Marmara Brifingi
Marmara Brifingi
Devletin Gözüyle Sol ve Sağ ÖrgütlerKaynak Yayınları
Birinci Baskı NİSAN 1995(Talat TURHAN’ın Önsözü)
Kaynak Yayınları, olağanüstü önemli bir belgeyi yayımlamakla, Türkiye’ye çok önemli bir hizmette bulunuyor.
Belki de Cumhuriyet tarihinde ilk kez, devlet görüşünü tüm ayrıntılarıyla ortaya koyan böyle bir belge yayımlanmaktadır. Öncelikle yapıtın önemi, isminden kaynaklanmaktadır: “Devlet Brifingi”. Oysa ki, 23 yıldan bu yana tozlu arşivler içerisinde özenle gizlenen bu özsunuştan kamuoyu sırf isim olarak haberdar olmuş, ancak içeriği bugüne kadar açıklanmamıştır. Anılan belgeden söz edildiğinde, “Marmara Brifingi” deyimiyle Devlet Brifingi tanımlaması gizlenmeye çalışılmıştır. MİT’in, Ankara Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Marmara Köşkü’nde verildiği için, adını bundan aldı.
Fransız Kralı 16. Louis’nin “Loi et moi” (Kanun benim) şeklinde çok bilinen bir tanımlaması vardır. Belki bu tanımlama bir Kral’ın ağzına yakışır ama demokratik hukuk devleti olduğu savlanan bir ülkede, “devlet benim” tanımlamasının, hiçbir kimsenin ya da grubun haddi içinde bulunmaması gerekir. Oysa ki, Devlet Brifingi’ni hazırlayanlar, kendilerini, yapıtı okuduğunuzda göreceksiniz ki, devlet yerine koymuşlardır. Adeta tüm halka savaş açarak, inandırıldıkları antikomünizm mücadelesinin “öncüleri” rolüne soyunmuşlardır. Şimdi, Brifing Ekibi’nde yer alan kişilerden birkaçının biyografisi üzerinde durmak istiyorum ki, bu sakat mantığı sergilemem olanaklı olsun.
Turgut Sunalp: 27 Mayıs 1960 günü ben kurmay binbaşı olarak, İskenderun 39. Piyade Tümeni Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü görevine vekâlet ediyordum. 39. Tümen’e, aynı zamanda, Kıbrıs’a 1960’ta gönderilen ilk Alay’ın eğitimi görevi verilmişti. Bu alay aylarca hazırlık yaptığı halde, Alay Komutanı olan Kurmay Albay Turgut Sunalp, alayını Piyade Yarbay Remzi Tırpan’a terk etmiş ve günlerini Kıbrıs’ta geçirmeyi yeğlemişti. Aslında bu, ona yakışan bir tarzdı. Çünkü Demokrat Parti iktidarına yakınlığı nedeniyle, 10 yıllık DP iktidarının büyük bölümünü yurtdışı görevlerinde geçirmek ayrıcalığını tatmıştı ve bu ayrıcalıktan da doğal olarak yararlanmıştı. Bu nedenle, Kıbrıs’ta olmak, ona, yapısına uygun avantajları sağladı. Alayının eğitimi önemli değildi. Yaklaşık olarak, 27 Mayıs’tan bir hafta önce Kıbrıs’tan İskendurun’a Alayı denetlemeye geldi. DP iktidarına yakın olduğu için, askerlik kurallarına uymasa da özgür davranabiliyordu. O dönemde Türkiye’nin bir askeri harekete doğru yol aldığım aklı başında olan herkes algılamış olmasına karşın, Turgut Sunalp, sürekli DP iktidarına ve onun önde gelen kişilerine övgüler diziyordu.
Böyle bir ortamda 27 Mayıs hareketi patlak verince, Turgut Sunalp’ın ilginç tepkisine tanık olan birkaç kişiden biri de benim. Sunalp, “Türkiye’de ihtilal olamaz, komünistler radyodan aynı frekansta yayın yaparak Türkiye’yi karıştırmak istiyorlar” şeklinde ilk tepkisini gösterdi. Gerçi, çok kısa bir zaman sonra 27 Mayıs hareketinin “komünistlerin eseri” olmadığı anlaşıldı ama Sunalp Tümen Komutanını da etkileyerek, tüm çabalarıma karşın, 27 Mayıs hareketine bağlılık mesajı çekmemi geciktirmeyi başardı. Bu olgu, 28 Mayıs öğlene kadarki süreçte Sunalp ile aramızda belirgin bir sürtüşme nedeni oldu. Nihayet iki General, bir Amiral, bir Kurmay Albay’ın da bulunduğu toplantıda, kendisiyle askerlik kurallarını aşan çok ağır bir tartışma yaptım. Odama döndüm. Odamda binbaşı ve daha alt rütbeli 17 subay beni bekliyordu. İsteklerini dile getirdiler: “Ya bunları aşarsın, ya biz seni aşarız!” Kendilerine ilkönce bir buçuk günden beri nerede olduklarını sordum. Doğal olarak bu söze karşın, kendilerini savunma olanağına sahip değillerdi.
