4
Yurtiçi Basın

Sorun Dergisi 2002

Sorun Dergisi: Yaz ve Güz 2002

ABD Derin Devleti ve 11 Eylül Baskını -I-

— Soru: 11 EYLÜL 2001 tarihini emperyalist hegomonlar âdeta bir “milat” olarak ilan etti. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere bütün sömürücü ve yeni sömürgeci ülkeler, Yakın Doğu’ya müdahaleden sonra, bu sefer Uzak Doğu ve Avrasya “seferine” yöneldi. ABD’nin büyütüp beslediği “Taliban” örgütü ve Bin LADİN isimli eski CIA ajanının simgeleşen şah­sında mitler yaratıldı. ABD emperyalizmi çeşitli bahanelerle, “terör” ve “terörizm” söylemleriyle müttefikleriyle beraber AFGANİSTAN’a yerleşti… Öncelikle bu sürecin bir değerlendirmesini yapar mısınız?

—Talat TURHAN: Kuşkusuz 11 EYLÜL 2001 tarihi bir yarayla “milat”tır. Söylendiği gibi dünyanın “en büyük terör eylemi” midir? Ya da “milenyum savaşı” mıdır? Ya da “milat” olarak önceden tezgâhlanmış bir operasyon mudur? Soru­ların yanıtını vermek durumundayız. Tüm bunlara karşın, kanımca bugü­ne kadar gerek dünya gerek yerel medyada anılan olay gerçek anlamıyla değerlendirilmiş değildir. Askeri literatürde bu olay “baskın” olarak ad­landırılır. Baskını,

“düşmana beklemediği yerde, beklemediği zamanda beklemediği araçlarla zarar vermek”

diye tanımlayabiliriz. Bu baskının dünya savaş tarihinde bir benzerinin bulunmaması nedeniyle özel bir yeri ve önemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü ilk kez ABD küreselleşme kar­şıtı çok uluslu bir örgüt araçlarını kullanıp bu eylemini gerçekleştirmiştir.1 Masum insanların yaşamlarını yitirmesini onaylamak gibi bir tavır içinde değilim; ancak ABD emperyalizminin kirli geçmişine göz attığımızda yüz binlerce masum insan kanı pahasına bugünkü hegemonyanın kuruldu­ğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz. ABD emperyalizmi insanlığa “hümanizma” dersi verecek bir konumda olmadığının en yakın kanıtı AFGANİS­TAN’ın işgali ve FİLİSTİN’de yaşanan olaylarda ABD yönetiminin duyarsız ve çelişkili tutumdur.

ABD, VİETNAM Savaşı’ndaki hezimetinin kamuoyunda yarattığı aşağı­lık kompleksini Körfez sularında “Irak Savaşında” giderdiğini sandı. 11 EYLÜL Baskını bir anlamda, ABD hakkında üretilen tüm mitlerin iflasını gösterdiğinin kesin kanıtı sayılabilir. Deneyimli istihbaratçıların söylem­lerine göre, bu çapta bir baskın çok güçlü bir örgüt, büyük para desteği, teknik ve teknolojik donanım, içten yardım, kolektif akıl üstünlüğü, vb. gibi etmenlerle en azından 10 yıllık bir hazırlık dönemi gerektirir. 11 EY­LÜL Baskını bir anlamda ABD Kartalının kanatlarını kırmış ve kâğıttan bir kaplan olduğunu da sergilemiştir. BUSH’un bin yıllık süreç içinde oluşan uluslararası hak ve hukuku2 hiçe sayan, tüm antlaşmaları göz ardı eden, BM’yi dışlayan bu pervasız tavrı uzun erimli bir süreçte, dünya kamuoyunda oluşacak kompleksler sonucunda benzer ABD’ye baskınlara mu­hatap olacağını ifade etmek söylemek bir kehanet olmasa gerekir.

