2
Yurtiçi Basın

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI – KUDÜS GERÇEĞİ

TALAT TURHAN – MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
TÜRKSOLU – 30 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2006

Günümüzdeki ABD Politikası

11 Eylül 2001 baskını üçüncü bin yılın bir dönüm noktası olarak ABD’nin süregelen saldırgan politikasına yeni bir ivme kazandırmıştır. ABD Başkanı George W. Bush 15 Eylül 2001 günü CNN televizyonunda Ulusa Sesleniş programında ABD halkına, dünya kamuoyuna şöyle seslenmiştir:

“…Sizden istenen sabırlı olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. …Sizden istenen sabırlı olmanız azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli olmanız çünkü zafere giden yol uzun olabilir. …ABD’ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını elleriyle seçmişlerdir. Terörist ülkelere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi kararlı eylemle sağlanacaktır bu zafer. Sizi temin ederim sembolik bir eylemle yetinmeyeceğiz… Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır.”

11 Eylül sonrasında radikal İslam birinci tehdit ilan edilmiş ve “Sonsuz Adalet” operasyonu çerçevesinde Afganistan’a müdahale edilerek yerleşilmiş ve bu suça NATO da ortak edilmiştir.

Afganistan işgalinden sonra, “Önleyici Müdahale Konsepti” ile terörist ülkelerin yerinde cezalandırılacağı karara bağlanmıştır. Daha sonra “Şer Ekseni”ne dahil ettiği ülkelerden Irak’a müdahale etmiş ve Ortadoğu bölgesine yerleşmiştir. Ve bu suretle “Asimetrik Savaş” diye tanımlanan bir savaş türü uygulanmaya konulmuştur.

ABD’nin sözde barış getirmek için gittiği Irak’ta, yaşananları Servet Cömert’ten aktaralım:

“…Irak’ın binlerce yıllık tarihi, kültürü tahrip edildi. 7000 yıllık tarihi eserlerin bulunduğu müzeler yağmalandı. Her yerde enkaz, korku, talan açlık, susuzluk, çıplak ayaklı çocuklar… Her yerde ölüm, öldüren, öldürenler. Yönetim yok; kargaşa, kaos, anarşi kol geziyor…”

Stratejik müttefikimiz ABD(!), “Serseri (Haydut) Devletler” kuramını Taşkın Şenol şu şekilde tanımlamaktadır.

“Birincisi, Asıl Serseri Devletler: Bunlar Irak, İran, Suriye, Libya ve Kuzey Kore… Amerika’ya düşman bu ülkeler terörizmi desteklemekte ve ellerinde kitlesel imha silahları bulundurmaktadır. Tümünde kimyasal silah vardır…

İkincisi, Aday Serseri Devletler: Çin, Hindistan, Pakistan, Güney Kore, Mısır, Tayvan, Türkiye… ABD’ye göre bu ülkeler, hegemonya kurma ve kitlesel silahlar sahip olma arzusu içindedirler. Bu ülkeler her ne kadar şu anda Amerika’nın dostu ve müttefiki konumundaysalar da gelecekte taraf değiştirebilirler. Görüldüğü gibi Türkiye de ABD’nin serseri devletleri arasındadır. Türkiye kırk yıldır uğraşmasına karşın Avrupa Birliği’ne aday olmamış ama bir çırpıda Amerika’nın serseri devletler adayları arasına girmiştir!…

Üçüncüsü, Aday Adayı Serseri Devletler: Arjantin, Brezilya, Küba, Endonezya, İsrail… Pentagon stratejistlerine göre Arjantin ve Brezilya nükleer silahlara sahip değildir ama bu arzuyu taşımaktadırlar. Meksika ve Endonezya hem büyük nüfuza sahip hem de büyük askeri güç yaratma potansiyeli taşıyorlar. …Kitlesel imha ve nükleer silahlara sahip olan İsrail’in bu sınıfa dahil edilişi aslında bir Amerikan kandırmacası. Zira İsrail’in ABD’nin yanından ayrılmayacağını cümle alem biliyor…”

1955 yılında, Türkiye’nin karıştırılmasına karar verildiği anlaşılıyor. Nitekim CNN’de yapılan bir söyleşide eski bir CIA ajanına sorulan sorulur ve alınan yanıtlar bunu göstermektedir:

Soru: Eskiden Sovyetler Birliği’nde bir çok ajanınız vardı. Şimdi Rusya ile dost olundu ve siz ajanlarınızı çektiniz. Peki bu ajanlar şimdi nerede? Siz ajanları bir yere yığarsanız orası karışacak demektir. Söyleyin bakalım hangi ülke karışacak?

Yanıt: Türkiye

Soru: Nereden çıktı bu?

Yanıt: Evet Türkiye!.. Önümüzdeki dönemde dünyanın en çok karışacak ülkesi. Siz bunun henüz farkında değilsiniz; ama şu anda Türkiye gizli servislerin ajandasında 1 numaraya yerleşti, daha sonra Güneydoğu ve Ege’den söz edip dünya ajanları orada toplandı…

diye yanıtlar.

Türkiye, Harvard Üniversitesi Dekanı Allison’ın tanımlaması ile:

“ABD’nin 51. eyaleti” yapılmak isteniyor.

Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türkleri mevcut yöntemler ile yok edemeyenler, Türkiye’nin önüne iki seçenek koymaya başlamışlardır. İçi tuzaklarla dolu: Ya Avrupa Birliği’ne katıl, ya da “Büyük Ortadoğu Projesi”nde ABD ile beraber hareket et. İki yol da mümkündür ancak yok olmak şartıyla!…

Emekli Korgeneral Suat İlhan AB’ye katılımı:

“…Türkiye’nin Avrupa’ya katılımı Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne -ulus devlete- geçişten daha büyük bir dönüşüm. İmparatorluktan ulus devlete geçişte ülke ve ulus bağımsızlığı gelişiyor ve korunuyordu; egemenlik kendi ulusumuza ait bir kadrodan yine kendi ulusumuzdan başka bir kadroya geçiyordu. Sonuç olarak imparatorluktan ulus devlete geçiş sırasında Türk yönetiminin üstünde, AB’de olduğu gibi diğer uluslardan daha yetkili bir yönetim getirilmiyor; Parlamentomuzun üstünde bir parlamento, yürütme ve yargı organlarımızın üstünde başka ulusların egemen olduğu bir yürütme ve yargı organı gelmiyordu… AB, konfederasyon değil, federasyon da değil, bütünleşmeye katılımı amaçlayan merkezi gücü egemen kılan bir yapı oluşturuyor. Bu sebeple diyoruz ki, AB’ye katılım çok büyük bir dönüşüm, bir geçiş; Türk kültürü, Türk tarihi açısından bir teslimiyettir… AB’ye Türkiye’nin katılımı dış politika seçeneği değildir. Ya Atatürk’ün kurduğu bağımsız egemen ulus devleti koruyacağız veya Avrupa’ya katılacağız… AB’ye katılım Türkiye coğrafyası, Türk kültürü, Türk tarihi,Türk devrimi, Türk kimliği ile bağdaşmıyor. Her şeyden önce bağımsızlık, Türk kimliğinin ayrılmazıdır.”

şeklinde değerlendirmiştir.

ABD Derin Devleti’nin Büyük Ortadoğu Projesi

Fikir babası Doğulu Oryantalist Bernard Lewis tarafından ortaya atılan Büyük Ortadoğu Projesi ile bölgeye demokrasi getirilmeye çalışılmaktadır. İslamın ılımlaştırılması, bölgeye demokrasi getirilmesi adı altında devreye sokulacak bu proje, aslında emperyalist politikalarının bir ürünüdür. Kısacası; gelişen süreçte oyuncular ve araçların değişmiş fakat dünya atlasındaki genel tabloda “Batı ve Kuzey” zengin, “Doğu ve Güney” fakirdir. Batı Kuzeye; Doğu da Güneye nazaran daha zengindir. Dünyanın kritik hammadde ve enerji kaynakları Batının ve Kuzeyin ya elinde, ya da kontrolü altındadır. Batı ve Kuzey, zenginliğini Güney ve Doğunun kritik kaynaklarını sömürerek elde etmiştir. 21. yüzyılda ise; Batı ve Kuzeyde üretim, Doğu ve Güneyde emek fazlası ile kritik hammadde ve enerji kaynakları hâlâ vardır, Ancak Batının izni olmadan işletilememektedir. Bu durum Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya olan “Tersine Göç”ü başlatmış ya da Batıya olan düşmanlığı hızlandırmıştır ki, “teröre” neden olmuştur.

