gladio arasındaki ilişkilerle ülkemizdeki benzerleri arasında koşutluk saptanılabilir. Ekom olayı ve Kızıldere ile ondan sonraki hapishaneden kuşkulu kaçırma eylemleri, 1 Mayıs 1977 katliamı vb. gibi karanlık olaylar mutlaka aydınlığa kavuşturulmalıdır.
İstihbarat örgütlerinin CIA ile kucak kucağa yaşamasını ve “onların memleketlerine (ABD’ye) istihbarat elde etmeleri” hakkında Turgut Sunalp’ın yaptığı açıklamayı anımsayalım. Sunalp’ın gözünden kaçan çok önemli bir gerçek var: İstihbaratçılık ve casusluk ister dost, ister düşman hesabına olsun, gizli yürütülen bir faaliyettir. Bu nedenle, CIA’nın içimizde at koşturmasına göz yuman anlayış sahipleri ulusallıktan söz edemezler. Ama Amerikan Mandacılığı anlayışının günümüzdeki uzantıları olduklarını kabul ederlerse, onlardan her türlü yasal olanağı kullanarak hesap sorar, değerlendirmeyi kamuoyuna bırakırız. Turgut Sunalp, aynı zamanda bir cinayet örgütü gibi çalışan CIA ile ilişkiyi doğal karşılayabilmektedir. CIA’nın Ev Sahibi Ülke (Host Country) diye tanımladığı, ilişki ve işbirliğine geçtiği ülkelerin güvenlik ve istihbarat örgütlerinden, hangi yöntemlerle işbirlikçi ajan devşirdiğini merak ederseniz FM 30-31 simgeli “Kararlılık Operasyonları, İstihbarat ve Özel Ajanlar” adlı çok gizli Amerikan talimnamesinin B Ekine bakmanız gerekecektir. Çok gizli bu eki nereden bulacağız diye telaşlanmayın. Bu eki bir yıl önce yayınladığım “Doruk Operasyonu” -1989- adlı yapıtımda bulabilirsiniz. (3) Bu belgeyi incelediğinizde, sanırım tüyleriniz diken diken olacak ve ABD çıkarlarına sürekli hizmet vermek için, özel yöntemlerle seçilen, sadakatleri denenen bu aşağılık ve satılmış CIA işbirlikçisi yerli ajanların kimler olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Ve bazılarını da saptayabilmeniz mümkün olabilecektir. CIA’ya angaje edilen “özel ajanları” saptamak gibi, Türkiye’nin gündemine getirilmesi gereken yaşamsal bir sorunla karşı karşıya gelmiş bulunduğumuzu herhalde kabul edersiniz.
Bu bağlamda “Our Boys-Bizim Çocuklar” tanımlamasının, yeniden gözden geçirilmesi de gerekecektir. CIA’nın yanında, AID’nin marifetlerini de göz ardı etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Özel Savaş’ın bir bölümü olan ve ABD tarafından kuramlaştırılan İstikrar Harekatı tanımlaması içerisinde, AID’yi kullanarak ABD’den yana olan iktidarları yaşatmak için, ya seçimler çeşitli yöntemlerle yönlendirilmekte, ya da askeri darbeler düzenlenmektedir. Darbe öncesi senaryosu içinde teröre gereksinim duyulmaktadır. Tüm bu yöntemler Kontrgerilla Harekatı kapsamı içinde bulunmaktadır(4).
ABD yanlısı bir askeri darbede CIA ve AID’nin rolü ve bunlarla ilgili şemalar yapıtlarımda resmi belgelere dayanılarak açıklanmıştır. Kaldı ki Kenan Evren, Özel Savaş Dairesi’nin kontrol dışına çıkabileceğini ikrar etmiştir. Örgütün, faaliyetleri arasında istihbarat, sabotaj, provokasyon, işkence ve cinayet vb. gibi eylemler bulunmaktadır. Ülkemizde de bu tür eylemlerin suçlusu ya da suçluları bir türlü yakalanamamaktadır. O halde gerçeklerin ortaya çıkarılması ve kuşkulardan arınmak için Vatanseverler Örgütü’nün darbe öncesinde uygun bir ortamı yaratmak amacıyla, terör olaylarına karışıp karışmadığı da saptanmalıdır. Bu amaçla Özel Harp Dairesi’nin gelmiş ve geçmiş tüm komutanlarının ve onların amirlerinin, Meclis Araştırma Komisyonu tarafından, eğer yapılabilirse, sorgulanması da gerekecektir.
Anılan yeraltı örgütünün darbe sonrasındaki eylemleri de göz ardı edilmemelidir. Antikomünizm ve ABD yanlılığını milliyetçilik sayan bir anlayışla koşullandırılmış ve köylere kadar sokulmuş bu kişiler, kuşkusuz ABD yanlısı bir darbenin tabanını oluşturacaklardır. Sivil şahıslardan oluşan bu vatanseverlerin beyinlerinin nasıl yıkandıklarını saptamak ve bu konularda biraz daha bilgilenmek için, ABD ve Türk resmi talimnamelerinin incelenmesi gerekecektir Sözlerimi bitirirken, yetkili kişilerin demeçlerinin aksine, vatansever diye kendini nitelendiren bu sivil propagandist, provokatör ve sabotörlere hizmetleri karşılığında para ödendiğinin, FM 31-21 simgeli “Gerilla Harbi ve Özel Kuvvetler Harekatı” adlı talimnamenin 166. maddesinde yer aldığını vurgulamak isterim: ” Yardımcılar ve yeraltı unsurları, (…….), bu personelin parasal yönden yararlanmasında, gerillacılardan daha az pay alması düşünülebilir.” Eski CIA Başkanı W. Colby, İtalyan gazeteci Fallaci’yle yaptığı söyleşide: “Bizim için çalışan kişiler ülkelerini savunan ger-Çek yurtseverlerdir” (5) demektedir. Gördüğünüz gibi, ortalık toz duman içinde Gerçekleri görmemizin ve algılamamızın önüne sayısız engeller konulmuş bulunuyor. Önce bunları aşmalı kimlerin vatansever olduğunu, ulusallık perspektifi içinde saptamalıyız. En azından, ben bu yeraltı örgütünün üyesi olmadığıma göre, vatansever değil miyim sorusunu kendimize sormalı ve yanıt aramalıyız.