Bilindiği gibi, simgesel hedef olarak seçilen Dünya Ticaret Merkezi’nin (DTM) ikiz kulelerine ve PENTAGON’a3 yapılan Baskın’da Beyaz Saray Şif­resi kullanılıp âdeta, eylemciler, ABD ile dalga geçmiştir. Böylesine bü­yük çaplı bir eylemin ABD yönetimi içindeki sorumlularının hiç birinin bugüne kadar haklarında, soruşturma açmak şöyle dursun, istifa dahi et­memiş olmalarının anlamım ve değerlendirilmesini okurların takdirlerine bırakıyorum. 12 EYLÜL 2001 gününden bu yana, olaya ilişkin tüm medya­yı ve yapıtları izliyor ve arşivliyorum. Hazırladığım dosyaların bir bölü­mü “11 EYLÜL önceden biliniyor muydu?” sorusuna ilişkin belge ve bilgi­leri içeriyor. Şu ana kadarki izlenimimin; “Evet biliniyordu” şeklinde ol­duğunu açıklayabilirim.4 Elbette tüm argümanları değerlendirmek bu söyleşinin kapsamına sığdırılamaz. Ancak, 1990–2000 yılları arasındaki dö­nemde ABD hedeflerine yapılan saldırılarda Bin LADİN parmağı ta ki, 2000 yılından beri biliniyor ve izleniyordu. EKİM 2000’de YEMEN’de USS CO-LE savaş gemisine yapılan eylemde5 ABD’li denizcilerin ölmesi olayını soruşturan FBI’ın ikinci adamı John O NEİL ve YEMEN’deki ABD Bü­yükelçisi Barbara BODİNE, Bin LADİN’in izine ulaşmış olmasına karşın,6 1993 yılına kadar onu yakalamak gibi bir çaba içine girmemiştir. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Yazılanlara göre, Bin LADİN ile Suudi Ailesi yakınlı­ğı ve petrol ortaklıkları nedeniyle, Suudileri darıltmamak pahasına bu olay göz ardı edilmiş, eğer gerçekte 11 EYLÜL Baskınının ardında Bin LA­DİN varsa, bu eylemin göz ardı edilmesi bir anlamda 11 Eylül Baskınına yol vermiştir diyebiliriz.

Bilindiği gibi, “Soğuk Savaş”ın bitiminde 34 ülkenin katıldığı, 1990 KASIM ayının sonlarına doğru “Paris Şartı” imzalanmıştır. Baba Bush ta­rafından söylenen ve üç gün süren o toplantıda öne sürülen söylemlerden ikisini yinelemek istiyorum;

“Bugüne kadar savaşlar Doğu-Batı yönünde süregelmiştir. Artık, zengin Kuzey ile yoksul Güney arasında cereyan edecektir” (Mealen).

—  “Bundan sonra düşmanımız İslâm’dır”.7

1990’lı yıllarda İslâmi düşman ilan eden ABD, CIA’nin yetiştirdiği Bin LADİN’e kendi hedeflerine saldırmasına göz yummasının anlamı tüm bo­yutlarıyla bugüne kadar değerlendirilmiş değildir. Bin LADİN dışında da dünyanın her yerinde “radikal İslamcı” grupları eyleme itip bir anlamda ABD’nin bugünkü saldırganlığını haklı çıkarmak için ortam hazırladığını söyleyebiliriz.

1) 2000 yılında bilindiği gibi Dünya Ticaret Merkezi’ni (DTM) Arap asıllı eylemciler bombalamış, 240 yıl hapse mahkûm olan Muhammed SALAMEH, asıl baskının gelecekte yapılacağını ifade etmiştir.7 Bu kişinin 5 Eylül 1972 MÜNİH olimpiyat baskınını düzenleyen Ali Hasan SALAMEH’in akrabası olduğu ve Hasan SALAMEH’in CIA ajanı olduğu açıklanmıştır.