Dünya Egemenliği’nin ilk hedefi, ekonomik değeri olan Doğu ve Güney bölgelerin ele geçirilmesidir. Bu bölgeler Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlar’dır. Dünya enerji kaynakları ve büyük enerji ulaşım hatlarının büyük bir bölümü bu bölgelerde bulunmaktadır. Ekonomik Coğrafya olarak adlandırılan bu bölgeler; tarih içerisinde kurulan tüm imparatorlukların ilgisini çekmiş ve bu bölgelere sahip olma arzusu ile aralarında kanlı savaşlar yapmışlardır. Bu nedenle Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinde yaşayan halkların tarihi kendileri tarafından değil, dünyaya egemen olmak ve imparatorluklar kurmak isteyen emperyalist ülkeler tarafından yazılmıştır. Dün emperyalizm ve kapitalizm anlayışı ile sömürülen bu bölgedeki ülkelerde, şimdi Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme ve Büyük Ortadoğu Projesi ile yeniden sömürülmenin alt yapısı hazırlanmaktadır.

Büyük Ortadoğu Projesi içerine alınan bu bölgeler şunlardır: Kuzey Afrika Ülkeleri (Mısır, Fas, Cezayir, Fas, Libya), Ortadoğu Ülkeleri (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye), Kafkasya Ülkeleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan), Orta Asya Ülkeleri (Pakistan, Afganistan) ile Türkiye’yi kapsamaktadır. Bu proje içinde bazı devletler uzlaşma, bazı ülkeler işgal ve saldırı ile ABD politikalarına bağımlı hale getirilecektir. Bu projenin görünen ve açıklanan hedefi, bu bölgelere demokrasi ve özgürlük getirmek olarak açıklansa da, asıl hedefi Çokuluslu Şirketler için pazar yaratma ve bu ülkelerin petrol ve enerji kaynakları başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koymaktır. ABD Savunma Bakanı Mc Namara, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde 1967 yılında yapmış olduğu konuşmada Ortadoğu’nun ABD için önemini şu sözler ile açıklamıştır:

“… Ortadoğu, taşıdığı stratejik önem nedeni ile Birleşik Devletler açısından önemlidir Bu bölge askeri ve ekonomik çıkarlarımızın birleştiği kavşaktır ve Ortadoğu petrolü Batı için yaşamsal önemdedir.”

Bu bölgedeki devletlerin gelişme sürecini tamamlayamaması, monarşi ile yönetilmesi, var olan kaynaklarının sömürülmesinden dolayı oluşan Batı düşmanlığının terör olarak ortaya çıkması, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi çatışması gibi gelişmeler; bu bölge devlet ve insanların potansiyel tehlike olarak görülmesine neden olmuştur. Dinlerin bu bölgelerden çıkması; yaşanan çatışmaların esas kaynağının diğer nedenlerinden birinin dinsel olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Dün din düşmanlığı adı altında yapılan savaşlar, bugün petrolün, doğalgazın ve diğer madenlerin sahneye girmesi ile beraber boyut ve şekil değiştirmiş ve din çatışmalarına ekonomik savaşlar da eklenmiş, bölge bu açıdan emperyalist devletlerin savaş arenası durumuna gelmiştir. Ayrıca, gelecek yüzyıllarda yaşanacak iklimsel değişikliklerde su kaynaklarının da önem kazanacak olması, bu bölgelerin öncelikle ele geçirilmek istenmesinin açık bir göstergesidir.

ABD’nin Yugoslavya’ya müdahalesi, Irak ve Afganistan’ı işgali gibi nedenler bu açıdan değerlendirilmelidir. Ancak bu bölgeleri ele geçirerek dünya hakimiyetini elde etmek isteyen devletlerin yapmış olduğu kanlı savaşlar, hiçbir emperyalist devlete yaramamış; ya tarihten silinmelerine ya da güçlerini önemli ölçüde kaybetmelerine ya da parçalanmalarına neden olmuştur. Bu açıdan Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya bölgesi, tarihçiler ve jeopolitikçiler tarafından Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılmaktadır. Küresel İmparatorluğun kurulma aşamalarından ilk şart olan ekonomik coğrafya bölgelerinin ele geçirilmesi; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin ve Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan ve Irak’ın işgali ile gerçekleşmiştir. Bu aşama ile aynı zamanda stratejik Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya bölgesi ele geçirilmese dahi kontrol altına alınmıştır.

Yeni Dünya Düzeni ile beraber ortaya atılan dünya egemenliği kuramlarının gerçekleştirilmesi Anadolu toprakları, Türkiye ve Türkler ile ilgilidir. ABD eski başkanlarından Bill Clinton TBMM’de yapmış olduğu konuşmasında:

“20. yüzyılın ilk elli yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının paylaşılmasının yol açtığı değişiklikler ile geçti. 21. yüzyılın ilk elli yılı da Türkiye’nin alacağı doğrultu ile şekillenecektir. Türkiye modelinin, hem İslam dünyası, hem Türkiye’nin bulunduğu bölge hem de Avrupa için büyük etkileri olacaktır.”

şeklindeki sözleri ile Türkiye’nin ve Türklerin Yeni Dünya Düzeni’ndeki öneminden söz ediyor ve Berlin Duvarı’nın yıkılışının 10. yıl törenleri için gittiği Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasındaki: “Önümüzdeki yüzyılın büyük ölçüde, Türkiye’nin bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğini umuyorum” sözleri ile de, Yeni Dünya Düzeni senaryoları içerisinde Türkiye’nin ve Türklerin alacağı rolün çok önemli olduğuna işaret ediyordu.

Türkiye hem taşımış olduğu tarihi misyon hem de bulunmuş olduğu jeopolitik konum nedeni ile dünya coğrafyasının Kalpgah-ı’dır. Bu açıdan Türkiye, dünya üzerinde yaşayan, sömürülmek ve yok edilmek istenen ulus devletler açısından da bir direnç noktası olarak görülmektedir. Yok edilmek istenen ulus devletler açısından Türkiye örnek bir ülkedir, modeldir. Bunun için Türkiye ve Türkler öncelikle yok edilmek istenmektedir. Türkiye ve Türkler yok edildiği takdirde, “Domino Teorisi” ile diğer uluslar daha kolay yok edilecektir. Bugün Türkler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti namlunun ucundadır.

Bu kapsamda; ilk aşama da Amerika Birleşik Devletleri, ikinci aşamada Avrupa Birleşik Devletleri (AB) kurulmuştur. Üçüncü aşamada Ortadoğu Birleşik Devletleri’nin temeli BOP ile ortaya atılmıştır.

Sonraki aşamalarda ise Asya Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri, Güney Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulacağı değerlendirilmektedir. Bu amaçlarına ulaşmak için önce Avrupa Birliği’nin kurulmasına destek vermişlerdir. Bugün ise Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Ortadoğu Birleşik Devletleri’ni kurmaya çalışmaktadırlar. Yarın Uzakdoğu Birleşik Devletleri, Orta Asya Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri adları altında yeni birleşik devlet kurduracaklardır. Bu projeler ile, dünyayı altı birleşik devlet ile yönetmeyi arzu etmektedirler. Ancak bu birleşik devletler, gerçek amaca ulaşmak için araç olarak kullanılacaktır. Bugünlerde; Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçası olan ve Doğulu oryantalist Bernard Lewis tarafından ortaya atılan ve ABD Başkanı George W. Bush tarafından açıklanan Büyük Ortadoğu Projesi, bölgede sosyal yapıyı düzeltmekten ziyade Ortadoğu Birleşik Devletleri (Büyük İsrail Devleti’ni)’ni kurmaya yöneliktir.

BOP üç aşamada gerçekleşecektir. Birinci aşamada: Kürt bölgesi diye adlandırılan bölgede yeni bir devlet oluşturulacaktır. İkinci aşamada, Irak’ın başına Yahudi asıllı veya destekli biri getirilecek. Üçüncü aşamada ise, böylece Vaat Edilmiş Topraklar birleştirilecektir. ABD, İngiltere ve İsrail beyinli bir “Ortadoğu Birleşik Devletleri” kurulacaktır. Tek Dünya Devleti kurulacaktır. Kısacası, gelişen süreçte oyuncular ve araçlar değişmiş, fakat amaç aynı kalmıştır. Batılıların sosyal, siyasi ve kültürel bu bakış açıları aslında bir yanıltmadır. Ekonomik değeri olan bu bölgelerin ele geçirilmesi asıl nedendir. Müslüman devletlere demokrasi getirilmesi amacının arkasındaki asıl neden, Batının ürettiği mal ve hizmetlerin bu bölgelere arzu edilen şekilde satılmasıdır. Enerjinin ele geçirilmesidir.

