Nazlı Ilıcak’a Mektubu
Talat Turhan’ın Nazlı Ilıcak’a Mektubu
“Sermayenin değil emeğin yanındayım. Bu nedenle 27 Mayıs ilkelerini benimsiyorum.”
Sn. Nazlı Ilıcak, size posta ile paket gönderen çevrelerin (!) dokümanlarını kendi üslup
ve taktiğiniz içinde “12 Mart Cuntaları” başlıklı bir yazı dizisi ile topluma mal etmekle
adalete ışık tuttunuz.
Sorgulama devletin yasal kuruluşları tarafından yapılır ve hazırlık soruşturmasının
tamamlanması için savcılığa gönderilir, Bu nedenle sorgulayıcıların ifade saklama gibi bir
yasal hakları bulunmamaktadır. Bu durumda, alındığı tarihten 12-13 yıl sonra size posta ile
gönderilen bu ifadelerin alınma amacı ne idi sorusu kendiliğinden gündeme gelmektedir.
Çünkü bu ifadelerin mahkemeye getirilerek kesin bir hesaplaşma ve doğru bir yargılama
yapılmasını sürekli isteyen bir kişiyim… Bunun yanında, bu ifadeleri As. Savcılığa
göndermeyenler “adaleti yanıltmak” suçunu da işlemiş olmaktadırlar.
Kimdir bu kişiler? Ziverbey Köşkü’nün meşhur sorgulayıcıları…
Ne yapmak istiyorlardı, kimin adına ne için çalışıyorlardı? Türünler, Ünlütürkler, Kel
Eyüpler, Hiramlar, Balcılar daha niceleri…
Tüm bu soruların yanıtlarını sizin gibi yıllarca sonra değil de (!) “El yazısı” itirafları
anında eline geçiren bir siyasî partinin yetkilileri ve bazı basın organları kuşkusuz bugün en
iyi yanıtlayabilecek durumdadır. Ama dün işkencecilerle işbirliği yapan bu zavallılar, bugün
demokrasi kahramanı diye topluma kendilerini yutturmaya çalışıyorlar.
Yargılandığım Bomba Davası iki yönlü oluşturulmuştu.
Bunlardan birincisi, “Devrimci Şiddet Eylemleri”, diğeri ise “Cuntasal Çalışmalar”a
katılmak idi.
Şimdi ikinci grubu bir yana bırakarak izninizle, birinci, yani “Devrimci Şiddet
Eylemleri”nden söz edelim.
1. Bölüm
Bu savlar üç grupta toplanabilir. 1-Taksim Soygunu Savı, 2-Dinamit, Bomba Olayları
ve Sabotaj Savı, 3-Boğaz Köprüsünü Havaya Uçurmayı Tasarlamak Savı
Kabul edeceğiniz gibi yargılama bir süreçtir. Yöntemleri Ceza Muhakemeleri Usul
Yasalarında gösterilmiştir. Buna göre; yargılama iddianamede ileri sürülen savlarla başlar,
mahkemenin kesin hükmü ile son bulur.
Diyebiliriz ki kesin hüküm güneş ise, sav ay’dır. Güneş ışığı nasıl ki ayın görülmesini
engellerse, hak, hukuk, adalet kavramlarına inanan, “hukukun üstünlüğü” ve “yargının
bağımsızlığı” ilkelerine saygılı olanların kesin hükümden sonra sav’a dönmemeleri gerekir.
Birçoğu mahkeme önüne getirilmemesi nedeniyle yasal diğeri bulunmayan “Ziverbey
ifadelerini” size gönderen köstebekler eğer “Gerekçeli Hükmü” de birlikte göndermiş
olsalardı, kuşkusuz yazı dizinizde gerçekçi olabilmek için, bu konuya da yer verirdiniz.
Nitekim birçok yerde sanıkların işkence altında ifade verdikleri için itiraflarını mahkeme
önünde kabul etmediklerini belirtiyorsunuz.
Benim bu açıklama ile amacım gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır.
Çünkü mahkeme kararı ile “Devrimci Şiddet Eylemleri” ile ilişkili bulunmadığımız
yazılanların aksine ortaya çıkmış bulunmaktadır.
1-Taksim Soygunu Savı
Bu sava ilişkin gazetenizde yayınlanan, “bir önemli şahsın” “yarım kart”a ilişkin
açıklaması ve sizin aynı tarihli gazetede “Cunta ve Terör Olayları” başlıklı yazınız, Numan
Esin’in “Ziverbey ifadesi”, Askeri Yargıtay’ca onanmış mahkeme kararı ile
doğrulanmamaktadır. Bu konudaki 1. Ordu Komutanlığı nezdindeki 2 Numaralı Sıkıyönetim
Askerî Mahkemesi’nin 5 Aralık 1975 gün ve Kayıt No. 1975/2024 Esas No: 1975/4, Karar
No: 1975/8 numaralı kararını aşağıya çıkarıyorum:
Sahife: 66-67
“İddianamede sanıklardan Adnan Çakmak, Rafet Kaplangı ve Talat Turhan’ın
Taksim’deki Osman Çelenk’in yazıhanesinde yapılan soygun olayında da eylemleri
bulunduğu sanık Adnan Çakmak’ın Muzaffer Yılmaz’la görüşerek soygun yapılabilecek
yerleri ondan öğrenip, Adnan Çakmak’ın Muzaffer Yılmaz’dan alınan imzalı ikiye bölünmüş
bir kartı Rafet Kaplangı vasıtasıyla Talat Turhan’a gönderildiği, Talat Turhan’ın da bunu İrfan
Solmazer’e vererek onun da Erkan Dirik vasıtasıyla gerekli kişilere yolladığı iddia edilmekte.