Bu kişilerin bir kaçının Yakın Doğu’yu karıştırmak için CIA ile ilişki­ye geçtiğini de basına yansımıştır.8

2) Oklahoma Bombacısı Timoty Mc VEİGH, eylemi nedeniyle elektrik­li sandalyede öldürülmüştür. Bu kişinin, “bireysel terörist” olarak nitelen­mesi, kanımca akla ve mantığa uygun düşmez. Çünkü eylemde kullanı­lan bombanın Ordu malı olduğu belgelenmiş ve yazılmıştır. ABD’nin Körfez Savaşı kahramanı olan bu kişinin ölürken söylediği savaş karşıtı sloganlar bir örgüte çağrışım yapmaktadır.9 Eğer Mc VEİGH’in örgütsel bağlantısına inilebilinseydi ABD içinde ABD karşıtı radikal örgütler ortaya çıkabilir, 11 EYLÜL Baskının iç boyutu saptanabilirdi.

3)  11 EYLÜL Baskınından yaklaşık 1 yıl önce maddi hiçbir gereksinimi bulunmamasına karşın ABD Derin Devleti’nin 1 Nolu temsilcisi David ROCKEFELLER, aynı bölgede bulunan gökdelenini neden sattı?

4) Medyaya yansıdığına göre, İSRAİL İstihbarat Örgütü Mossad böyle bir “baskının” olacağını ABD yönetimine önceden haberdar etmiştir.10 ABD’de olası bir baskına karşı HAZİRAN 2001 ‘den bu yana teyakkuz duru­muna geçmişti.11 ABD olası bir baskından, önceden haberdar olduğu ve alarm durumuna geçtiği halde Baskını önleyememiştir. Kanımca, bu olgu tek başına ABD’nin aczini ve güçsüzlüğünü kanıtlamak için yeterlidir…

11 EYLÜL Baskını ardında ABD Derin Devleti’nin parmağı uzun erimli bir süreçte aydınlığa kavuşacaktır diye düşünüyorum.

5) 1996-98’li yıllarda ABD yönetiminin Taliban ile AFGANİSTAN’dan petrol ve gaz boru hattı geçirmek için yaptığı pazarlık girişimleri sonuç­lanmadı. O yıllarda Unocol adlı petrol şirketi AFGANİSTAN’a yerleşmiş ve Hamit KARZAİ şirket danışmanlığına getirilmiştir.12 (Burada ABD Morrison şirketiyle Süleyman DEMİREL işbirliği hatırlanmalıdır.) UNOCAL şirketi­nin bir diğer danışmanı ABD saldırganlığının bir numaralı temsilcisi dün­ya emekçi halklarının amansız düşmanı, ABD Derin Devleti’nin etkin üyesi ve Siyonist Henry KİSSİNGER’in AFGANİSTAN’a müdahalenin öncülü­ğünü yapması anlamlıdır. Yine aynı tarihlerde bir başka ABD petrol şirke­ti ÇİN’e uzanmış ve bu yapılanma içinde George W. BUSH’un güvenlik Da­nışmanı Conderes RİCE’ın yer alması sizce bir rastlantı mıdır?

6) Afgan işgalinden yaklaşık dört yıl önce bir ABD paraşüt tugayının 19 saat durmaksızın uçup KAZAKİSTAN’ın ÇİMKENT bölgesine inmesi tatbi­katı yöneten Orgeneral John SHEEHAN’ın;

“Eğer buralarda bir kriz çıkacak olursa ve ABD’nin yardımını isterseniz yanınızda olup sizinle savaşaca­ğız”13

demesi, ABD’nin bölgedeki petrol ve gaz yataklarına egemen ol­mak politikası ve AFGANİSTAN’ı işgal provası diye nitelersek yanılmış ol­mayız.