Medeniyetler Çatışmasının Kökeni

“Medeniyetler Çatışması” söylemi, Samuel P . Huntington’ un aynı ismi taşıyan kitabında şu şekilde açıklanmaktadır:

“…Gelecekte uygarlık kimliği artan bir öneme sahip olacaktır ve dünya belli başlı yedi ya da sekiz uygarlığın arasındaki etkileşim tarafından şekillenecektir. Bu uygarlıklara “Batı, Konfiçyus, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerikan ve muhtemelen Afrika uygarlıkları” dahil olacaktır. Geleceğin en önemli çatışmaları bu uygarlıkları birbirinden ayıran kültürel sürtüşme hatları boyunca gerçekleşecektir. …Yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacaktır. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacak, fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecektir. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları, geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecek. Medeniyetler arasındaki mücadele, modern dünyadaki mücadelenin evriminde nihai safha olacaktır…”

ABD, medeniyetler çatışması sonunda “Kudüs Merkezli Dünya İmparatorluğu”nu kurmak özlemindedir. İsmail Vural Evanjelizm adlı kitabında, ABD’nin bu özleminin yedi aşamada kurulacağını açıklamaktadır:

“1. Yahudilerin Filistin’e geri dönmeleri,

2. Büyük İsrail’in kurulması,

3. İsrailoğulları dahil dünyanın tüm uluslarına İncil’in vaaz edilmesi,

4. Yedi yıl sürecek felaket dönemi (tirbulasyon),

5. Armageddon Savaşı,

6. Kiliseye iman edenlerin semaya yükseltilmesi

7. Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi

Bugün emperyalizme hizmet eden tüm örgütlerin temelinde masonluk vardır. …Masonluğun Yahudi ve Hıristiyan olmayan dünyaya yayılması ve bir dünya gerçekliği haline gelmesi kapitalizm ve sömürgecilikle başlar. Türkiye’ye masonluk ilk olarak liman kenti Selanik’ten girmiştir. İkinci olarak da yine komprador unsurların yoğunlaştığı İzmir’den yayılmıştır. ABD devleti de zaten başından itibaren masonik ve Siyonist amaçlar temelinde kurulmuştur. ABD başkanlarının hepsi masondur.”

Siyonizm, 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır; Yahudilerin aksine Siyonistlerin ana felsefesi ırkçılık ve sömürgeciliktir. Siyonizmin fikir öncüleri ise yine Yahudi olan Herlz ve Max Nordau’dur.

Siyonizmin ne olduğu, araştırmacı yazar Hasan Yurtsever’in yazmış olduğu İsrail ve Büyük Ortadoğu Projesi isimli kitapta özetle, “…Bugün İsrail devletinin iç ve dış politikasını yönlendiren ana unsur Siyonist ideolojidir” şeklinde açıklamaktadır. Siyonizm tanımını biraz daha açacak olursak, bu ideolojiyi, “geçmişi çok eskilere hatta insanlığın var oluşuna kadar dayanan” ve “Vaat Edilmiş Topraklar”da Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasını amaçlayan ideoloji” olarak tanımlamak herhalde yanlış olmayacaktır. Siyonist liderlerden Vladimir Jabotinsky daha 1920’lerde hedeflerinin Araplar ile Yahudiler arasında demirden duvar olduğunu açıklamıştır. Bu ideoloji ırkçı, şoven ve işgalci bir anlayışa sahiptir. Siyonizm Yahudi halkını milli bir varlık olarak tanımlamaktır.

Hedefleri, Vaat Edilmiş Topraklar’ın (Arz-ı Mevüd, Nil Irmağı ile Fırat Nehri arasında olan bölge) ele geçirilmesi, Küresel Krallığın Kurulması ve Dünya Hakimiyeti’nin ele geçirilmesidir. Bu amaçlarına, İsa Mesih’in yeryüzüne inmesi ile birlikte ulaşacaklarını iddia etmektedirler. İlginç olanı ise, bu hakkın Tanrı tarafından kendilerine verildiği iddiasıdır. Yahudiler kendilerini, Tanrı’nın Evlatları olarak görmektedirler; kendilerine göre Seçilmiş Kavim’dirler ve insanlık ancak kendi yönetimleri altında huzura kavuşacaktır. Bizlere göre yeni, kendilerine göre çok eskiye (milattan önceye) dayanan dünya hakimiyetini ele geçirme senaryoları bugün başka bir adla sahneye konmuştur. Bugünün ideologlarının ileri sürdüğü fikirler, tarihte yaşanan büyük olaylar ile beraber değerlendirildiğinde, dünya büyük bir değişime doğru sürüklenmektedir. Bu değişim Kaos ve Kıyamet senaryosuna dayanmaktadır. Açık bir ifade ile, dün ideolojiler ile sosyal ve siyasi savaşları, ticaret ve para ile ekonomi savaşlarını, teknoloji ile askeri savaşları, ihtiras duyguları ile ırk savaşlarını yaratan Musevi kökenli bilim ve ilim adamları; bugün Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme fikirleri ile medeniyetler ve kültürler arasındaki savaşları başlatmışlardır.

Şimdi söyleyeceğim ise benim inancımdan ibaret, bunu söylemeliyim, ama ben 11 Eylül’deki büyük operasyonun bizzat Amerika ve belki de bazı yakın dostlarından yardım alınarak yapıldığını, yıllardır sosyal temeli oluşturulmuş olan kötüye karşı Hıristiyan-Yahudi ittifakının da savaşa bu operasyonla start verdiğini düşünüyorum. Asıl Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) işte budur ve bugün sınır kapılarımıza kadar dayanmış olan ve daha da yayılacak olan operasyona 11 Eylül günü başlanmıştır aslında. (Serdar Turgut, Akşam gazetesi, Gibson’dan Sonra BOP Ne Olacak, 01.03.2004)

Aslında dinler tarihini incelediğimizde bu çatışmanın tarihten bu yana süregeldiğini görmekteyiz. Bu bakımdan “medeniyetler çatışması” söyleminin gerçekte “dinler çatışması” söylemini kamufle etmek amacıyla öne sürüldüğü kanısını taşımaktayım. Kuşkusuz bu kapsamlı konuyu tarihsel derinlik içinde irdelemek bu kitabın konusu değildir. Ancak 1990 yılında imzalanan Paris Şartı sonrasında George Bush mealen:

“…Günümüze kadar savaşlar Doğu-Batı yönünde cereyan etmiştir. Bundan sonra Kuzey-Güney yönünde devam edecektir…”

demiştir ve devamında, “Bundan sonra düşmanımız Müslümanlar”dır şeklinde “dinler savaşı”na yeni bir boyut kazandırmıştır. George Bush’un önemsediğim bu söylemini, o günlerde bir gazete ile yapmış olduğum söyleşide aktararak kamuoyuna mal ettim.

11 Eylül komplosundan sonra İslam dini, dolayısıyla ülkeleri, düşman seçilmiş ve George W. Bush’un deyimiyle “Haçlı Seferi” yeniden başlatılmıştır. O halde şu anda süregelen “dinler savaşı” Müslümanlarla Siyonist Evanjelistler arasındadır. Evanjelistler Yahudileri üstün ırk olarak kabul ettiklerinden, daha da gerilere doğru gidersek, Ortodoksluk ile Yahudilik arasında bağları görebileceğimiz için; bu bağlamda süregelen savaşın Siyonist Evanjelistler+İsrail+Siyonistler ve onların destekçileri olan masonizm ile Müslümanlık arasında olduğunu kesinlikle iddia edebiliriz.

Aslında Kuran’ı incelediğimizde “İsrailoğulları” hakkında birçok ayetin bulunduğunu görebiliriz (Bakara Suresi 1, 2-Maide Suresi 70).

Yahudilerin Türkler hakkındaki fikirlerinin de olumlu olduğu söylenemez. Örneğin Talmut’un en büyük yazarlarından biri olan Maimonides’in ırkçı fikirlerinde bu olgu görülmektedir:

“…Türklerin bir kısmı, kuzeydeki göçebeler ve zenciler ve güneydeki göçebeler. Bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler, bunların tabiatı daha çok düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer. Benim düşünceme göre, bunlar insan seviyesinde değildirler; seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir…”

Bilindiği gibi Musevilerin kutsal kitabı Tevrat’tır (Eski Ahit)… (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye) Yahudiler ve Hıristiyanlarca yakın zamana kadar Tanrı’nın Hz. Musa’ya doğrudan doğruya yazdırdığı kitap olarak kabul edilmekteydi, ama iki yüz yıldan beri yapılan incelemeler bunların çok yeni diyebileceğimiz zamanlarda yazıldığını, çeşitli maksatlarla tarih boyunca değişikliğe uğratıldığını ispatlamıştır. Hz. Musa’ya gönderilen Tevrat, bazı hahamların elinde, Yahudilerin belirli çıkar ve hedeflerine uygun olarak değiştirilmiştir. Bu eklemelerden biri:

“…Bir kısım Yahudilerin geleneksel üstün ırk ve dünya hakimiyeti konularındaki ihtiraslarını pekiştirmiş, yaptıkları katliamlara, haksızlıklara ve ahlak dışı tavırlara yasal bir zemin hazırlamıştır. Böylece muharref Tevrat’ın bazı kısımları hak dini anlatan bir kitap olmaktan çıkarak bazı Yahudi hahamların ideolojilerini yansıtan bir kitap haline gelmiştir..”