Esas Hakkında Mütalaa’da bu husus tekrarlanarak böylece sanıkların örgüt için para temin
ettikleri iddia olunmaktadır.
Taksim’deki bu soygun olayı soygunu yapan kişilerle ilgili olarak 84 sanıklı dava adı ile
anılan ve İstanbul Sıkıyönetim 1 No.lu As. Mahkemesi’nde görülen dava sonunda karara
bağlanmış ve bu davada sanık olarak gösterilen Rafet Kaplangı ile İrfan Solmazer’in yukarıda
anlatılan kartvizit alma ve götürme eylemleri sabit görülmeyerek beraatlarına karar verilmiş
olup 1 No.lu Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi’nce verilen bu beraat kararı Askerî Yargıtay’ca
da tasdik edilmek suretiyle kesinleşmiştir.
Bu bakımdan görülmekte olan bu davada aynı eylemlerinden ötürü Rafet Kaplangı
hakkında yeniden bir davanın açılması araya sanık Talat Turhan’ın da ithal edilerek yeniden
dava konusu edilmesi kesin hüküm fikrine aykırı görülmüştür. Zira ilk defa kartı getiren kişi
ile son defa kartı alan kişilerin bu fiillerinin sabit görülmeyerek beraat etmiş olmaları ve bu
beraat kararlarının kesinleşmiş olması karşısında bu hususun bu kesin karar bulunduğu
müddetçe yeniden dava konusu olamayacağı kanısına varılarak iddianamedeki hususların
hükümsüz olması gerekeceği açıktır. Bu nedenle bu konuda, hükümde ayrıca bir tartışmaya
girilmeye lüzum görülmemiştir.”
Sahife: 66-67
“Sanıklardan Rafet Kaplangı, Talat Turhan, Adnan Çakmak haklarında iddianamede
Taksim’de Osman Çelenk isimli şahsın yazıhanesinde yapılan soygun olayına iştirakleri
nedeniyle de dâva açılmış ve Esas Hakkındaki Mütalaa’da bu yolda tatbikat yapılması talep
edilmiş ise de; bu olay nedeniyle İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No.lu Askerî
Mahkemesi’nde daha evvelce de dava açılmış olup bu davada varılan neticeye göre Muzaffer
Yılmaz’ın imzalayıp yarıya böldüğü kartın ortada olmayışı ve Rafet Kaplangı’nın bu kartı alıp
ilgili kişilere götürülmesindeki fiilin sabit görülmeyerek beraatlarına karar verildiği ve Askerî
Yargıtay’ca da tasdik olunarak bu hükmün kesinleştiği yine aynı dâvada Rafet Kaplangı’nın
aldığı iddia olunan bu kartın verildiği iddia edilen irfan Solmazer’in de beraat edip hükmün
kesinleştiği nazara alındığında bu olay nedeniyle bu dâvada yeniden söz edilmesinin kesin
hüküm görüşüne aykırı bulunması nedeniyle bu hususta açılan dâvanın hükümsüzlüğüne.”
Sayın Ilıcak, bu kesin hükme karşın, 1 Nisan 1986 günkü “Cunta ve Terör Olayları”
başlıklı yazınızda:
“Görüldüğü gibi cunta faaliyetlerinin yanı sıra, bazı terör olayları da cunta mensuplarına
mal edilmek istenmiş ama hakikatin meydana çıkmasına fırsat kalmadan af gelmiştir.
Sanıkların her biri mahkemeye çıkınca, Ziverbey’de verdikleri ayrıntılı ifadeleri reddetmişler
ve mesele bu şekilde ortada kalmıştır” diyebiliyorsunuz.
Oysa ben, sorunun ortada kalmaması ve bu hesaplaşmanın sonuna kadar götürülmesi,
gerçeklerin aydınlanması, insanlık şeref ve onuruna umursamaza içinde saldıranların
maskelerini düşürmek için, 1974 Affı çıkmazdan önce mahkemeye bir dilekçe vererek Af
Yasası’ndan yararlanmak istemediğimi bildirdim. Bu dilekçenin fotokopisini sizi
aydınlatmamda yararı olur umudu ile gönderiyorum.
Bunun yanında, eğer Gürler-Batur’un cunta kurduklarına ilişkin sav doğru ise, ne zaman
aşımına uğramıştır, ne de af kapsamına girmiştir.
Çünkü sav tümü ile TCK 146/1’e girecek nitelikte olduğu için, bu hesaplaşma bugün de
yapılabilir.
Muhsin Batur’un yazdıkları, ondan sonra bu konuda yazılanlar ve sizin yayınladığınız
“Ziverbey ifadeleri” ilgili ve yetkili organları harekete geçirmeli ve bu hesaplaşma
yapılmalıdır. Ya Gürler-Batur ve ekibi suçludur ya da onların aleyhinde tertip düzenleyenler.
Her iki tarafın da suçunun TCK 146/1 içinde düşünülmesi gerekir. Ve de bu madde, 1803
sayılı Af Yasası kapsamı dışındadır.
Ben, bu konuda 1975 yılında mahkemede yaptığım savunmada sizden de ileri giderek,
eğer 12 Mart yargılanıyorsa Muhtıracı dört generalin suçunun TCK 147. maddesine gireceğini
öne sürmüştüm. Bu madde varken Tağmaç’la Eyiceoğlu’nun muhtıradaki sorumluluklarını
göz ardı etme çabaları boşunadır.
Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, “mesele örtbas edildi.” O zaman “yasa önünde eşitlik”
ilkesinin nerede kaldığını sormak hakkımız değil mi?
2-Dinamit, Bomba Olayları ve Sabotaj Savı
Bizlerden daha üst düzey örgüt üyesi olduğu iddia edilen asker ve sivil kişiler ellerini
kollarını sallayarak dışarıda gezerken bizler neden iki yıl içeride kaldık ve yargılandık?
Bu sava ilişkin olarak gazetenizde yayınlanan “Tersane-İş’ten Askeri Cunta’ya” başlıklı
yazının ilgili bölümü, 24 Mart 1986 günkü gazetede yayınlanan dipnottaki “Talat Turhan’ın
adı sabotaj ve soygun olaylarına karışmıştır” şeklindeki açıklama, dinamitle ilgili dipnotunuz,
Numan Esin’in dinamite ilişkin “Ziverbey ifadesi” de Askeri Yargıtay’ca onaylanmış
mahkeme kararıyla doğrulanmamaktadır.
Yukarıda tarih ve sayısını verdiğim mahkeme kararının ilgili bölümünü aşağıya
çıkarıyorum:
a-Dinamit Alışverişi Savı:
Sahife: 48-49
“İddianame ve Esas Hakkındaki Mütalaa’da bomba imalinde kullanılmak ve patlatılmak
üzere iki defa da Numan Esin’in dinamit temin ettiği ve bunlardan ilk partisini sanık Hasan
Yalçınkaya’nın komutanı bulunduğu levazım taburuna götürerek oradan Hasan Yalçınkaya’ya
teslim ettiğini, ikinci partide ise Hasan Yalçınkaya’nın emekli olduktan sonra işletmekte
olduğu lokantaya götürüp orada teslim ettiği iddia olunmaktadır.
Bu konuda sanıklardan Numan Esin ile Hasan Yalçınkaya’nın polis ifadelerinde ikrarlar
mevcut ise de aynı sanıklar Askerî Savcılık’taki sorgularında da aynı konuyu kabul
etmemişlerdir.
Ayrıca duruşmada bu konu ile ilgili olarak tanık sıfatıyla dinlenen Hasan
Yalçınkaya’dan sonra Lv. Tb. K.’lığını deruhte eden Lv. Alb. Nusret Altın yeminli beyanında
4 Temmuz 1970 tarihinde Tabur Komutanlığı’nı Hasan Yalçınkaya’dan devraldığını, Tabur
K.’lığı süresince Numan Esin’in tabura hiç gezmeye gelmediğini, Hasan Yalçınkaya’nın ise
birkaç defa öğle saatlerinde tabura gezmeye geldiğini ve konuşmalarında Hasan
Yalçınkaya’nın Numan Esin ile teması olduğuna dair ve ondan dinamit vesaire aldığına dair
bir şey bahsetmediğini Tabur Komutanı odasında sicil dosyalarının muhafaza edildiği bir
çelik dolabın bulunduğunu ancak bunun küçük bir dolap olup 50-60 kilo dinamiti alacak
büyüklükte olmadığını ayrıca odada bir de brifing dolabının bulunduğunu bu dolabın da bu
kadar dinamiti alamayacağını beyan ettiği anlaşılmaktadır.
Hasan Yalçınkaya’nın polis ifadesinde bu dinamitlerin Numan Esin tarafından
kendisine 1970 yılı Ağustos ayında getirildiğini beyan etmekte, Numan Esin ise polisteki
ifadesinde dinamitlerin 1972 yılı Haziran ayında götürüldüğünü söylemektedir. Bu iki ifade
arasında götürme tarihi bakımından bir beraberlik olmadığı gibi, tanık Nusret Altın’ın
ifadesinden de anlaşılacağı üzere Tabur Komutanlığı’nı temmuz ayında devraldığına göre
Hasan Yalçınkaya’nın dinamitleri teslim aldığını belirttiği tarihte Tabur Komutanı olmadığı
ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan gerek sanık Hasan Yalçınkaya ve Numan Esin’in Askerî
Savcı huzurundaki ifadelerinde bu konuyu kabul etmemiş olmaları gerek her iki sanığın polis
ifadesindeki yukarıda belirtilen çelişkiler, gerekse tanık beyanları karşısında sanık Numan
Esin’in Hasan Yalçınkaya’nın taburuna dinamit götürdüğü hususu sabit görülmemiştir.
Keza yine bu sanıkların polis ifadelerinde Numan Esin’in bir kere de Hasan
Yalçınkaya’nın çalıştırdığı lokantaya götürüp, dinamit teslim ettiği yolundaki beyan da bu
beyanı doğrular mukni (inandırıcı) bir delilin elde edilemeyişi nedeniyle sabit ve kabule değer
görülmemiştir.”
O halde benden alınıp başkasına götürülen, ya da benden alınıp bana geri döndürülen (!)
bu dinamit iftirası neden yapılmıştır?
Sn. Ilıcak dikkatlerinizden kaçmış olacak yayınladığınız “Ziverbey ifadelerinin” bu
bölümüne, 6 Mayıs 1973 tarihli Tercüman’da yayınlanan bir haberde yer verilmiştir.
“…Patlamalarda kullanılan dinamitin de bir Levazım Albayı’nca temin edildiği
açıklanmıştır.
Askerî Savcı patlamalarda kullanılan dinamitin çoğunluğunun sonradan emekliye
ayrılan Levazım Albay H.Yalçınkaya tarafından örgüte teslim edildiği de belirtilmiştir.”