Örnekleri sayısız şekilde çoğaltabiliriz. Ancak burada noktalayalım. ABD Derin Devleti’ni tüm boyutlarıyla algılamadan 11 EYLÜL Baskınına ve bu olayı bahane ederek AFGANİSTAN ve öteki çıkar alanlarına müdahale etmesine doğru tanılar konulabileceğini sanmıyorum. ABD emperyaliz­minin gündemini, Derin Devlet’in Siyonist ve Masonik bir yapılanmanın işleyişi içinde görebiliriz. Bu yapılanma 1833’lü yıllara kadar inen gizli örgütlerden ve onların üyelerinden oluşmaktadır. Bu üyelerin büyük bir çoğunluğu Çok Uluslu Şirketlerin sahip ve yöneticilerinden oluşmaktadır. ABD Derin Devleti ve o’nun çıkarlarına göre dünyanın şekillenmesi Kü­reselleşme, “Yeni Dünya Düzeni”, v.b. gibi söylemlerle Dünya Kamuoyuna yutturuluyor. Çoğunluğu bir “Çuş” yöneticilerinden oluşan BUSH kabinesi kendi ulusal çıkarlarını öne çıkaran devletleri “Rouge State”14 diye tanımlayıp çeşitli yöntemlerle sindirme politikası gütmektedir.

Görünen ABD devleti, görünmeyen devletin “Derin Devlet” taşeronlu­ğunu yapmakta, zaman zaman da bu iki güç arasındaki çatışma, başkanla­rın öldürülmesi, seçim hilesi ve 11 EYLÜL Baskını gibi olaylarla sonuçlanabilmektedir.

Baba BUSH’un Kuzey-Güney söylemine dönersek, ABD gizli örgüt yapılanmasını biraz daha somuta alabiliriz diye düşünüyorum. 1833’lü yıl­larda “Skulls and Bonnes Society” ve 1870’li yıllarda “İllimunati” adıyla çok gizli ve çok seçilmiş kimselerden oluşan Siyonist ve Masonik örgüt­lenme ağı 1921 yılında Rockefeller ailesinin girişimiyle “Commission on Foreign Relation” (CFR)=(Dış İlişkiler Komisyonu) adlı gizli yapılanma Kuzey Amerika’da kapitalist enternasyonalizmin gerçekleşmesi için ku­rulmuş ve bu yapılanma 1954 yılında AVRUPA’ya taşınarak “Bilderberg”15 örgütü kurulmuştur (Bizim küresel seçkinlerimiz de bu örgüte üye yapıl­mıştır.). Aynı yapılanma 1971 yılında JAPONYA’ya taşınmış ve Trilateral Commission=TC (Üçlü komisyon) kurulmuştur.

Vurgulayıp yinelemek istiyorum ki, ABD istihbarat örgütlerini de de­netime alan bu örgütlenme Siyonist ve Masonik karakterde olup masonluk ilkeleri temelinde aşağıya doğru (Rotary, Rotaract, Lions, Dinner, Propeller, vb…) yaygınlaştırmış, uluslararası kapitalizmin hem coğrafyasını hem de işbirlikçileri oluşturulmuştur.

O halde, ABD+AVRUPA+JAPONYA’dan oluşan kuzey yarım küresi ülkelerinin örgütsel bir biçimde kapitalist en­ternasyonalin denetimine girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu coğrafyada­ki uluslar G-8’ler adıyla örgütlenmiş ABD önderliğinde, ABD çıkarları ön planda olmak koşulu ile16 kapitalist-emperyalist sömürüde anlaşmışlar ve kapitalizmi Trilateralizm’e dönüştürmüşlerdir. Aralarında zaman zaman yaşanan çelişki ve sürtüşmeler görülse de özdeki yapılanma açıkladığım biçimdedir.

1833’lü yıllarda kurulan “Skulls and Bonnes Society” adlı örgüt şu an­da en etkin bir konumda bulunmaktadır. Şöyle ki, Baba ve oğul BUSH, Siyonist ve Masonik örgütler ağının, bu en tehlikeli gizli örgütün üyesidir. Örgütün mabedinde taş duvar üzerinde en azından iki metre yükseklikte “WAR” (savaş) yazmaktadır. “Şahinler” kelimesi bu açıklama karşısında an­lam kazandığını düşünüyorum. ABD hegemonyası savaşla beslenip bir yandan ekonomik güçlüklerini aşarken, diğer yandan da Trilateral coğraf­ya dışında kalan tüm bölgeleri, özellikle de İslâm’ı denetim altına alıp em­peryalist sömürüye süreklilik kazandırmaya çalışmaktadır. Çünkü Kuzey’in yaşaması için gerekli olan, başta petrol olmak üzere hammadde kaynaklarının büyük bir çoğunluğu Güney coğrafyasında bulunmaktadır.