Aynı konuya 8 Mart 1989 günlü Salom gazetesi de temas etmektedir:

“…Tanrı’ya inanmak Yahudinin temel başlangıç noktası değildir..”

Resul, Jeremiah ile İsrail’in başkaldırışını, Tanrı’nın ağzından şöyle anlatır:

“…Beni terk ettiler ve kanunlarımı uygulamadılar…”

Eski hahamların bu sözleri yorumlama şekli ise şöyle olmuştur:

“…İnançlarından vazgeçsinler ama kanunları uygulasınlar…”

Kuran’da ise kitabı kendi elleri ile yazıp sonra onu az bir değerle değiştirmek için şunlar yazılıdır:

“…Bu Allah katındandır… Vay haline! Ellerinin yazdığından dolayı vay hallerine! Kazandıkları günahlarından dolayı vay hallerine!..”

Kuran’a göre (Bakara Suresi, 79):

“…Allah’ın ayetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür. Allah zalim olan bu kavmi hidayete erdirmez (Cuma Suresi 5).

Nitekim Kuran’da işaret edildiği gibi “Yahudi zulmü”, onların Filistin’e girerken birçok şehri yakıp yıkmaları ve yaşayanları katletmeleri ile başlamıstır.

Tevrat’ta bu sanki Allah’ın emriymiş gibi gösterilir, oysa gerçekte bunun, uygulanan vahşete mazeret bulmak için gösterildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Yahudi yazar Chaim Potok, Wandering-Gezginler adlı kitabında Yahudilerin istila sırasında yaptıklarını şöyle anlatmaktadır:

“…Yahudiler Jericho Kenti’ne girdiklerinde halk kılıçtan geçirildi, şehir yakıldı. Ai Şehri’ni tahrip ettiler oranın halkını köleleştirdiler, yağmaladılar, şehri yerle bir ederek yaktılar ve krallarını kazığa geçirerek öldürdüler…”

Yukarıda açıklanan konular Doç. Dr. Mim Kemal Öke’nin Tarihten Günümüze Filistin Sorunu ve Türkler ve Hayrullah Örs’ün Musa ve Yahudiler adlı kitaplarında da yer almaktadır.

Yahudilerin Filistin’e girerken başlattıkları şiddet ve zulmün bugün de Filistin halkı üzerinde uygulanması, sorunun tarihsel köklerine ışık tutmaktadır. Kuşkusuz İsrail’in bu tavrının aynı zamanda tüm Müslümanlığa yönelik olduğu da yaşanılarak görülmektedir.

Aslında Yahudi şeriatı kaynağı Halakha’dır. Halakha’nın en önemli kaynağı ise Talmut adı verilen bir kitaptır. Talmut’un büyük bölümü Yahudi olmayanlara karşı kin beslemeyi, imkan buldukça bu kini eyleme dönüştürmeyi emretmektedir.

Talmut yazarlarının tüm yeryüzünde şiddetle karşı oldukları kişi Hz. İsa’dır. Yine Talmut’a göre Yahudiler, ellerine geçen İncilleri eğer şartlar uygunsa yakmakla hükümlüdür.

Bu da o dönemdeki Musevi-Katolik çatışmasına ve dolayısı ile Haçlı Seferleri’ne ışık tutmaktadır.

***

Bu bölümde özellikle “Dünya Egemenliği” sözüne dikkat çekmek isterim. Zira George W. Bush yönetimi, Irak işgali ve BOP ile Tevrat’ta yer alan “Vaat Edilmiş Topraklar”ı ele geçirmeyi hedeflemektedir. Siyonist Evanjelist inancı ile bunu Tanrı adına yaptığına inanmaktadır. Yani bir anlamda bölgede İsrail adına, onun tetikçiliğine soyunmuştur. Doğal olarak da “üstün ırk” saydığı Yahudilere hizmet etmektedir. Böyle bir oluşum içinde de kuşkusuz en büyük müttefiki İsrail olmaktadır. O halde günümüzde Hıristiyanlık-Musevilik ile İslamiyet arasında bir savaş süregelmektedir.

Bu gerçek karşısında “dinler arasında diyalog” ve “medeniyetler uyuşması’ söylemini öne sürenler, bilerek ya da bilmeyerek aynı amaca hizmet etmektedirler. Hele hele her iki kavramın da başını çekenlerin Amerikan yanlısı olduğu bilindikten sonra…

Kitaba ekli şemada (Ek:1) Siyonizm ve masonizmin bin yıllık geçmişinden söz etmiştim. Bu durumda o kadar gerilere gitmeksizin bugünkü “dinler arasındaki çatışma”yı algılamak için Siyonizme kısaca bakmamız gerektiğini düşünüyorum.

İlk önce Protestanlığa göz atalım:

Ortaçağ Katolik Kilisesi’nin faizi kesin olarak yasaklıyor olması, faiz sisteminin çok fazla yayılmasına engel oluyordu. XVI. yüzyılda Avrupa’da yeni bir mezhep olarak Protestanlık doğdu. Her ne kadar mezhebin kurucusu Martin Luther tarih kitaplarında Yahudi aleyhtarı gibi gösterilse de, gerek kaynağı, gerek kurucuları ve gerekse savunucuları açısından Yahudilerle oldukça yakından ilgiliydi. Katolik Kilisesi’ne karşı başlatılan bu akım Tevrat’ı kaynak alıyordu. Bu nedenle de Protestanlar Tevrat’ın yeni tercümelerine ön ayak oldular.

Değişikliğe yol açan esas eylem Tevrat’a, İbraniceye ve Tevrat ile ilgili çalışmalara gösterdiği ilgi yüzünden dinde reform hareketi olmuştur.

Reform hareketlerinin ve Protestanlığın ilk olarak Yahudiler tarafından desteklenerek benimsenmesi bu yeniliğin Yahudilere ne derece olumlu hizmetlerde bulunacağının bir göstergesidir. Luther’in Roma Katolikliğine getirdiği ikinci darbe ilk olarak Yahudiler tarafından benimsenmiştir.

Martin Luther reform hareketleri başlamadan önce Yahudilikle, Tevrat’la ve İbranice ile ilgileniyordu.

Luther’in Yahudilerle ilgili söylemleri bu konudaki ilgisini açıkça gösteriyor:

“…Yahudiler bizim Tanrımızın akrabaları, kuzenleri ve kardeşleridir. Katoliklere sesleniyorum, bana kafir demekten yorulduklarında Yahudi desinler…”

Yahudiler de Martin Luther’in Yahudi devletine hizmet eden “gizli-Yahudi” olduğunu belirtmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı:

Kabalist Abraham B. Eliezer Levi, Luther’in Hıristiyanları yavaş yavaş eğitmeye çalışan bir “gizli Yahudi” olduğunu söyledi…

Yukardaki açıklamalarda özetle Hıristiyanlık içinde iki mezhebin, Katolik-Protestan çatışmasının başlangıcını görmekteyiz. Günümüzde Protestanlığın köktendinci bir kolu olan Evanjelizmi benimseyen George W. Bush’un Yahudilere olan yakınlığını da açıklananlarla daha belirginleştiğini gösterecek değerdedir.

Derin Devlet kitabındaSiyonizm ve masonizmin bin yıllık geçmişinden söz etmiştim. Günümüzde de bu oluşum Siyonizm ve masonizmin desteği ile ABD’de somutlaşan “Derin Dünya Devleti” ile karşımıza çıkmakta ve şemada belirtildiği gibi birtakım gizli örgütlerden oluşmaktadır. Bu yapı, “Küreselleşme” diye dünya halklarına dayatılan olgunun bir anlamda temelini oluşturduğu için ve sorunu kavrayabilmek adına Siyonizme bir göz atmalıyız.

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Yahudiler maddi ve siyasal güçlerinin doruk noktasına ulaştılar. XIX. yüzyılda bütün dünyada Yahudi finans imparatolukları kuruldu. Rotschild, Goldsmith, Warburgh, Lehmon ve Speyer, Avrupa ekonomisini büyük çapta ele geçiren Yahudi hanedanlarının başında geliyorlardı. Yahudiler maddi olanaklarını kullanarak devlet kademelerinde önemli görevler aldılar. Bu şekilde aynı dönemde gelişen Siyonizme önemli destek sağladılar. Mason localarını organize ederek Siyonizme kazandırdıkları krallar, başkanlar, başbakanlar ve parlamento üyeleri sayesinde İsrail’in kuruluşuna zemin hazırladılar. “Dünya Egemenliği” için en güçlü devletleri kontrolleri altına almaları gerektiği bilincinde olan Siyonist Yahudiler, ellerindeki olanakları bu amaçla kullandılar. (Bu konuda kitabın sonundaki Şema-2’ye bakınız.)