O dönemde, 39. Tümen sorumluluk bölgesi tüm Çukurova ile Gaziantep, Kahramanmaraş dahil, Fırat nehrine kadar olan bölgeyi kapsıyordu. Örneğin ben 27–28 Mayıs gecesi, o dönemin çok sınırlı haberleşme olanaklarını kullanarak 8 saat süreyle durmaksızın ve uyumaksızın, tüm yerleşim birimlerinden raporlar aldım. Hiçbir vukuat yoktu ve halk, hareketi destekliyordu. 12’li darbelerde bu desteği bulamazsınız. Çünkü kendilerini devlet yerine koyan bir avuç kişi, sırtlarım Okyanus ötesine dayamak suretiyle emperyalizmin değirmenine su taşımayı “vatanseverlik” saymak, hıyanet demesek bile, yanılgısına düşmüşlerdi. 17 subaya isteklerinin ne olduğunu sordum ve bir kâğıda yazmalarım istedim. Gelen subaylar içinde, Turgut Sunalp’ın komutan olduğu Kıbrıs alayında görevli genç subaylar da vardı. İsteklerinden biri, Turgut Sunalp da dahil olmak üzere, 29–30 Mayıs gecesi, sivil ve asker bazı kişilerin gözaltına alınması şeklindeydi. Belgeyi 17 subaya imzalattım, altına da ben imza koydum. Aslında o günün koşulları içinde bu subayların isteklerim olanaklı kılan bir ortam bulunmadığını biliyordum.
Nasıl hareket edeceğimi düşünürken, Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşım Piyade Binbaşı Ziya Belibağlı odama girdi. Ankara’dan geldiğini, 39. Tümen için Komite’de iyi şeyler konuşulmadığını, Dündar Taşar’ın (o da sınıf arkadaşım) şu anda İçişleri Bakanlığına vekâlet ettiğini, kendisiyle konuşmamın yararlı olacağını bana önerdi. İskenderun postanesine gittim. Postane, Muhabere Üsteğmeni Necati Urgunlu’nun denetimi altındaydı. İki santralde iki kız görevliydi. Urgunlu’ya rica ettim. Dündar Taşar’ı bulup santralı boşaltmalarını istedim. Taşarla bir saate yakın görüşüp durumu anlattıktan sonra, 17 subayın imzaladığı protokolü kendisine dikte ettirdim ve oradaki isteklerin parçalara ayrılarak, Milli Birlik Komitesi emirleri olarak 39. Tümene gönderilmesini talep ettim. Bu isteğim üzerine Komite’den Tümen’e emirler yağmaya başladı. Beri de her seferinde, başkaldıran bu 17 subayı toplayarak Komite’nin buradaki durumu bizden daha iyi bildiğini ve görüldüğü gibi tüm isteklerinin yerine getirildiğini, eğer bazı kişilerin gözaltına alınması gerekseydi, onun için de emir vereceklerini, nitekim Hatay’dan Abdullah Çilli ile Kuseyri soyadlı biriyle, dönemin Adana Valisi ve Emniyet Müdürü dışında gözaltına alma talebinde bulunmadıklarını söyledim, ve Turgut Sunalp da dahil olmak üzere diğer kişileri tutuklamaya gerek olmadığına onları ikna ettim.
Bir anlamda, kendi subayları tarafından gözaltına alınmak istenen Sunalp’ı kurtaran kişi benim. O günün koşullan içinde bu çok büyük bir olay olarak algılandığından, Genelkurmay, Yargıç Yüzbaşı Turgut Akan’ı (Devlet Brifingi Ekibi’nden, Deniz Hakim Albay rütbesiyle 12 Martta Faik Türün’ün yani, 1. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’nın Adli Müşaviriydi) bu olayın soruşturulması için İskenderun’a gönderdi. Akan, yüzlerce kişinin ifadesini alarak olayı soruşturdu ve hadisenin büyümesini engellemem nedeniyle bana iltifat ve teşekkür etti ve ayrıldı.
O günün koşullan altında böyle bir davranış sergileyen Sunalp’ın Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir gün bile tutulması olanaklı olmamasına karşın, Milli Birlik Komitesi’nde Kurmay Albay Sezai Okan, eski arkadaşı olduğu için Sunalp’ı korudu ve emekli olmasını engelledi. Ancak o tarihten itibaren Turgut Sunalp’ın beni baş düşman olarak seçtiği zaman içinde daha da açıklık kazandı.
Kıbrıs alayının İskenderun’daki eğitimi bitti ve alayı yolcu ettik. Kıbrıs’ta alay dışında “Üçlü Karargâh” denilen bir kuruluş daha vardı. O kuruluşta, o tarihte ikisi de Kurmay Binbaşı olan Necdet Üruğ ile Celil Gürkan da görevliydiler. Daha sonra, Orgeneral Necdet Öztorun’un Genelkurmay Başkanı olmasını engellemesiyle ortaya çıkan ve 2000’e Doğru dergisinde işlenen “Belçika” ya da “NATO Kulübü” ilişkisinin, yani Sunalp’le Üruğ arasındaki ilişkinin orada atılıp atılmadığını kesin olarak bilememekteyiz.
1960’ın Eylül ayında, Genelkurmay Başkanlığı Harekât Daire Başkanlığı Plan Kısım Amirliği’ne atandım. Masamın gözlerini, çekmecelerini karıştırırken, ilginç bir belgeye rast geldim. Belge, Turgut Sunalp imzasını taşıyordu. Sunalp, 1955-57’de Moskova’da, 1957-58’de Paris’te dış görevdeydi. Yurda kesin dönüş yaptığında kaleme aldığı belgede şöyle deniyordu:
“Ekli listede cins ve miktarı yazılı olan malzemenin (…) kanunun (…) maddesi gereğince yurda bedelsiz ithaline müsaade buyrulmasını arz ederim.”