Nasıl olmuşsa bu haberin gazetenizde yayınlandıktan 12 gün sonra alınan Hasan
Yalçınkaya’nın 18 Mayıs 1973 tarihli Ziverbey ifadesine dinamit suçlaması da katılmıştı.
Bana ilginç gelen bu rastlantının araştırılması için soruşturmanın genişletilmesi evresinde
yetkili organlara 18 Temmuz 1973 günü bir dilekçe vererek sorgulayıcılarla gazeteniz ve
Askerî Savcı arasında bir ilişki bulunup bulunmadığının saptanılmasını istedim.
Tüm diğer dilekçelerimde olduğu gibi bu başvurum da yanıtsız bırakıldı.
Ziverbey Köşkü’nün yetenekli sorgulayıcıları (!) Askerî Savcı’nın iddianamesindeki
suçlamaları desteklemek için “istimi arkadan gelme” ifadeler alarak adalete hizmet
ediyorlardı. Bugün bu savın gerçek olmadığı kanıtlandığına göre, bu tertibi düzenleyenlerden
kim hesap soracak?
Af yasasının kimler için çıkarıldığı herhalde bu somut örnekle daha da anlaşılır hale
gelmektedir.
b-Bomba Olayları Savı:
Bomba olaylarına gelince de bu konuda da tarih sayısını belirttiğim İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No.lu Askerî Mahkemesi’nin Gerekçeli Hükmü’nün ilgili
bölümlerini aşağıya çıkararak yazı dizinizin bu konudaki kısmının da gerçek olmadığını
kanıtlamış oluyorum.
Sahife: 59
“Hükmün yukarıdaki bölümlerinde açıklandığı üzere cuntasal bir faaliyet içerisinde
olup bu maksatla bir araya gelmiş bu sanıklar grubunun mevcudiyeti yanında hükmün bundan
sonraki bölümünde ele alınıp izahına çalışılan ve İstanbul’da bilhassa 1972 yılı Nisan ve
Mayıs aylarında şehrin muhtelif yerlerinde patlamalar yapan bir sanıklar grubunun
bulunduğu, ancak patlamaları yapan sanıklardan büyük bir bölümünün cuntasal faaliyet
içerisinde olan sanıkları tanımadıkları dahi açıklanmıştır. Bu sanıklar kovuşturmanın hiçbir
safhasında Dr. Memduh Eren, Talat Turhan veya başka bir sanıktan bomba patlatmaları için
bir emir ve talimat almadıklarını da ifade etmektedir.
Sahife: 56-60
“Şu hale göre sanıkların suç ve vasıflarını tayin ve tespit ederken cuntasal faaliyet
içerisinde bulunan sanıklar ve şehrin muhtelif yerlerinde patlamaları yapan sanıkların ayrı ayrı
mütalaa edilmeleri zarurî görülmektedir. Zira cuntasal faaliyet içerisinde oldukları iddia
olunan sanıkların aldıkları karar gereğince bu patlama olaylarını diğer sanıklara yaptırdıkları
iddiası subuta ermemekte dosya içerisinde mücerret bir iddia olarak kalmaktadır”
Sahife: 61-62
“Hükmün ilk kısmında durumları ele alınan ve cuntasal bir faaliyet içerisinde oldukları
belirtilen sanıkların cebri bir eylemlerinin tespit edilemediği ve ayrıca bomba patlatan kişiler
ile temasta bulunmadıkları en önemlisi onlara bu konuda emir ve direktif vermedikleri,
azmettirmedikleri bunları gösterir dosyada yeterli ve mukni delilin bulunmadığı
belirtilmiştir.”
Sahife: 67
“Mahkemece varılan kanaate göre bu sanıklar gibi diğer sanıklar Talat Turhan, Memduh
Eren, Fevzi Özkaya…. Hasan Yalçınkaya, Numan Esin, E. Ertekin, Adnan Çakmak’ın da
patlamalar için dinamit vesaire temin ettikleri veya bu patlamaları yapanları azmettirdikleri
yolunda dosyada yeterli delil bulunmaması nedeniyle…”
c-Sabotaj Savı:
Sn. Ilıcak, 12 Mart 1986 günü gazetenizde yayınlanan “Tersane-İş’ten Askerî Cuntaya”
başlıklı yazınızda:
“Kültür Sarayı yangını, Marmara gemisi ve Eminönü vapurunu batıranların itirafları asıl
büyük hazırlığı yapanları ele verdi” dedikten sonra olaylarla irfan Solmazer arasında irtibat
kuruyor ve Solmazer’i, Kabibay cuntasına bağlıyorsunuz. Bundan sonra “Bomba olayı da
Talat Turhan ve Numan Esinle irtibatlandırıldı” dedikten sonra “Rafet Kaplangı, Talat
Turhan, Celil Gürkan’ı tanırlar arada toplantılar düzenlerlerdi. Böylece zaten birbiriyle
irtibatlı olan cunta mensuptan Ziverbey’de peş peşe sorguya alındılar” diye yazıyor ve bir
başka yerde “Ziverbey Köşkü’nde alınan… el yazısı itiraflarda, Batur ve Gürler’in cuntacı
faaliyetleri açık seçik belli oluyor… Bu itiraftan bir iftira olarak kabul etmek mümkün
değildir” şeklinde bir kanıya ulaşıyorsunuz. Bu açıklamalarınız bir yönü ile çok önemlidir
çünkü “Ziverbey ifadelerinin varlığını kabul ederek ve bunları yayınlayarak bu ifadelerin
polis ifadeleri olduğunu iddia eden tüm Askerî Savcıları ve hatta mahkeme kararlarını
yadsımış oluyorsunuz.