“…Siyonizmin kuvvetlendiği 1840’lar ile İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılı arasında Avusturya’da 95, Fransa’da 75, Almanya’da 150, İngiltere’de 90, sömürgelerinde 78, İtalya’da 54, Polonya’da 156, ABD’de 50 civarında Yahudi, üst düzey devlet kademelerinde bakanlık, başbakanlık ve parlamento üyeliği yapmıştır…”

Başlangıcından İsrail’in kuruluşuna dek Siyonizme en büyük desteği veren ülke İngiltere idi. XIX. yy. başlarında Siyonistler ülkede büyük bir etkiye sahiptiler. Özellikle İngiliz ekonomisinde ve Parlamento’da büyük söz sahibiydiler. Bunun sonucu olarak İngiliz politikacıları 1848’li yıllardan itibaren Filistin’de bir Yahudi devleti kurma planlarına ilgi göstermeye başladılar.

1890’lı yıllarda da aynı girişimin öncülüğünü ABD’deki Evanjelist papazlar üstlenmişlerdir.

Bu dönemde Sefardim Yahudisi Benjamin D’Israeli başbakanlığa seçildi. Ülkenin yönetimindeki etkilerinin gücüne güvenerek İngiltere isminin İsrail olarak değiştirilmesini Parlamento’ya teklif etti.

Benjamin D’Israeli;

Kral VII. Edward (Kralice Victoria’nın oğlu) büyük mason üstadı.

Baron Lionel Avam Kamarası

Nathaniel DeRothschilde

Sir Arthur Montegue,

Lionel Kohen,

Sir Julian Goldschmit

gibi büyük servet sahibi Yahudi bankerlerden destek aldı.

1885 yılında Lord Rothschilde’e asilzadelik unvanı verildi.

Her ikisi de Yahudi olan Lord Ishaac Reading Adalet Bakanlığı’na, Sir Herbert Samuel de Vaat Edilmiş Topraklar’ı idare etmek ve orada bir Yahudi devleti kurmak için Filistin Yüksek Komiserliği’ne atandı. Bu dönemde İngiltere’de başbakanlığı mason Llyod George yürütüyordu. Kabinesinde 6 Yahudi, baş müşavir olarak görev yapmaktaydı. Bununla birlikte Siyonistler, İngiltere’de masonluğu yaygın hale getirdiler. Birçok kral, prens, kont ve dük mason oldu. İngiliz devlet adamlarından mason olanlardan birkaçı şunlardır:

İngiltere Kralı IV George

Kral VIII. Edward, İngiltere ve İrlanda İmparatoru Frederic DeGalle

1876’da Siyonist liderliği üstlenen George Elliot tarafından “Siyon Aşıkları” adlı ilk İngiliz Siyonist teşkilatı kuruldu. Örgütün politikası, zengin Yahudileri ve İngiliz politikacıları bir araya getirerek “Siyon ideali”nin gerçekleşmesini sağlamaktı.

Fransa’da ise Siyonistler çok sayıda olmamalarına karşın, Fransız masonluğu sayesinde hükümeti destek verecek şekilde yönlendirebildiler.

Almanya’da ünlü Siyonist lider Theodor Herlz, yüksek dereceli bir mason olan Alman İmparatoru II. Wilhem ile temasa geçti bunun sonucunda Almanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun Alman vatandaşlara tanıdığı toprak satış iznini Yahudiler adına kullandılar. Diğer Avrupa ülkelerinden gelen Yahudileri Alman vatandaşı yaparak Filistin’de toprak satın almalarını sağladılar. Bu şekilde Filistin’e çok sayıda Yahudi yerleştirilmiş oldu. Siyonistler tefecilik ve faiz yoluyla elde ettikleri büyük serveti kullanarak bulundukları ülkelerdeki kralları, başbakanları ve üst düzey devlet adamlarını kontrol altına aldılar. Gerçekte bu oluşum Tevrat’ta yer alan bir vaadin yaşama geçirilmesiydi:

“…ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar, ve krallar sana hizmet edecekler (İsa bölümü 60/10)…”

Osmanlı İmparatorluğu ve Yahudiler

…Yavuz Sultan Selim 1517 yılında İsrail’i topraklarına kattı. Daha önceki tarihlerde de 1492 yılından başlamak üzere Sultan II. Beyazıt döneminde (1481-1512) İspanya’dan göç eden Yahudiler Kudüs de dahil olmak üzere Osmanlı topraklarına yerleştirildiler.

İstanbul’da 30.000 nüfus 44 sinagog ile Avrupa’nın en büyük Yahudi yerleşimi oluşturuldu…

…Göçmenler, hemen hemen geldikleri andan itibaren yükselmeye başladılar. Aralarında İspanya’dayken yüksek görevlerde bulunmuş olanlar derhal Saray’a alındılar, bu kişiler Osmanlı Maliye ve Dışişleri’nde söz sahibi oldular. Hatta denilebilir ki, XVI. yy.da Osmanlı İmparatorluğu’nun yönü bu danışmanların fikrine gore tespit edildi…

Osmanlı da ilk Yahudi lobisinin adı Nasi’ler olup Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış olan Donna Grascia Nas ile Joseph Nas öncülüğünde kurulmuştur.

Nasi’ler İsrail tarihine geçmiş başlıca Yahudi ailelerindendir. Muazzam bir servete sahip olan bu aile Avrupa’nın en güçlü hükümdarları ile arkadaşlık ilişkileri kurmuş, Osmanlı Sarayı’nda çok önemli görevlere ulaşmış, Yasef Nasih siyasal Siyonizmden 350 yıl önce İsrail ülkesinde özerk bir Yahudi kolonisi kurmayı tasarlamıştır.

XIX. yy.da tüm Batı dünyasını etkileyen ideoloji ve eylemler Osmanlı topluluğu içindeki bazı Yahudileri de etkilemiştir. Bu akıl ve ideolojilerden biri Siyonizmdir. Bir diğeri ise kapitalist sistem ve kapitalist yaşam biçimidir. Galata bankerleri bu ikincinin bir temsilcisi sayılabilir. Bu bağlamda Osmanlının sön döneminde parasal egemenliği ele geçiren Galata bankerleri, ticaretle ilgili olan her şeyi ele geçirmişlerdir.

1900’lü yılların başında İngiliz emperyalistlerinin yetiştirip İstanbul’a gönderdiği Prens Sabahattin’in ortaya attığı “teşebbüs-ü şahsi” (özel teşebbüs) fikri 1950’den bu yana özel sektör ağırlıklı liberal ve neo liberal politikalar olarak ABD emperyalistlerince küreselleşme bağlamında tüm dünyada uygulanmaktadır. Dünyayı yöneten Anglo-Amerikan gizli örgütler, tüm dünyadaki Siyonik ve masonik işbirlikçileri aracılığıyla küreselleşme adı altında tüm mazlum halklara kan kusturmaktadır.

Bölgenin Kısa Tarihi ve Süleyman Tapınağı

Mezopotamya merkez olmak üzere Ortadoğu bölgesi, kitabi dinlerden önce Sümerler başta olmak üzere birçok uygarlığa beşiklik yapmıştır. Bu uygarlıklar içerisinde en önemlilerden birisi de Babil Krallığı’dır.

Babil Kralı II. Nabukadnazar, MÖ 587 yılında İsrail Krallığı’nı işgal etti ve İsrail kralı ve peygamberi Hz. Süleyman (bazı kaynaklara göre MÖ 971) ve Hz. Davut döneminde inşa edilen ünlü Süleyman Mabedi’ni yerle bir ederek Yahudileri köle olarak Babil’e götürdü.

(Sırası gelmişken, Saddam Hüseyin’in tugaylarından bir tanesinin adının Nabukadnazar olduğunu hatırlatmak isterim.)

Her dinde olduğu gibi Musevilerin de kutsal emanetleri bulunmaktadır. Bu emanetler “Ahit Sandığı” denilen altın kaplı bir sandıkta ve Süleyman Tapınağı’nın en kutsal bölümü olan ikinci bölümde saklanmaktaydı. 12 kabileden oluşan Yahudilerde mabedin bu bölümüne sadece dinsel açıdan en üstün sayılan Levililer girebilirlerdi. Mabet olmadığı dönemlerde Ahit Sandığı Levililer sorumluluğunda olup, Kohen Kabilesi de Levililere yardımcı olurlardı. Sandık gerektiğinde gerektiği yerde bulundurulurdu.