2 sayfa dolusu listede, o dönemin değerli tüketim eşyaları sıralanmıştı. Çok değerli olanların miktarı belirtilmiyordu. Örneğin, “buzdolapları”, “müzik setleri” deniliyordu. Bu belgeyi aldım. O dönem Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkan Yardımcısı olan Kurmay Albay Asım Mutludoğan’a verdim ve Sunalp’ın dosyasına konulmasını isteyerek ekledim: “Bak, Silahlı Kuvvetler’de ne Albaylar var!”
O tarihte bile, bu listeyi paraya dönüştürürseniz, Sunalp, bugünkü deyimle “köşeyi dönmüştü”. Sınıfı belirlenmiş bir kişinin antikomünist olmasını anlamak kolaydır ama onun ideolojik yapısının kökeninde başka nedenler de bulunmaktadır.
Ben Ankara’da görevliyken, Turgut Sunalp da Kıbrıs Alay Komutanlığı görevini sürdürüyordu. O dönemde her hafta Kıbrıs’tan evrak getirmek üzere bir kurye subay gelirdi. Onlardan biri çıksa da, evrak yanında kimlere ne hediyeler taşıdığını anlatsa, ne kadar ilginç olurdu!
1960’tan sonra, “Silahlı Kuvvetler Birliği” denilen bir örgüt bir süre düzene egemen olarak iktidarı güttü. Ben de bu örgüt içinde bulundum. Silahlı Kuvvetler Birliği, o günün koşullan içinde 20 general ile 80 kurmay albayı emekli etme kararı almıştı. Liste, o dönemde Genelkurmay Başkanı olan Cevdet Sunay’a götürüldüğünde, “Çocuklar, seçime yaklaşıyoruz. Böyle bir listenin tümüyle uygulanması sakıncalı olabilir. Bu işi parti parti yapalım” dedi. Sanırım 10 general ile 20 albay o tarihte emekliye ayrıldı. Listedeki albaylar içinde Turgut Sunalp da bulunuyordu. Sunalp’ı ikinci kez kurtaran kişi, Sunay’dı. Böyle bir listenin oluşumunda hiçbir katkım olmamasına karşın, Sunalp, bu listede yer almasından beni sorumlu tuttu ve kişisel kinini pekiştirdi.
Daha sonraki dönemde emekli olmalarına imza koymalarına karşın, Sunay, değişen koşullar içinde bu kişilerle tek tek ilişki kurarak “Sizi Aydemir cuntası emekliye sevk ediyordu, ben kurtardım” diyerek, kendi felsefesine uygun bir cephe oluşturdu. Ve onlara dayanarak Cumhurbaşkanlığına yükseldi. 12 Mart 1971 yarı askeri darbesinde taraflar zorunlu nedenlerle bir araya gelmiş ve Sunay’ı devre dışı bırakmışlardı. Oysa ki, 12 Mart Muhtırasının baş imzacısı Genelkurmay Başkanı Tağmaç, Sunay’ın sayesinde gelebileceği yerlere oturmuş bir kişi olarak, zaman içinde, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’nun da katkısıyla, Sunay-Tağmaç’tan oluşan daha Amerikancı bir cunta kliği Orgeneral Gürler ve Batur’dan oluşan diğer kliği ortadan kaldırmak için girişimlerde bulundular. Bu iş için İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün görevlendirildi. Türün, Sunay’ın kendisine Genelkurmay Başkanlığı teklif ettiğini daha sonra açıkladı ve Faruk Gürler’i de “Marksist-Leninist bir cuntanın başkanı” olarak itham etti.1
Oysa ki, Türün’ün Genelkurmay Başkam olması için, özellikle Orgeneral Faruk Gürler’in ekarte edilmesi, Orgeneral Batur’un da, Gürler’in desteğinde olduğu için aynı akıbete uğratılması gerekmekteydi.
Türün, ünlü Zihnipaşa (Ziverbey) İşkence köşkünü bu kişisel amacı için de kullandı. Baş hedef olarak da ben seçildim ve “Bomba Davası” adlı davaya sanık yapıldım. Şöyle ki; Ağustos 1972’de Genelkurmay Başkam değişecektir. Sıra, Orgeneral Gürler’dedir. Oysaki karşı cuntanın yanı sıra AP de Gürler’in Genelkurmay Başkanı olmasını tüm gücüyle önlemeye çalışmaktadır. Çünkü bu kişi, AP iktidarının istememesine karşın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı makamına da Batur’un desteğiyle ve kendi gücüyle oturmuştur. Bu noktada AP’nin özlemleriyle Türün’ün özlemleri çakıştığı gibi, Tağmaç, Sunay ve Türün’ün de bana kini bulunmaktadır. Bunun için üç neden sayılabilir: Birincisi, dünya görüşlerimiz arasındaki 180 derecelik farklılık. İkincisi, Silahlı Kuvvetler Birliği döneminde benim etkin bir konumda olmama karşın, Türün’ün, dışlanan iki generalden biri olmasıdır. Üçüncüsü, 1963’te Genç Kemalistler Ordusu olayı nedeniyle ben Kurmay Yarbay rütbesiyle yargılanırken Faik Türün de Tuğgeneral olarak Mahkeme Başkanlığım yapmıştı.
O dönemde, ben her şeyi göze aldığım için, mahkemede dik duruyor ve tok konuşuyordum. Türün, kararlı olduğumun farkına vardığı için, o süreçte, bana tek kelimeyle dahi olsun müdahale edemedi. Etmeye kalksaydı, yanıtını alacak, prestiji sarsılacaktı. O zaman yuttuklarım Ziverbey Köşkü’ne sakladığı zaman içinde anlaşıldı.