Ben de 1973 yılından bu yana “polis ifadeleri”nin Ziverbey Köşkü’nde alındığını iddia
ederek sayısız başvurularda bulunmuş fakat hiçbir makamdan yanıt alamamıştım. Savımı
doğrulayan sizin gibi değerli bir tanık bulduğum için size teşekkür borçluyum. Ziverbey
ifadelerine emniyet ifadesi diyenleri de tarih önünde suçluyorum. Eğer sizi yadsımazlarsa.
Sabotaj davaları bilindiği gibi, “Bomba Davası”ndan bağımsız olarak “Sabotaj Davası”
adı verilen bir davaya konu yapıldı. Bu davada idam istemiyle yargılanan 22 sanığın tümü
beraat etti. Her ne kadar, Bomba Davası sanıklarından Av. Vahap Mutlugün ile Av. Nuri
Yazıcı aynı zamanda “Sabotaj Davası” sanıkları arasına katılarak bu iki dava arasında bir
ilişki kurulmaya çalışılmış ise de, alınan beraat kararı karşısında, bu girişim sonuçsuz kalmış
olmaktadır. Yazınızda belirttiğiniz gibi: “Kültür Sarayı yangını, Marmara gemisi ve Eminönü
vapurunu batıranların itirafları asıl büyük hazırlığı yapanları ele verdi” kanısı da zaman
açısından olanaksızdır.
Şöyle ki:
Bomba Dâvası soruşturması 10 Mayıs 1972 günü başlatılmış ve üçüncü evresinde
gözaltına alınan sanıklar 4 Temmuz-1 Ağustos 1972 günleri arasında Zihni Paşa Köşkü’nde
sorgulanmış ve Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlayan fakat ortaya çıkarılmayan ifadeler
oluşturulmuştur. Daha sonra da 5 Ağustos 1972 günü bir sanıktan bu kişileri suçlayan ve yasal
değeri olan, iki savcı tarafından bir ifade alınmıştır.
Oysa çoğu Tersane-İş Sendikası mensuplarından oluşan Sabotaj Davası soruşturması
Turgut Sunalp’ın açıklamasıyla 10 Ağustos 1972 günü başlamıştır. Ancak bu dava sanıkları
arasına İrfan Solmazer’in katılmak istenmesi, Tersane-İş Sendikası’yla sabotaj olayları
arasında, sabotaj olaylarıyla cunta arasında bir ilişki kurulması için karine bile olamaz. Kaldı
ki “Sabotaj Davası” için verilmiş beraat kararı bulunması tüm bu benzetmeleri geçersiz
kılmaktadır. Ama bir Turgut Sunalp, bugün bile “Sabotaj Davası’nın sanıkları için “suçlu
olduklarına inanıyorum” diyebiliyorsa siz de böyle yazabilirsiniz. Ancak hiçbir kanının “kesin
hüküm” üzerinde bir değer taşımadığı da bir gerçektir.
3-Boğaz Köprüsü’nü Havaya Uçurmayı Tasarlamak Savı:
Bu sava ilişkin olarak gazetenizde yayınlanan yazının ilgili bölümü, 4 Nisan 1986 tarihli
yorumunuz, Numan Esin’in “Ziverbey ifadesi” ve bu itiraflara eklediğiniz dipnot ve konuya
ilişkin “Ziverbey ifadem” Askerî Yargıtay’ca onaylanmış mahkeme kararı ile
doğrulanmamaktadır. Alınan kararın ilgili bölümünü aşağıya çıkarıyorum:
Sahife: 63
“İddianamede bir grup sanıkların özellikle E. Ertekin, Talat Turhan, Memduh Eren ve
Numan Esin’in aralarında konuşarak Boğaz Köprüsü’nü uçurmayı konuşup planladıkları iddia
edilmekte ise de bu konu E. Ertekin’in polis ve Askerî Savcılık ifadelerinde kabul edilmesine
rağmen, diğer sanıklar Askerî Savcılık huzurundaki ifadelerinde bu konuyu kesinlikle
reddetmiş olmaları ve esasen ortaya konulmuş böyle bir eylemin bulunmayışı karşısında
iddianamedeki bu iddia mevcut delillere göre subuta ermemiş bu bakımdan bu grup sanıkların
ortaya koydukları kesin bir eylem subut bulmamıştır.”
Bu hükme karşın, iddiaya geri dönerek kişiler hakkında kamuoyunda kuşku yaratmak
sanırım basın ahlâk kuralları ile de bağdaşmaz.
II. Bölüm
Cunta Savı
Bomba Davası sanıkları iki gruptan oluşuyordu. Birinci grupta “Cuntasal çalışmalarda
bulunduğu iddia edilen sanıklar, ikinci grupta ise “Devrimci Şiddet Eylemleri”ne katılan
sanıklar bulunuyor ve bu iki grup arasında sava göre, ilişki bulunuyordu… Açıkladığım
mahkeme kararı, bu savların gerçek olmadığını ve “Devrimci Şiddet Eylemleri”yle ilişkim
bulunmadığını kesinlikle göstermektedir.
Ne var ki, Bomba Davası’nın cuntasal bölümü bir aysberg gibi idi. Dâvaya getirilen ben
dahil 23 sanık aysbergin su üstünde kalan kısmını oluşturuyorduk. Ama Gürler-Batur-
Kayacan’ı kapsayan yüzlerce general ve subay aysbergin su altındaki bölümünü oluşturuyor
ve koşullar elvermediği için mahkemeye getirilemiyordu. Bu konuda bazı girişimler yapılmış
ve sonuçta Askerî Savcı Esas Hakkındaki Mütalaâsı’nda Gürler’i cunta başı, Batur ve
Kayacan’ı cunta üyeleri olarak suçlamıştı. Ama bu kişiler sizin de yazı dizinizde açıkladığınız
nedenlerle davaya getirilememişti.