Nabukadnazar’ın bölgeyi işgaliyle 70 yıl süren bir sürgün hayatına başladılar. Bu dönemde Yahudiler ana yurtlarını unutmazlar ve acı dolu mizmorlar yazarlar…

Örneğin;

“eğer unutursam seni ey Yerusalayim (Kudüs)

sağ elim tüm hünerini unutsun,

eğer seni anmazsam,

ey Yerusalayim,

en büyük sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın.”

Sürgün döneminde Yahudiler Tevrat hükümlerine daha da bağlı kalırlar, örneğin:

“…sizi milletlerden alacağım, tüm diyarlardan toplayacağım ve sizi kendi topraklarınıza götüreceğim ve atalarınıza verdiğim ülkede oturacaksınız…

Viran olan topraklar işlenecek …

Ben Tanrı, yıkılmış olan yerleri ben yaptım, çöl edilmiş olanı ben yaptım…”

Babil Krallığı Pers Kralı Syrus tarafından yıkılır ve Syrus, Yeuda Krallığı’na ve Yerusalayim’e (Kudüs) egemen olur. Syrus Babil’deki Yahudilerin anavatanlarına dönmelerine izin verir. Bu dönemde Kudüs yeniden inşa edilir ve Yahudi Peygamberi Ezra döneminde Kudüs yeniden dini merkez haline getirilir. Bu durum Helen hükümdarı Büyük İskender’in kutsal toprakları MÖ 322 yılında fethetmesine dek sürer. Bu arada (MÖ 516) inşa edilen 2. Süleyman Mabedi, MS 70 yılında Romalıların Kudüs’ü işgali sırasında şehirle birlikte tekrar yıkılır.

Yahudiler için yeni sürgün hayatı başlar… Günümüzde 2. mabetten 50 metre eninde 18 metre yüksekliğinde “Ağlama Duvarı” diye tanımlanan bir duvar kalmıştır. Bu duvar, Yahudilerin en önemli kutsallarından biri olduğu için her gün televizyonda Yahudilerin bu duvar önünde ibadet ettiğini görüyoruz. Bu duvara Ağlama Duvarı adı verilmesinin nedeni Yahudilerin tek emeli olan üçüncü mabedin inşası için dua ederken ağlamalarıdır.

Kabalacı Haham Shlomo Chaim Hacohen Aviner Süleyman Tapınağı’nın önemini şöyle belirtiyor:

“…Unutmamalıyız ki, sürgünlerin toplanması, diaspora Yahudilerinin İsrail’e getirilmesi ve devletimizin kuruluşunun tek bir kutsal amacı vardır: Tapınağın yeniden inşası…”

Süleyman Mabedi’nin burada inşa edilmesi ve Vaat Edilmiş Topraklar olması açısından Kudüs Yahudiler için çok önemlidir. Hıristiyanlar açısından ise İsa’nın ve Hıristiyanlığın doğduğu yerdir. Müslümanların ilk kabesi Kudüs’tür, Hz. Muhammet Kudüs’te Süleyman Mabedi içinde bulunan Mualla Taşı üzerinden Miraç’a yükselmiştir. Bu taşın ve Süleyman Mabedi’nin üzerine Hz. Ömer zamanında Mescidi Aksa inşa edilmiştir. Dolayısı ile Kudüs üç din tarafından da kutsal kabul edilen bir kenttir.

Yukarda belirtildiği gibi, Kudüs bir dönem Müslümanların eline geçmiş ve Süleyman Mabedi’nin bulunduğu yere Mescidi Aksa inşa edilmiştir. O halde Musevilerin, dolayısı ile Evanjelistlerin, tek amacı olan üçüncü tapınak nasıl inşa edilecektir?

Nabukadnazar II’nin birinci tapınağı yıkmasının intikamı Irak’ın işgali ile alınmış ve o bölgedeki Babil medeniyeti yerle bir edilip kalanları da yağma edilerek Amerika’ya taşınmıştır. Irak işgaliyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın da başladığını söyleyebiliriz.

Yukarda ikinci mabedin yıkılmasının sebeplerinden birinin de Katolik- Yahudi çatışması olduğunu yazmıştık. Üçüncü Süleyman Tapınağı’nın yapılabilmesi için Mescidi Aksa’nın yıkılması gerekmektedir. Bu amaçla da İsrail o bölgede arkeolojik kazılar yaparak Mescid-i Aksa’nın dibini oymakla ise başlamıştır. Birçok kaynağın da belirttiğine göre ünlü bilgin Tesla’nın kuramlarına dayanılarak icat edilen Tesla makinesi ile yapay deprem yaratılabilmektedir. Gölcük depreminin de bu sistem ile yapıldığı söylenmektedir… Uzun süre Karamürsel’de konuşlanan ABD üssünün işlevini biliyor muyuz?

Irak’ta özellikle birkaç aydan beri kutsal mekanlara ve camilere yapılan saldırılar her ne kadar Şii-Sünni çatışmasını alevlendirmek için yapılıyor diye söylense de, kanımca ABD ve İsrail istihbarat örgütleri tarafından düzenlenmekte ve Müslümanların duyarlılıklarını köreltmeyi amaçlamaktadır. Bu olayları Mescidi Aksa’ya yönelik kötü niyetin provası olarak değerlendirebiliriz.

Amerikalı gazeteci Grass Halsell, yazmış olduğu kitabında Evanjelistlerin tapınağın yeniden inşa konusuna İsraillilere verdikleri örgütlü destekten ayrıntılı olarak söz ediyor ve kitabının Provoking a Hollywar-Kutsal Savaşı Kışkırtmak başlıklı bölümünde büyük olasılıkla Müslümanlar ve Yahudiler arasında büyük savaş başlatacak olan Mescidi Aksa’yı yıkma ve yerine tapınak inşa etme çabalarından söz ediyor.

Halsell Amerika’da “Kudüs Tapınağı Vakfı”nın kurulduğunu ve petrol zengini Evanjelist Therry Reeisenhoover tarafından yönetilen vakfın üyelerinin az sayıda Yahudi ile Evanjelistten oluştuğunu yazıyor. Vakfın amacı ise Müslüman mabedini yıkmaya çalışan radikal İsraillilere yardım etmek olduğunu açıklıyor.

Kudüs Tapınağı Vakfı, Amerikan Evanjelistlerden topladığı yılda yaklaşık 100 milyon dolar bağışı İsrail’e, tapınağın yeniden inşası için yürütülen projelere aktarıyor. Vakıf 1984 yılında Mescidi Aksa’yı uçurmak üzereyken tutuklanan Machteret Yahudit ile yakın ilişki içerisindeydi….

Yahudilerin öteki tarihsel müttefiki olan masonluğun bu konuda Yahudilerin yanında yer alıyor olması olayın bir başka önemli boyutudur. Tüm ideolojisini, sembollerini ve ritüellerini Süleyman Tapınağı’na dayandırmış olan masonluk açısından tapınağın yeniden inşası, yeryüzündeki en büyük hedeflerinden biridir. Bunun mason kaynaklarında örgütün temel amaçlarından biri olduğu sürekli vurgulanmaktadır.

Aslında Evanjelist inançlarından birisi de, İsrail’de Medigo Ovası’nda, Armaggedon Tepesi’nde, iyilerle kötülerin çatışacağıdır. İyiler, Yahudiler ve Evanjelistler; kötüler, Müslümanlar. Bu çatışmanın sonucunda iyiler galip gelecek, o sırada İsa Mesih yeryüzüne inecek ve bin yıllık bir sulh ve huzur dönemi başlayacak, Evanjelistler bu arada cennete çıkacaklardır. Bu Kıyamet Senaryosu’na kendisini peygamber sananla(!) ekibi inanmakta, kıyameti tetiklemektedirler. Hatta bu konuda birkaç yıl önce bir kitap yazan Amerikalı Pentagon’da görevlendirilmiştir.

Tarihteki bütün imparatorluklar canlılar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler. Kanımca dünya egemenliği hayali kuran ABD’li yöneticiler, ABD imparatorluğunun üçüncü evreye girmiş olduğunu algılayamayacak kadar aymazlık içindedirler.

ABD başlangıçta Monroe Doktrini ile tüm Amerika’yı eline geçirdi. Ama görüyoruz ki, küresel başkaldırı Brezilya’nın Porto Alegre Kenti’nde başlamış, bütün dünyayı sarmaya devam etmektedir.

Güney Amerika’da Küba dışındaki, Venezüella başta olmak üzere, Bolivya ve Şili domino taşları gibi ABD etkisinden kendilerini kurtardılar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın gücü zirveye çıktıysa da, Vietnam’da yediği tokat bu başarısını gölgeledi. Her ne kadar Birinci Körfez Savaşı’nın Amerikan halkında oluşan Vietnam kompleksini yendiğini sandıysa da, İkinci Körfez Savaşı’nda diğer yanağına tokadı yedi.