Temmuz 1972 başında gözaltına alınarak Ziverbey Köşkü’nde bir ay en ağır işkenceyle sorgulandım. Bu dönemde özellikle Gürler, Batur ve Kayacan aleyhinde ifadeler aldırarak, Türün, önünü açmak istiyordu. Ama bu ifadeler Ankara kulislerinde kullanılmış olmasına karşın, başlangıçta, Bomba Davası’na yansıtılmadı. Ancak, iki askeri savcı, muhbir sıfatıyla bir sanıktan 6 Ağustos 1972 tarihli bir ifade alarak, anılan generalleri resmen “Cuntacılıkla” suçladılar. Buna karşın Orgeneral Gürler, 16 Ağustos 1972 gecesi zorla Genelkurmay Başkanlığı’na oturdu. Ancak askeri savcılık ifadesinin örtbas edilmesi olanaklı olmadığı için, Bomba Davası, Faruk Gürler Cumhurbaşkanı seçilemeyinceye kadar, yani bir yıl bekletildi. Bu olayda, Sunay-Tağmaç kliğine ve ardındaki güçlere en büyük desteği, Sunalp’ın vermiş olduğunu görüyoruz. Çünkü bu kişi, zaman zaman İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına vekâlet etmiştir. (Sunalp, o tarihte İzmit Kolordu Komutanıydı.) Temmuz 1972’de, Gürler-Batur aleyhinde, Ziverbey Köşkü’nde ifade alındığını bilmektedir. Bizzat, kendi açıklamalarında, işkence köşkündeki sorgulamalara katıldığını ve hatta o dönemde köşkte bir psikiyatr doktorun da gözaltında bulunduğunu ifade etmektedir. Ben, bu kişiyle aynı anda köşkte bulunduğum için, bana olan kinini orada tatmin ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim kendisinin yanında “bir asker kişiye tokat atıldığından” da söz etmektedir. Onun açıklamalarından önce vermiş olduğum sorguda, Ziverbey’de MİT görevlisi olarak bulunan işkenceci “Kel Eyüp”ün2 bana tokat attığını açıklamıştım.
Devlet Brifingi’ne baktığımızda, Sunalp’ın Bomba Davası ve Boğaz Köprüsü provokasyonunun içinde olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun gibi, Kültür Sarayı yangını, Marmara Gemisi’nin batırılması, Eminönü Vapuru’nun batırılması sabotaj olaylarıyla da yakından ilgili olduğu görülmektedir. Hatta bu dava, onun Sıkıyönetim Komutan Vekili olduğu dönemde açıklanmıştır.
Orgeneral Gürler Genelkurmay Başkanlığı’na atandıktan sonra, ikinci başkanlığa Sunalp’ın atanması kuşkusuz rastlantı değildir. Nitekim bir yıllık süre içinde Gürler’den yana görünüp, aslında onun karşısındaki güçlerin amacına hizmet etmek üzere, Gürler’i Cumhurbaşkanı olacağına ikna etmiş ve Genelkurmay Başkanlığından ayrılmasında önemli bir rolü olmuştur. Gürler, Cumhurbaşkanı seçilemeyince, Sunay-Tağmaç-Türün’den oluşan karşı cunta yeniden harekete geçmiş, ek bir iddianameyle, Gürler-Batur-Kayacan’ı “Marksist-Leninist cuntanın liderleri” olmakla suçlamış ve Bomba Davası’na sanık olarak getirmeyi denemiştir. Güç dengeleri buna da el vermemiştir. Tüm yasal başvurularıma karşın, Mahkeme, Bomba Davası’nı aslında incelemeden ortadan kaldırmıştır.
Burada ilginç olan, emekli Orgeneral Necdet Üruğ’un emekli Orgeneral Sunalp’a bağlılığının hâlâ devam etmesidir. Oysaki Üruğ, Gürler’in öz yeğenidir. Dayısına atılan bu tarihsel kazığı bugüne kadar algılamamasını anlamakta güçlük çekmekteyim.
Orgeneral Türün ile Orgeneral Sunalp’ın, koşut yanlan bulunmaktadır. Şöyle ki; her ikisi de Kurmay Binbaşı olarak 1. Kore Tugayında görev yapmışlardır ve orada “Komünizmle mücadele ettiklerine” inanmışlardır. Onların mantığına göre, düşman saydıkları komünistin yerlisi yabancısı birbirinden ayrılamaz. Bu kişiler, “iç düşman” kavramı mantığıyla, içerdeki komünistlerle de aynı yöntemlerle mücadele etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Kuşkusuz, bunları yönlendiren gücün etkisini de göz ardı etmemek zorundayız. İşkence, bu amaçla sistematik olarak ülkemizin gündemine sokuldu. Türün ile Sunalp’ın bir başka ortak yanı, ikisinin de 27 Mayıs düşmanı olmasıdır.3 Ayrıca, ikisi de CHP’nin düşmanıdır.4
Bomba Davası’nda 8 Haziran 1973 günü verdiğim sorguda aynen şöyle söylüyordum: “Bugün İstanbul’da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından yürütülmektedir. Orada General Ünlütürk de vardır. İşkencelerde tespit olunmuş ifadelerle burada icrayı adalet yapılamaz ve bunlar Askeri Savcı’ya niyabeten yapılmaktadır. Burada 27 Mayısçılar yargılanmaktadır… “5
Görüldüğü gibi, idamla yargılanan bir kişi, Sıkıyönetim Komutanı olan Türün ile onun Zihnipaşa (Ziverbey) işkence köşkünü yönetmekle, yani işkencecilikle görevlendirdiği General Memduh Ünlütürk, savımın altında kalmışlardır. Daha sonra bu iki kişi emekli olunca, her ikisini de basın önünde, işkenceci olup olmadıklarını tartışmak üzere açıkoturuma çağırdım. 6 İşkenceci ilan ettiğim bu kişiler sivil olarak da karşıma çıkmaktan kaçınarak bir kez daha savımın altında kaldılar. Vurgulamak isterim: General Ünlütürk’ce “Devlet Brifingi” ekibindedir. İşkenceci-komutan-hakim bir potada ve bunlar kendilerini “Devlet” sayıyor. Kanımca 12 Mart döneminin işkenceci MİT ve Güvenlik örgütü görevlileri, Devlet Brifing Ekibi’ne katılmamak suretiyle, deyim yerindeyse “uyanıklık” yapmışlar, nasıl olsa bir gün ortaya çıkar düşüncesiyle, bu kişileri öne sürmüşlerdir. Sunalp, işkence konusunda, Ziverbey Köşkü’nün “seyircileri” arasında olduğunu kabul etmesine karşın, kendisine, cop sokma işkencesiyle ilgili sorulan, bir soruyu; “Taş gibi delikanlılar varken copa neden müracaat edilsin”7 demek suretiyle, korkunç bir mantık sergilemişti.