Her ne kadar iddianamede bizlere istenen ceza TCK 146/1 ise de, bu kişiler davaya
getirildiği takdirde TCK 146/3 alınmamız gerekecekti.
Nitekim Askerî Savcı Esas Hakkındaki Mütalaası’nda bu madde ile cezalandırılmamı
istiyordu. Ortaya hukuksal açıdan ilginç bir örnek çıkmıştı. Çünkü asli fail olmadan fer’i
fiilden söz etmek olanaksızdı. Bunun dışında, vatandaşların “yasa önünde eşitlik” ilkesi ağır
ölçüde ihlal ediliyordu. Bu koşullar içinde, “Bomba Davası” sanıklarından ben ve Hasan
Yalçınkaya “Affı Reddetme” dilekçesi vermiştik.
Çünkü 8 Haziran 1973 günlü duruşmada:
“9 Mart günü (1971) Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne mensup 50 yüksek rütbeli subay ihtilâl
karan almıştı. Ben bu kararın içinde yoktum. Ancak kabul edilse idim tereddütsüz girerdim.
Zira beni sivil diye almadılar. Şimdi bu şekilde 50 subay ihtilâl kararı aldığına göre, sayın
savcının bu 50 subayı buraya getirmesi gerekir. O takdirde ben onların yanında hesap
vermeye itiraz etmem ve bu yapılmadan adaletli, hukukî, kanunî bir yargılama yapılamaz”
diyerek bu konudaki kesin tavrımı koymuş ve savunmamda da 9 ve 12 Martçı olarak
nitelenen bu kişileri ve cuntacılığı eleştirmiştim.
Bu dönemde nasıl olmuşsa hukuksal yönden geri dönüş sayılmasına karşın, sanığın
“Affı Reddetme Hakkı” elinden alınmış ve bu husus “Bomba Davası” Gerekçeli Hükmüne
yansıtılmıştı.
Sahife: 65-66
“Bazı sanıklar haklarında Af Kanunu’nun tatbik olunmamasını talep etmekte iseler de af
kanunlarının amme nizamına taalluk edip öncelikle tatbikinin usul yasaları gereğince gerekli
olması ve Af Kanunu’nun tatbik edilmesi hakkında Af Kanunu’nda sanıklara bir seçim
hakkının tanınmamış olması sebebiyle sanıkların bu talep ve müdafaalarına da uyulması
mahkemece imkânsız görülmüştür.”
Askeri Yargıtay Başsavcılığı 1803 sayılı Af Yasası’nın, aftan faydalanmamaya yer
verilmemesini Anayasa’ya aykırı bulmaktadır.
Bu durumda mahkeme ne yapabilirdi?
Suç vasfındaki değişiklik gerekçesiyle suçun TCK 171/2’ye girebileceği kabul edildi ve
dava af kapsamına alınarak ortadan kaldırıldı.
Gerekçeli hüküm sahife: 62-63
“Sanıkların mevcut iktidarı iş başından uzaklaştırmak gayesiyle hareket ettikleri, bu
maksatla muhtelif yerlerde ve zamanlarda toplantılar düzenledikleri ve ordunun işe
müdahalesi halinde uygulanacak Anayasa taslağını hazırlayıp müzakere edilmesinin
anlamının da sanıkların TCK’nın 146’ıncı maddesinde belirtilen suç yönünden ittifak etmiş
olmuş olmalarını göstermektedir.
Ancak sanıkların bu ittifak çerçevesi içerisinde bir eylemlerinin bulunmayışı nazara
alınarak bu grup sanıkların fiillerinin iddianamede ve esas hakkındaki mütalaada belirttiği
üzere TCK’nın 146’ıncı maddesinde belirtilen suça dönüşmediği ancak TCK’nın yukarıda
belirtilen ve unsurları yazılan gizli ittifak derecesinde kaldığı kanısına varılmaktadır.
…hükmün ilk kısmında ele alınan sanıklardan hangilerinin bu ittifak içerisinde oldukları
hangilerinin olmadıkları veya bu ittifakın kendiliğinden ortadan kalkıp kalkmadığı
hususlarının hükümde tartışılmasına bu durumda sanıklar hakkında açılan davanın af kapsamı
nedeniyle ortadan kaldırılması gerekeceğinden üzerinde durulmamış ve hüküm de tartışma
konusu yapılmamıştır.”
Sahife: 67
“Esas Hakkındaki Mütalaada olaylara karıştıkları iddia olunan diğer kişiler hakkında
suç ihbarı yapılması hakkındaki talep ise uygun görülen suç vasıfları itibariyle fiiller Af
Yasası şümulünde görülmekte bu konuda karar almaya mahal olmadığına” karar verilmiştir.
Görüldüğü gibi mahkeme, Af Yasası’na dayanarak davanın Cuntasal Yönü’nü
yargılamaktan kaçınmıştır.
Kuşkusuz bu kararı kabul etmemiz olanaklı değildi. Müdafilerim davayı bir anlamda
aleyhime temyiz ettiler. Çünkü suç konusunun TCK 146/1 olduğunu iddia ediyorlardı. Bu
madde af dışı olduğu için Askerî Yargıtay önüne benim için “Affı Kabul Etmeme”
dilekçemde olduğu gibi ya idam ya beraat seçeneklerinden birini koyuyorduk. Eğer istemimiz
kabul edilse idi ve sonuçta idam kararı verilip onansa idi, aftan yararlanacaktım ki onu da
istememiştim. Zorunlu olarak cezam müebbet hapse dönüştürülecekti.