Afganistan ve Irak işgali gerçekten de üçüncü evrenin başlangıcı sayılabilir. Çünkü ABD ve yandaşı olan ülkeler gerçekten Irak bataklığına saplanmış, oradan kurtulmanın çarelerini aramaktadırlar. Çünkü Irak Savaşı ABD’ye günde 1 milyar dolara mal olmaktadır. Üç yılda yaklaşık 1 trilyon 100 milyar dolar sarf edilmiştir. ABD ekonomisi çıkmazda olup sürekli bütçe açığı vermektedir. Bu savaşı sürdürme güç ve yeteneğine sahip değildir.

Bunun yanında elindeki teknolojik üstünlüğü kullanarak her yeri işgal edeceğini sanan stratejilerin, insan unsurunu hesaba katmamaları akıl almaz bir ahmaklık olarak değerlendirilebilir. Önemli olan, işgal kadar da işgali sürdürmek imkan ve kabiliyetidir. Parayla toplanmış bir avuç Hispanik çapulcunun işgali sürdüremeyecekleri anlaşılınca Ebu Garip Hapishanesi’ndeki vandalizmini sergileyerek öç almak aymazlığına düşmüşlerdir. Öç almaya kalkışmak uygar olduğu sanılan bir ulusa yakışmaz.

Homojen bir yapısı olmayan ABD ulusundan toparlanan paralı askerlerle savaşı sürdürmek olası olmadığı gibi, haydut devletler diye tanımladığı, başta İran olmak üzere, diğer ülkelere de saldırırsa ABD’nin çöküşü daha da hızlanacaktır. Aslında İran’ı karadan imkân ve kabiliyeti sıfır olduğu için işbirlikçi ülkelere havadan vurma için bile gereksinim duymaktadır.

Hiç siz tarihte ABD’lilerden kamikaze saldırısı yapan bir intihar pilotu gördünüz mü? ABD ve AB halkından bir intihar komandosu çıkabileceğini tasavvur edebilir misiniz? Son çözümde savaşları inançlı ve imanlı ulusların kazandığı tarihsel bir gerçektir. Tıpkı Ulusal Bağımsızlık Savaşımızda Mustafa Kemal’in yaptığı gibi.

O halde ABD’nin üstünlüğünü abartmayalım, yılgınlığa kapılmayalım. Yineliyorum; ABD İmparatorluğu fikri daha şimdiden okyanuslara gömülmüştür. Mazlum ulusların bir an evvel bir araya gelerek, yem olmadan direnmelerinin zamanının geldiğine inanıyorum

Sonuç olarak bir tarafta ABD, AB ve Japonya’dan oluşan trilateral coğrafyada yer alan uluslar ve onların destekçileri ile tüm dünyanın Siyonistleri ve masonları bir cephede; diğer cephede tüm mazlum uluslar ve küreselleşme karşıtları bir araya gelerek bu vahşeti önlemelidir. Direnelim, direnelim, direnelim ki bağımsızlık, özgürlük ve ulusal onurumuzu koruyalım.

Medeniyetler Çatışmasının Geleceği: Süleyman Mabedi’nin Yeniden İnşası

Bu kutsal idealin gerçekleştirilmesi için, dünyanın kaos ortamına sokulması gerekmektedir. Tüm dünyada yaşanan sosyal ve siyasi, kültürel ve ekonomik krizler bu açıdan değerlendirilmelidir. Dinlerarası diyalog senaryolarının ve İslamın ılımlaştırılmasın arkasında bu hedeflerin gerçekleşmesi vardır. Dinler tarihi incelendiğinde bu sonuca varmak zor olmayacaktır. Kendilerini Seçilmişler ya da Evrenin Efendileri olarak tanımlayan bu Deccal’lar (Deccal: Musevi inanışlarına göre; kıyametten önce dünyaya kötülükler getirecek olan canavar.) evrenin sırlarını ele geçirmişlerdir.

Bugün dünya hakimiyetini ele geçirmek isteyen ABD’nin asıl hedefi budur. Bu nedenle Kaos ve Kıyamet Teorisi olarak adlandırdığım senaryoyu uygulamaya çalışıyorlar. Kutsal idealleri gerçekleştirme uğruna yapılan bu savaşların galibinin kim olacağını tarih yazacaktır. Ancak ortaya atılan savlara göre Armageddon Savaşı olarak adlandırılan bu savaş Müslümanlarla Yahudiler arasında olacaktır. Bu amaçlarını hangi yöntemler ile gerçekleştirecekler?

Evanjelik Hıristiyanlık ile Yahudi ittifakı, yani ABD ve İsrail, şu anda inisiyatifi ele almıştır ancak bunlarla, özellikle Avrupa’da gücü büyük olan gizli tarikatların hedefleri aynıdır. Hem Evanjalik Hıristiyanlık hem Yahudiler hem de Hıristiyanlık dünyasının içinde doğmuş olan gizli tarikatlar yüzyıllardır inandıktan efsanelerin nihayet gerçekleşmesi zamanının yaklaştığını düşünmektedirler. Ayrıca kendilerine verilmiş olduğunu düşündükleri dünyayı yeniden kendi inanışları doğrultusunda düzenleme görevinin uygulanma zamanının geldiğine de inanmaktadırlar.

Din ise misyonerlik faaliyetleri ile emperyalizmin bir öncü kuvveti olarak kullanılmaktadır. Bugün Türk dünyası olarak tanımlanan bölge -ki bölgeler Türkiye merkez olmak üzere Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar bölgesidir- sistemli misyonerlik faaliyetleri ile karşı karşıyadır. Bu faaliyetler rastlantı değil, aksine, sistemli bir planın parçasıdır. Çünkü, misyonerler açısından Anadolu toprakları bir “İncil Ülkesi”dir ve Hıristiyanlar için pek çok önemli merkez Anadolu’dadır.

Misyonerlerin kendi ifadesi ile “Bu mukaddes ve Vaat Edilmiş Topraklar silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır” sözü Türkiye’nin hedef olduğunun açık bir göstergesidir. Dahası, hedeflerini saklamaya gerek görmeden “Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır” şeklinde açıkça ifade etmektedirler. Ülkemiz topraklarını ele geçirmek isteyen ülkelerin görevlendirdiği misyonerlik kuruluşlarının parolası haline gelen bu cümle çok anlamlıdır. Bu cümle içerisinde, Hıristiyan-Yahudi ittifakını görmemek mümkün değildir. Çünkü “Vaat Edilmiş Topraklar” Yahudilerin, “Kutsal Topraklar” da Hıristiyanların kutsal hedefi içindedir. Ama her ne hikmetse aleyhimize faaliyet gösteren bu kurumların serbestçe çalışmalarını sürdürmelerine izin verilmektedir. Dahası, çalışmalarını daha rahat yapabilsinler diye özel kanunlar bile çıkarılmaktadır. Vay benim Türkiye’m nasıl bu hale geldin demek dahi vatansever bir insanın vicdanını sızlatmaktadır.

Sovyetler Birliği başta olmak üzere eski Doğu Bloğu ülkelerinde “ateizm” bir anlamda resmi devlet dini sayılıyordu. Bu bloğun çöküp dağılmasından sonra misyonerler söz konusu coğrafyadaki insanlarda ortaya çıkan inanç boşluğunu doldurmak maksadı ile bu bölgeye ağırlık vermişlerdir. Bilindiği gibi bu bölgeler Arnavutluk’tan, eski Yugoslavya’dan, Bulgaristan’dan, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’da ki Türki cumhuriyetlerden Çin’e kadar uzanan bu şerit, aynı zamanda Türklerin yoğun olarak yaşadıkları ve Türkçeden başka bir dil konuşulmadan baştan başa gezilebileceği ifade edilen bir bölgedir. Misyonerler; dün bu coğrafyada yaşayan gayri Müslim azınlıklara yönelik faaliyette bulunuyorken, bugün bu faaliyetlerini gayri Müslimler ile birlikte dini ne olursa olsun etnik kökenlilere çevirmişlerdir. Bugün başta “Kürt” meselesi olmak üzere “azınlıklar” meselesi bu açıdan da değerlendirilmelidir. Araştırmacı yazar Ömer Turan yazmış olduğu Avrasya’da Misyonerlik adlı kitabında şunları yazmaktadır:

“…Misyonerler çalışmalarının başlangıcında, o ülkede dinen ve etnik bakımdan en yakın topluluklara yönelmektedirler. Çalışmalarının ikinci safhasını o ülkelerin yerli insanlarını kendilerine çekmek teşkil etmektedir. Çalışmalarında söz konusu ülkede yaşanmakta olan ekonomik sıkıntıları, insanların fakirliğini, kendi ekonomik üstünlüklerini ve diğer psikolojik faktörleri de kullanmaktadırlar…”

Misyonerlik hareketleri hiçbir zaman sadece dini hareketler olmamıştır. Dini olduğu kadar siyasi, bir o kadar da ekonomik ve kültüreldir.