Kanımca, olaylarda bu ölçüde etkin olan bu kişiyi tanımadan, ülkemizin 1970’lerden bu yana gelen sürecini algılamak olası değildir. Sunalp, Yeni Asya gazetesinin 31 Ocak–1 Şubat 1991 tarihli “Ortadoğu’da Sinsi Plan” başlıklı dizi yazısında, ABD’yi çifte standartlı olarak suçladıktan sonra, “ABD’nin ikinci vatanı olduğunu” ifade etmektedir: “Çocuklar, ben Türk Harp Akademisi’nden sonra, Amerikan Harp Akademisi’nde okudum. Kore’de harp ettim. Türkiye’de ilk NATO subayıyım. NATO’ya hizmet ettim. Amerikalılarla haşır neşir oldum. Benim akranım Amerikalılarla senli benliyimdir. Çok yakın dostlarım var. Amerika’yı çok severim. Amerikalılar bana çok şeyler kazandırmışlardır. Hatta ikinci vatanım addederim. Ben Türkiye’yle Amerika’nın ittifak olmasına kaniyim. Amerika ile Türkiye ittifaka doğru giderken, askeri sahada 50 Amerikalı, 50 Türk çalışmış ve bunlara rozet verilmişti. Bu 50 Türk’ten birisiyim. O işe başladığım için, Kurmay Yüzbaşı iken, beni Amerika’ya götürdüler, okuttular, getirdiler”.
Sanırım 50 rozetli Türk’le 50 Amerikalıyı merak edersiniz. Tarihçi, bu 100 adı bir gün sergilerse, NATO’dan bu yana ülkemizde yaşadığımız olumsuzluklara doğru tanılar koyabiliriz. Ancak şu aşamada ülkemizde ABD’yi “ikinci vatan” seçenler çoğaldı. Kanımca ulusal çıkartanınızın gözetilmesindeki önkoşul, bu kişilerin politikadan arındırılması ve etkinliklerinin azaltılmasıdır. Oysaki Sunalp’a 12 Eylül darbesinden sonra “Devlet Partisi” havası içinde parti kurdurulmuş, siyasete soyundurulmuştur. Dönemin parasıyla 10 milyar lirayla parti kurduğunu ifade eden bu kişinin, ilginçtir, parti kurmak üzere seçtiği ev, Horzum’un evidir. Zaman içinde Horzum’un niteliğiyle birlikte, bu kişinin, Özal’a suikast düzenleyen Kartal Demirağ’la bağlantısı da ortaya çıkmıştır. Demirağ, kendi ifadesine göre, MİT ve Kontrgerilla’yla bağlantılıdır. Tüm bu açıklamalara karşın Sunalp, içeriğini bilemediğimiz vefa borcunu ödemek üzere, üstelik ipliğinin pazara çıktığı bir zamanda, “Horzum benim nazarımda müspet bir işadamıdır” diyebilmektedir. 8 Daha sonra Horzum’la Yahya Demirel arasında da bağlantı ortaya çıktı.9 Bu karmaşık ilişkiler yumağı çözülmeden, olaylara doğru tanılar koyamayız.
Devlet Brifingi’nin yayımlanmasını, bu anlamda bugüne kadar atılan adımların en olumlusu olarak algılıyorum. Çünkü 199İli yıllarda Yeni Asya gazetesinde ABD’yi ikinci vatanı ilan eden Sunalp, 1972’de bu gazeteyi ve çevresini çok ağır şekilde suçladığı gibi, ta o tarihte Kürt sorununun ardında Amerika’nın bulunduğunu da ifade etmiştir. Sunalp şunları söylemiştir:
“3 Kasım 1972’de, ben, yıllarca üzerinde çalıştığım konulan derleyerek, çalışma heyetimle birlikte, Marmara Köşkü’nde bir Devlet Brifingi verdim. Orada Kürtçülük meselesini de izah ettim.”10
1972 yılında sorunun arkasındaki Amerika, günümüzde Çekiç Güç olarak bütün ağırlığıyla devrede olmasına karşın, dün bu gücü çok ağır dille suçlayan devlet adamı ve politikacılar bugün Türkiye’deki yıpranan Amerikan imajını düzeltmek ve Çekiç Güç’e kalıcılık sağlamak için ABD ile flört içine girmişlerdir.