Bu kesin ve açık tavrı insan hakları T. SIh. K.’lerinin saygınlığı adına ve yargının
onurunu kurtarmak için koyuyordum. Suç ve ceza birbirlerinden ayrılması olanaksız iki öğe
olduğu kadar “yasalar önünde eşitlik” ilkesinin bu ölçüde çiğnendiği bir olayda “Kör
Tuttuğunu Sever” özdeyişinin adalet olmadığını kanıtlamaya çalışıyordum. Yaşamım
pahasına…
Mahkemenin bu kararı Askerî Yargıtay tarafından onandığı için, “Kesin Hükme”
saygımızdan söylenecek sözümüz kalmamıştı. Sorun sizin deyiminizle tam anlamıyla “örtbas
edilmişti.” Ama bir de tarihin yargısı vardı. Ben bu yargıya hizmet amacıyla 5000 sahifelik
bir savunma hazırlayarak bu konudaki misyonumu da yerine getirmiş bulunuyorum.
Fakat bugün daha ilginç bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz:
Şöyle ki:
Muhsin Batur’un “Anılar ve Görüşler” adlı yapıtı, Celil Gürkan’ın “12 Mart’a Beş
Kala” adlı yapıtı, Faik Türün’ün “Kore’den 12 Mart’a” başlıklı yazı dizisi, 12 Mart’tan bu
yana bu konuyla ilgili olarak yazılanlar ve özellikle sizin “12 Mart Cuntaları” yazı dizinizde
yayınladığınız “Ziverbey ifadeleri”, Bomba Davası’nın Cunta bölümüne yeni deliller
getirmiştir. Bu deliller davada bize yükletilen birtakım suçların daha önce öne sürdüğüm
savlar ve savunma paralelinde T. SIh. K.’leri içinde 12 Mart öncesi çalışmalar olduğu ve
bizimle ilişkisi bulunmadığını göstermektedir.
Yazdıklarınız eğer kişiler açısından suç oluşturuyorsa savcılar harekete geçmeli, öyle
değilse bizlerin aklanması gerekir. Çünkü bu yazılanlar gerçek ise mahkemenin tartışmaya,
suç ve suçluluk durumumuzu saptamaya dahi gerek görmediği ve gizli ittifaka sokarak af
kapsamına aldığı davada, sadece bazı subaylarla toplantı yaptığımız suçu geriye kalmaktadır.
Oysa bizimle toplantı yaptığı iddia edilen subaylar yargılanmamışlardır. Bunun yanında bu tip
çalışmaların 1970 yılına kadar sürdüğü de Gerekçeli Hüküm’de belirtilmektedir. Buna karşı,
12 Mart öncesi T. SIh. K.’leri içinde gerektiğinde hiyerarşik olarak müdahale girişimi için
yapılan hazırlıklar 1970-1971 yıllarında yoğunlaştırılmış ve T. SIh. K.’leri bünyesinde oluşan
kanıya göre, sivil kişiler bu çalışmalardan dışlanmıştır. Yani bir anlamda ittifak dışına
itilmişlerdir. Bu nedenle 8 Haziran 1973 günkü duruşmada 9 Mart’taki ihtilal toplantısından
söz ediyor ve “…beni sivil diye almadılar” diyerek açık yüreklilikle belirtiyorum,
9 Mart’la ilgili olarak bugüne kadar sayısız yayın yapılmıştır. Sizin de yayınladığınız
yazı dizisinde, bu konuya yer verilmiştir. Bu toplantı ile ilgimin bulunmadığı tüm bu
yayınlarda da görülmektedir.
Evet Sayın Nazlı Ilıcak, takdir edeceğiniz gibi, Gerçek Demokrasi’nin bulunduğu
ülkelerde suç olan yerde ceza da vardır. Ve de hiçbir gücün suçu örtbas etmek hakkı yoktur,
iddia edildiği gibi, bugün ülkemiz demokrasiye geçmişse bu hesap görülmeli, gerçek suçlular
ve suçsuzlar ortaya çıkarılmalı işkence ile tertipler düzenlenmişse, bunlar aydınlanmalıdır.
Eğer gücünüz yeterse başladığınız işi sonuna kadar götürünüz, tertipçilerle hesaplaşalım.
III. Bölüm
Sayın Ilıcak, yazı dizinizde benim için:
“1961 seçimlerinin iptali için kurulan ve idamların gerçekleşmesi maksadıyla Millî
Birlik Komitesi’ne baskı yapan Silâhlı Kuvvetler Birliği üyesi” olduğumu açıklıyorsunuz ve
bir başka gün yineliyorsunuz:
“Talat Turhan, 1961 seçimlerinin iptali maksadıyla sertlik yanlısı subaylar tarafından
kurulan Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin bir üyesi idi. Menderes’in idamında da Silâhlı Kuvvetler
Birliği faal rol oynamış ve Milli Birlik Komitesi’nin Menderes’i affetmesini önlemek için
yoğun faaliyetler göstermişti” diye devam ediyorsunuz:
“27 Mayıs sonrasında kurulan “Silâhlı Kuvvetler Protokolü’nü imzalayan Talat
Turhan…” diye.