11 Eylül 2001 günü ABD’de gerçekleşen komplo bahane edilip yaşanan barış ve değişim rüzgarını tersine çevirmiştir. Bu tarihten sonra askeri tedbirler devreye sokulmuş, başlangıçta Orta Asya bölgesindeki Afganistan, daha sonra Ortadoğu bölgesindeki Irak işgal edilmiştir. Bu süreçte, açıklanan genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 19. yüzyılın son çeyreğinden sonra yaşanan gelişmelerin bir aldatma olduğunu ortaya çıkarmıştır. “İkiz Kuleler” ve “Pentagon”a yapılan saldırılarından sonra, yeni bir “Haçlı Seferi”nin başlatılması ve küresel kapitalizmden küresel faşizme geçiş yönünde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Uluslararası ilişkilerde uzman olan Doçent Barış Doster, ABD politikaların çok iyi tahlil edilmesi gerektiğini şu şekilde açıklamaktadır:

“…Gelişmeleri zamanında görmek, moda deyimle iyi okumak gerekir. Şurası açıktır: ABD’nin dünya imparatorluğu iddiası vardır ve küresel egemen bir güç olmak için de gerektiğinde silah başvurmaktadır. Bu yüzden Irak’ı işgal ederken ne uluslararası hukuku ne Birleşmiş Milletler’i ne meşrutiyeti ne de uluslararası kamuoyunu dinlemiştir…”

Görünen odur ki, ABD nereye elini atsa, bırakın oraya herhangi bir düzen getirmeyi, tersine, bir kaos ortamı götürmektedir.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk 3 Mart 1922’de yapmış olduğu konuşmada, emperyalist devletlerin geçmişte uyguladığı politikaları şu şekilde değerlendirmiştir:

“…İstilacı ve saldırgan devletler, yerküresini kendilerinin malikanesi ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkum esirler saymaktadırlar. Sonuç olarak, dünya iki zümreye ayrılmaktadır. Birisi Doğudur. Ki kendi varlığını, istiklalini kavramıştır, bu bilinçle el ele vermiştir. Diğeri ise, sırf kendi hırslarını tatmin için çalışan zümredir. Bunların amacı zulüm ve baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz.”

Ulu Önderimizin ifade ettiği gibi, tüm devletler ve uluslar, vahşi emperyalizm (küresel faşizm) ve vahşi kapitalizmin (Neo Liberalizm, Liberal Demokrasi) boyunduruğu altında yaşamaya mahkum edilmiştir. Ancak bu mahkum edilme, kin ve nefrete dönüşmüş durumdadır.

Dünya çapında kaosun en önemli unsuru kitlelerin kafalarının iyice karıştırılması ve kendi ülkelerine, sistemlerine inançların zayıflatılmasıdır. 11 Eylül saldırısından bu yana ben son derece kuşkucu oldum. O tek günde Amerikan insanının nasıl da tamamen değiştiğini, gerekirse demokrasiden bile vazgeçmeye hazır hale geldiğini yaşadım. Ve evet, Amerika’da bugün gerektiği zaman ülke yönetimini devralmaya hazır olan bir gizli kabine vardır. Onun yapacağı sıkıyönetim uygulamalarının yazılı emri de ellerindedir.

Dünyanın tepesindeki ahtapot, güneşin ışıklarına engel olduğu gibi, gölgesiyle de evrenin insanlara sunduğu imkanlardan eşit olarak faydalanmasını istememektedir. Çünkü bu ahtapotun içtiği su kan, yediği ekmek insan, giydiği elbise emperyalizm, ideolojisi ise despotizmdir. Diğer bir ifade ile liberal faşizm dünyayı ve insanlığı sonucu kestirilemeyecek bir sona doğru sürüklemektedir. ABD’yi, dolayısı ile dünyayı yöneten Başkan George W. Bush ve ekibi, bazıları tarafından “Evrenin Efendileri” ya da “Neo-Liberaller” olarak adlandırılsa da; bazıları tarafından “Küresel Çete” veya “Modern Cellat” olarak adlandırılmaktadır. Bugün bu çete içerinde görev yapan kadronun bir çoğu Musevi kökenlidir. Kendilerini üstün ırk olarak gören Yahudiler; kendilerini, Tanrı Tarafından Seçilmişler ya da Tanrının Evlatları olarak görmektedirler. Dünyada yaşanan kaosun durdurulması ve barışın sürekli sağlanması için kendilerini görevlendirilmiş olarak kabul etmekte ve bu görevin kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmektedirler.

Yıllarca değişik devletlerin boyunduruğu altında yaşayan ve bu ezikliklerini gidermek için İsrail devletini suni bir şekilde Milletler Cemiyeti’ne kurduran Yahudilerin en büyük arzuları kutsal ve Vaat Edilmiş Topraklar’ın (Arz-ı Mevüd, Nil ile Fırat Nehirleri arasındaki bölge )ele geçirilerek Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Yahudilerin, devlet kurma isteği Osmanlı döneminde başlamış ve ne yazıktır ki bu hayallerini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kullanarak gerçekleştirmişlerdir.

Bazı bilim adamlarına göre dünya coğrafi olarak çok büyük bir değişime uğrayacaktır. Ayrıca 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın yakınından geçeceği tahmin edilen Nibiru Gezegeni’nin yaymış olduğu manyetik alanın, dünyada çok büyük iklimsel ve coğrafi sonuçlara neden olacağıdır. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan coğrafi ya da jeopolitik değişimler (kitabın diğer bölümlerine kaynakları ile açıklanmıştır) incelendiğinde, bu değişimlerin tüm canlı ve cansız yaşamında büyük etkileri olmuştur. Buzul Çağı’nın oluşması, evrenin aşırı ısınması sonucu meydana gelen kuraklıklar, bazı canlı türleri (dinozorlar) ile uygarlıkların yok olmasına neden olmuştur. Atlantis uygarlığının yok oluşu, Nuh Tufanı, depremler gibi… Bu değişimlerin en büyük etkisi canlı ve devlet yaşamında olacağı bir gerçektir. Gılgamış Destanı’nda, Kuran’da, Tevrat’ta ve İncil’de yazmaktadır.

Kıyamet olarak da adlandırılacak bu değişimden en fazla insanlar ve devletler etkilenecektir. Çünkü böyle bir ortamda; canlı yaşamının devam ettirilmesi için, kurallar değil içgüdüsel yaşam tarzı geçerli olacak ve kabile (ilkel) yaşamına geri dönülecektir. Modern yaşamda kullanılan teknolojik araçlar (televizyon, telefonlar, bilgisayar, füzeler, uçaklar gibi…) oluşan manyetik enerji sonunda çalışamayacak duruma gelecektir. İşte böyle bir ortamda ABD’nin gücü işe yaramayacaktır. Dünyayı tekrar ele geçirmek böyle bir ortamda en az ve daha az etkilenecek bu bölgelerin ele geçirilmesi lazımdır. İnsanoğlunun yönetilmesi için de yeni bir düzenin oluşturulması lazımdır. Bunun için de insanları yola getirecek ve insanları düzene sokacak bir gücün elde edilmesi gerekecektir. Bu güç de yeni bir dinin ortaya çıkarılması ile sağlanacaktır.

Ancak bu hedefler, herkesin bildiği ve tahmin ettiği hedeflerdir. Diğer bir ifade ile bu teoriler, aslında tali hedeflerdir. Nihai hedef, Küresel İmparatorluğun kurularak dünya hakimiyetinin ele geçirilmesi de değildir. Bugün yaşanan kaos ortamının nedeni dünya hakimiyeti değildir, sorun var olma sorunudur, sorun yaşam sorunudur. Nihai hedef, bazılarının bildiği ve sakladığı gerçeklerdir. Bu projelerin arkasındaki ideologların Yahudi olması, dünya tarihinde yaşanan büyük askeri, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel olayların Yahudi kaynaklı olması ile beraber değerlendirildiğinde, mazisi çok eskilere ve dinsel hedeflere dayayan bir amacın nihai hedef olduğunu tespit etmek güç olmayacaktır. Bu bütünün son hedefi “Küresel Kraliyet veya Dünya Krallığı”nın kurulmasıdır. Bu görüş Tek Dünyacılık olarak adlandırılmaktadır. Yeni Dünya Düzeni, diğer bir ifade ile Küresel İmparatorluk yedi aşamada kurulacaktır.

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....