İşkence evleri kurarak belirli bir makama gelmek için tüm devlet güçlerini araç olarak kullanan Türün’ün oyunu tutmayınca, emekli olur olmaz, AP tarafından İstanbul’da senatör adayı gösterildi. Ancak, İstanbul halkı tarafından senatör seçilmek şöyle dursun, hezimete uğratılınca, onu hemen Umumi Mağazalar Yönetim Kurulu’na alarak madden ödüllendirdiler. Daha sonra, AP’den Meclis’e sokularak Cumhurbaşkanı adayı yapıldı. O dönemde CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı da Muhsin Batur’du. Böylelikle, Bomba Davası’nda yarım kalan hesaplaşma, Parlamento boyutunda devam etti.
1973’te işkenceci ilan ettiğim bir kişinin 1995’te Çankaya Köşkü’nde verilen yılbaşı resepsiyonunda konuk olması, ülkemizdeki işkenceci düzene çarpıcı bir örnek sergilemektedir. Bu kişinin işkence köşkü işletmekle görevlendirdiği General Memduh Ünlütürk de gene AP tarafından bir kamu kuruluşunda yönetim kurulu başkanı yapılarak ödüllendirildi. Ziverbey Köşkü’nün işkencecileri ve diğer Sıkıyönetim bölgelerinde işkencecilik yapanlar da, her siyasi iktidar değişimiyle etkinliklerini korudular. Bugün Türkiye tüm dünyada insan hakları sorunu nedeniyle eleştirilmektedir. Ülkeyi bu noktaya getiren bu bedbahtların hâlâ itibar görmesi, ilginç bir paradoks oluşturmaktadır.
Benim şahsen, bana işkence yapan ve yaptıran bu kişilere karşı hiçbir kompleksim ve kinim kalmamıştır. Çünkü yapıt ve yazılarımda onları tarih önünde suçladığıma inanıyorum. İşkenceci olduklarım duruşma tutanaklarına geçirdiğim bu kişilerle, Harp Okulu ve Kara Harp Akademisi mezunu olarak, ne yazık ki, ortak bir yanım bulunmaktadır. Bu durumda, kariyerimde bulunan kişiler bir yeğlemeyle karşı karşıyadırlar: Ya işkenceciden yana olacaklar, ya da kurbandan! Bugüne kadar her kurum birinci şıkkı yeğlediği için, birkaç işkenceciyi korumak uğruna kurumlar yıprandı. Ancak, 70’lerden bu yana devam eden işkence olgusuna bireysel yaklaşanların, bunun toplumu sindirmeye yönelik bir yöntem olduğunu, yargısız infazlar dönemine girdiğimiz günümüzde de algılayamadan demokrasiden, haktan, hukuktan, özgürlükten söz etmeleri boşunadır.
Brifing Ekibi’nde bulunan ilginç bir isimden daha söz etmek istiyorum: Tümgeneral Recai Engin. Bu kişi Seferberlik Tetkik Kurulu’nun (STK, yeni adıyla Özel Kuvvetler Komutanlığı) eski başkanlarındandır. Ziverbey Köşkü’nde işkencecileri 12 Haziran 1973’te Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri’ne bir dilekçeyle duyurdum ve savımın bir Parlamento komisyonunca incelenmesini istedim. Şöyle dedim: “İşkence yapanların… Türkiye’nin Kurulu düzenine, bütün güç ve organlarına açıkça küfretmeleri olgusunun tanığı olmam ve Türkiye’nin kaderinin bir cunta eline geçtiğini bizzat gözlemlemenin derin ızdırabı içindeyim. 12 Mart’tan sonra Parlamento üzerinde baskı sürdürenler ve Anayasayı değiştirmeye zorlayanlar bu gizli örgüttür.” “Kendilerini ‘Kontrgerilla’ olarak tanıtan bu kanundışı örgüte.
1995 yılında yayımlanan Devlet Brifingi de 1973 yılındaki tanılarımı doğrulamaktadır. Bir anlamda, sözünü ettiğim gizli örgütün orta kademesi “Devlet Brifing Ekibi” olarak kendilerini ele vermektedir. İkinci olarak, Ziverbey işkence köşkü yöneticisi Memduh Ünlütürk’le Özel Savaşçı Recai Engin’in yan yana bulunması, işkencecilerin kendilerini “Kontrgerilla örgütü” olarak tanımlamalarına açıklık getirmektedir. En önemlisi, “12 Mart’tan sonra Parlamento üzerinde baskı sürdürenler, Anayasa’yı değiştirmeye zorlayanlar, bu gizli örgüttür” diye tanımladığım bu tanı da, 22 yıl sonra kesinkes doğrulanmaktadır. Şöyle ki; bu Brifing’de Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması önerilmekte ve bu oluşumu “pür hukuk açısından görmek isteyenler” eleştirilmektedir. Brifing’den dört ay sonra, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” Anayasa’daki yerini almıştır!11
Bunun dışında Devlet Brifingi’nde, gözaltı süresinden de söz edilmektedir. Bir ülkenin demokratik olup olmadığına tanı koymak için yalnızca o ülkenin anayasasındaki gözaltı süresine bakmak yeterlidir. Gözaltı süresinin ne demek olduğunu en iyi bilenler, kuşkusuz işkence tezgâhından geçenlerdir. Ve ülkemizde kendisini devlet yerine koyan güçlerin zorlamasıyla, yıllardan bu yana gözaltı süresiyle oynanmaktadır. Bu madde, Anayasalar içinde adeta paspasa dönüştürülmüştür. Devlet Brifing Ekibi’nin gözaltı süresi hakkındaki görüşü şöyle: “Bu ekip içinde brifingi hazırlarken tebellür eden fikir, Anayasa’nın 30. maddesine ‘Sıkıyönetim hallerinde yakalanan kimseler 30 gün içinde hakim önüne çıkarılır’ şeklinde bir hüküm konulmasında ittifak halindedir.”