Evet Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin eski bir üyesi olduğumu dün olduğu gibi, bugün de
övünç duyarak açıklıyorum. Nitekim siz de bu konuda mahkemede söylediklerimi olduğu gibi
sütunlarınızın arasına almış bulunuyorsunuz.
Bu birlik içinde bugün cuntacılıkla suçladığınız Gürler, Batur bulunduğu gibi, korumaya
çalıştığınız Eyiceoğlu da bulunuyordu.
Bunun dışında başta Sunay olmak üzere T. SIh. K.’leri’nin komuta kademesi en az 20
yıl bu birliğe katılmış generallerden oluşmuştur. Benim onlardan farkım, birlik ilke ve
kararlarına bağlı kalmakta direnmemdir.
Sn. Ilıcak “Silahlı Kuvvetler Birliği” hakkında yeterli yayın yapılmış bulunmaktadır.
Onları incelemediğiniz anlaşılıyor. Bu birlik ne seçimlerin iptali için ne de idamların
gerçekleşmesi için kurulmuştur. Eğer kuruluş ilkeleri ve yemin metnini gözden geçirirseniz
bana hak vereceksiniz.
Silahlı Kuvvetler Birliği 13 Kasım 1960’da, 14’ler yurt dışına gönderildikten sonra,
Milli Birlik Kurulu’nun millete verdiği biran önce seçime gitme vaadini gerçekleştirmek için
kurulmuştur. Ama seçimlerden sonra müdahale kararı aldığı da bir gerçektir.
Bu kararın haklılığını 12 Mart ve 12 Eylül olayları kanımızca göstermektedir. Muhtıra
ve darbeye muhatap olan siyasal iktidarlar Türk demokrasi tarihinde herhalde övünçle
anılmayacaklardır.
Bunun yanında o dönemde, Slh. K.’ler bünyesi içinde Yassıada Yüksek Adalet
Divanı’nın kararlarının olduğu gibi uygulanması doğrultusunda bir eğilimin bulunduğu ve bu
olgunun varlığının, M.B.K.’nin ve Silahlı Kuvvetler Birliği’nin üzerinde durulduğu da bir
gerçektir. Ancak bu konudaki M.B.K.’nin yasal sorumluluğu tartışılamaz. Bu organın baskı
kabul etmesi ya da etmemesi bu durumu değiştirmez.
Buna karşın, benim de içinde bulunduğum Silâhlı Kuvvetler Birliği, tanık olduğum
kadarıyla idamlar konusunda, olumlu bir yol izlemiş ve bu konuda bana da görev verilmiştir.
Bu olayı bir gazetede yazdığım bir yazı ile kamuoyuna açıklamış bulunuyorum.
Yazımın fotokopisini gönderiyorum. Bu gerçekler karşısında beni kamuoyuna “idamları
gerçekleştirmek”, “Menderes’in affını önlemek” için faaliyette bulunan bir örgüt içinde
bulunmakla suçlamanız ve aleyhimde kamuoyu yaratmak çabalarınızın ne ölçüde
mesleğinizle bağdaşacağını da takdirinize bırakıyorum.
IV. Bölüm
Numan Esin’in Avukatlık Ücretimi Ödemesi
Numan Esin’in gazetenizde yayınlanan itiraflarında (6 Nisan 1986) “20.000 TL.
avukatlık ücretimin 5.000 TL.’sinin kendisi tarafından ödendiğine” dair bir bölüm
bulunmaktadır.
Bu konu, en son olarak bir gazetede Numan Esin tarafından gündeme getirildi ve
tarafımdan tekzip edildi. Selimiye As. Ceza ve Tutukevi’nde iken, benim ve ailemin bilgisi
dışında cereyan etmiş bu olayı öğrenince, Numan Esin’e bu parayı ödedim. Banka
makbuzunun fotokopisini ekte gönderiyorum. Bu hususu bir dilekçe ile mahkemeye de arz
etmiştim.
Bu durumda yazı dizisinin bu bölümü de gerçeği yansıtmamaktadır.
Sonuç
Sayın Ilıcak bir noktada sizi anlıyorum. Çünkü siz bu olayda tarafsınız. Hem de bu
tavrınız çok yönlü. 27 Mayıs’a karşısınız, aynı zamanda Bomba Olayları’ndan gazete olarak
zarar görmüşsünüz.
Bunun dışında, özellikle 27 Mayıs’a aileden gelen bir kininiz var ve belirli bir sınıfı
temsil ediyor ve sözcülüğünü yapmaya çalışıyorsunuz.
Faik Türünle, Memduh Ünlütürk’le geçmişte kurulmuş ilişkileriniz var.
Ben sizin bu niteliklerinizin tam karşıtı bir anlayıştayım. Sermayenin değil emeğin
yanındayım; bu nedenle de 27 Mayıs’a karşı değil, bugün bile onun getirdiği ilkelerin
yanındayım ve de devrimci ruh ve karakterimi koruyorum. Bu nitelikte olan bir insan sizden
elbette ki övgü beklemez.
Ama haksızlığa uğramış bir aileden gelmiş olduğunuzu iddia ettiğinize göre en azından
yazı dizinizi kaleme alırken monolog yerine diyalog yöntemini uygulayarak, bizimle ilişki
kurmuş olsaydınız, uygar iki insan olmanın asgari müştereklerinde buluşurduk. Böylelikle
yazı diziniz daha gerçekçi olurdu.
Belgesel açıklamalarımı gazetenizde yayınlamanızı diler, saygılar sunarım.
Talat Turhan
Nazlı Ilıcak’a gönderilen bu mektup 12-13 Mayıs 1986 tarihlerinde Tercüman
gazetesinde yayınlanmıştır.