Kendilerini devlet yerine koyan ve Parlamentoda gözaltı süresinin artırılmasını isteyen bu kişilerin istemleri, yine aynı yasayla, dört ay sonra yerine getirilmiş ve madde Anayasa’ya eklenmiştir.12 Bu olgu bile, kendi üzerinde bir gücün varlığını kabul eden 12 Mart dönemi Parlamentosunu tarihsel bir sorumluluk içine koymaya tek başına yeterlidir.
Tümgeneral Recai Engin, 1966’da STK Başkanı iken, ilk kez, bu örgütte görevli biri yarbay biri astsubay iki kişi, sokağa çıkıp eylem’ yapmışlardır. Gazeteci-yazar dostum İlhami Soysal’ı feci şekilde dövdükten sonra bir yere atıp ortadan kaybolmuşlardır. O dönemde halkın duyarlılığı nedeniyle bu kişiler yakalanmış, haklarında soruşturma açılmış, daha sonra korunmuş ve kollanmışlardır. İlhami Soysal Akşam gazetesinde Ankara Büro Temsilcisi ve’ köşe yazarıydı. Yazıları dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural’ı rahatsız ettiği için ona bağlı bir kuruluşun elemanları sokağa çıkıp eylem yapabiliyorlardı. Askerlikte bir kural vardır: “Bir birliğin yaptığı ya da yapamadığı her şeyden komutan sorumludur.” Bu kurala göre, İlhami Soysal’ın dövülmesi olayının asıl sorumlusunun, Kurmay Albay olan Recai Engin olması gerekirdi. 50 rozetliden biri olup olmadığını bilemediğim bu kişi, o tarihte, Londra’ya ataşe olarak gönderilerek ödüllendirildi. Yanılmıyorsam, Londra’ya giderken, Recai Engin’in lisanı da yoktu.
Recai Engin’in görünmez dokunulmazlığı daha sonra da devam etmiş, banka yönetim kurullarında görevlendirilmiş, Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı yapmış, Evren döneminde bankadaki görevi nedeniyle sorumlu olarak mahkemeye verilmesine karşın, sanık olmaktan emirle kurtarılmıştır.
Ülkemizde 20 yıldan bu yana devlet adamları ve politikacılar sıkıştıkça “devlet üzerinde devlet”ten söz ederler. Devlet Brifingi, o dönemde kendilerini devlet sayan bir ekibin bu işlevi üstlendiğini kesinlikle ortaya koymaktadır. 12 Mart uygulamaları hepimizce biliniyor. Bu belgedeki “devlet” kelimesinin öne çıkarılmasını faşizmle eşdeğer görüyorum. Bilindiği gibi faşizmde devlet olgusu, her şeyin üstünde görülür. Nitekim 1975’te Bomba Davası’nda yaptığım savunmada, düzenin faşizan yanını açıklıkla ortaya koydum.
Devlet Brifingi Ekibi’ndeki bir başka isim de, Tümgeneral Osman Fazıl Polat. Bu kişi, başlangıçta, Faik Türün’ün (İstanbul) Merkez Komutanlığı görevinde bulunuyordu. Avrupa yakasından Ziverbey köşküne gönderilen bütün kurbanlar için, Merkez Komutanlığı, “aktarma istasyonu” işlevini yürütüyordu, örneğin, Bomba Davası sanıklarından Yüzbaşı F.Ö., Merkez Komutanlığınca gözaltına alınmış, sorgusu yasal olarak aynı yerde yapılması gerektiği halde, Ziverbey köşküne işkenceye gönderilmiştir. F.Ö., 80kg. girdiği bu yerden 37kg. olarak çıkmış ve kendisinden tümüyle bana yönelik 26 sayfalık bir ifade alınmıştır, bu ifadenin gerçek olmadığını mahkemede kanıtlamış bulunuyorum. Belki de İlk kez, aslında Merkez Komutanlığı’nda sorgulanması gereken bir muvazzaf Yüzbaşı, General Osman Fazıl Polat tarafından işkenceye gönderilmiştir. Kanımca, bu olay, bu kişinin şahsında tüm subaylara yapılan en büyük saldırıdır.
Daha sonra, Osman Fazıl Polat, Korgeneral olarak Ankara Garnizon Komutanı iken, karakollarda subayların dövülme olayları artınca, gördüğü tepki üzerine, kendi başlattığı bu yöntemi durdurmak için yazılı emir vermek zorunda kalma talihsizliğine uğradı. O dönemde, bu çelişkili tutumunu, avukatım Hidayet Ilgar aracılığıyla bir mektup yazarak suratına çarptım. Ne yazık ki, 1960’lı yıllarda bu adam, bana “arkadaş” geçinenlerden biriydi.
Devlet Brifingi Ekibi’nde yer alan bir başka kişi, Deniz Hakim Albay Turgut Akan’dır. (Halen emekli Hakim Tuğgeneral.) Turgut Akan, 1963’te yargılandığım Genç Kemalistler Ordusu davasında da iddianameyi yazan savcıydı. 21 Mayıs olaylarının davasında da savcıydı. O davada, 12 Mart Muhtırası imzacılarından Kemal Eyiceoğlu mahkeme başkanıydı. Akan, bu kişinin gözüne girerek deniz sınıfına geçmeyi başardı. Askeri yargıçlıkta sınıf değiştirmek çok ender olarak uygulanan bir ayrıcalıktır. Kara yargıcı olarak ülkenin her yerine atanmak olanaklı olmasına karşın, deniz sınıfına geçerseniz, büyük merkezlerde kalmak şansına sahip olursunuz. Akan, bu becerisiyle, bu özel ayrıcalıktan yararlanmasını bilmiştir ve bu anlayışla da Faik Türün’ün Sıkıyönetim döneminin bütün tarihsel sorumluluğuna ortak olduğu, Devlet Brifingi’nde yer almasıyla açıklıkla görülmektedir.
Bu belgede üzerinde durulmaya değer bir başka olgu da, Orgeneral Turgut Sunalp’ın yasal olarak MİT görevlisi olmamasına karşın, MİT adına, MİT’in Marmara Köşkü’nde “Özsunuş”ta bulunmasıdır. Brifing Ekibi’ne baktığımızda, komutan-işkenceci-yargıç üçlüsünü içerdiğini görüyoruz. Kuramsal olarak kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasanın geçerli olduğu bir ülkede, bu üçlüyü bir araya getiremezsiniz. Getirdiğinizde, onun adına örtülü faşizm denir. Örtülü faşizmin kuramı, Bomba Davası-1’â.e, ayrıntılarıyla açıkladığım “FM 31–16 Counterguerrilla Operations” adlı resmi Amerikan talimnamesinde yer alan CMAC’de (Civil Military Advisory Committee-Sivil Askeri Gözlem Komitesi) açıklanmıştır. Bu ekip, onun bir benzeridir.
Devlet Brifingi’nde tüm halka savaş açıldığım ifade etmiştim. Belge, tüm solu, tüm sağı, hatta aşın milliyetçileri “yıkıcı faaliyet içinde bulunan unsurlar” içinde göstermektedir. Bu yönüyle, geçen süreç içinde olaylarla doğrulanmış bölümleri bulunabileceği gibi, olaylarla yadsınmış bölümleri de bulunmaktadır. Örneğin Sabotaj davasına konu olan Kültür Sarayı yangını, Marmara Gemisi’nin batırılması, Eminönü Vapurunun batırılması olaylarıyla, Bomba Davası’na dahil edilen Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurma provokasyonu, mahkeme kararlarıyla doğrulanmamış; özellikle Sabotaj davasında Brifing’de kesin dille suçlanan ve idamla yargılanan 22 sanığın tümü beraat etmiştir. Belge, bu yönüyle, ülkemize geniş bir tartışma ortamı açacak ve tarihsel birçok gerçeğin aydınlanmasına katkıda bulunacaktır. Bunun yanında, ülkemizin bugün içine itildiği çıkmazın sorumluluları olan 121i darbelerde görev almış kişiler ve Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma sevdasındaki iktidarların içyüzünün ortaya dökülmesine katkıda bulunmasıyla da olumlu bir işlevi olacağına inanıyorum.
Nasıl ki, dürt kendisini devlet üzerinde gören insanlar düzene egemen oldularsa, günümüzde de karanlık güçler ve güç odaklan, devlet üzerindeki devlet olgusuyla güncelliğini korumuş olmalarına karşın, ilgililer demokrasiden söz etmektedirler. Kanımca, bu anlayışın aşılması, demokratik süreçte atılması gereken ilk adım olmalıdır.
Talat TURHAN
Kaynakça ve Açıklamalar
1. “Faik Türün anlatıyor: Kore’den 12 Mart’a”, Yazan Ergün Göze, Tercüman gazetesi, 6–25 Aralık 1985.
2. Bir işkencecinin adım Türkiye’de ilk kez, Sıkıyönetim Mahkemesinde duruşma tutanağına geçirtmek istedim, ancak, “Özalkuş” soyadını geçirmeyi başaramadım! Tutanaklara, “Kel Eyüp” olarak geçti.
3. Türün’e göre, “27 Mayıs komünizmi getirdi. 27 Mayıs’tan sonra komünizm barajını yıktı.” Aynı dizi, 13 Aralık 1985, Tercüman gazetesi.
4. Milliyet gazetesi, 2 Şubat 1978. Ayrıca bkz. Bomba Davası 1,2, Talat Turhan.
5. Bomba Davası duruşma tutanağı s. 16.
6. Cumhuriyet gazetesi, 5 Ekim 1975, “Türün’den cevap bekliyorum”, ve Kontrgerilla Gerçeği, Talat Turhan.
7. 28 Ekim 1985 tarihli gazeteler.
8. Tercüman gazetesi, 2 Ekim 1988.
9. Milliyet gazetesi, 28 Haziran 1992.
10. Yeni Asya gazetesi, 31 Ocak–1 Şubat 1991.
11. 15 Mart 19734e kabul edilen, 20 Mart 197,3’te Resmi Gazete’de yayımlanan 1699 No.lu yasa. 1961 Anayasası’nın 30. ve 136. maddelerindeki değişiklik.
12. Aynı yasa. 27 Mayıs Anayasası 30. maddesinde gözaltı süresi 24 saatti. 22 Eylül 1971’de yapılan değişiklikle önce “48 saat ve toplu olarak işlenen suçlarda yedi gün”e çıkarıldı. “Devlet Brifingi Ekibi”nin 30 güne çıkarılması isteği, Anayasa Mahkemesi’nin bir süre önce, Sıkıyönetim Kanunu’ndaki “30 gün gözaltı” maddesini iptal etmesi de dikkate alınarak, “15 gün” olarak Anayasa maddesi oldu. Hatırlanacağı gibi, 12 Eylül’den sonra, gözaltı süresi 90 güne kadar uzatıldı.