Bin LADİN bahanesiyle ABD’nin AFGANİSTAN’a müdahalesinin önceden planlandığını kısaca açıklamış bulunuyorum; ABD, gelecekte en büyük rakip olarak gördüğü ÇİN’i denetim altına almak, İRAN’ın uysallaştırılması, uyuşturucu rantına egemen olmak için AFGANİSTAN’a el atmış, milyarlar­ca masum insanın göç nedeniyle açlık, sefalet ve hastalıklardan kırılması­na sebep olmuş ve saldırganlığını örtbas etmek için de AFGANİSTAN’a “ha­vadan gıda yardımı” yapıp saldırganlığını maskelemek çabası içine gir­miştir.

Aradan oldukça uzun bir zaman geçmiş olmasına karşın, en azından 30 milyar dolar istihbarat bütçesi olan bir devletin bir kişiyi yakalayamama­sı, ABD yönetiminin aczini göstermektedir.

BUSH’un örgütünden kaynaklanan ve ABD Derin Devleti’nin ve hego­monların istekleri doğrultusunda sürdürülen ABD saldırganlığı,17 dünya­nın pek çok ülkesine ve yöresine el atmış (FİLİPİNLER, YEMEN, SUDAN, GÜRCİSTAN, vb…) ve IRAK’a müdahale etmek suretiyle Yakın Doğu’daki mutlak egemenliğini pekiştirmek istemektedir. Siyonist katil ŞARON’a yol vermesi bu planın bir parçası olduğunu göstermektedir.

MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer KILIÇ’ın Harp Akademileri’ndeki sempozyumda yaptığı açıklamalar, ABD-AB politikalarına “alternatif meselesini medyanın gündemine taşıdı. Hegomonların Yakın Doğu, Uzak Doğu, Avrasya, KAFKASYA, vb. ülke coğrafyalarıyla ilgili “yeniden şekillendirme” projeleriyle nasıl değerlendirilmeli? TÜRKİYE’nin konu­mu, AB karşıtı lobiler, vb. oluşumlar çerçevesindeki gelişmeleri nasıl yorumlamaktasınız?

MGK Gnl Skr. Org. Tuncer KILIÇ’ın açıklamasının MGK Sekreterliği adına mı, şahsı adına mı yapmış olduğu hususu tam netlik kazanmadı. Ko­nu tartışmalıdır. Öyle de olsa söylenenler çeşitli medya kuruluşlarının ba­kış açılan çerçevesinde, herkesin meşrebine göre yorumlandı ve gerçek özünden çarpıtıldı. Oysaki Genelkurmay’ın ve MGK’nın hatta Dışişleri Bakanlığı’nın işlevleri gerçek anlamıyla bilinseydi, kanımca daha gerçek­çi ve donanımlı yorumlar yapılabilinirdi. Böylece konu kamuoyunda tartışmaya açılır, TÜRKİYE’nin çıkarları özgürce tartışılabilinirdi. Anılan ör­gütler, hegomonların gündemi ve çıkarları hakkında bilgi sahibidir. Öy­leyse “ulusal çıkarlar” temelinde çeşitli senaryolara göre plan yapmakla yükümlüdürler. Bu bağlamda her türden olasılık düşünülerek taslak plan­lar hazırlanır. Dünyadaki kuvvet ilişkileri, dengeleri ve devinimler bu tas­lak planların hangisine yakın ise, o plan öne çıkartılarak mevcut somut durumu, somut koşulları içinde gözden geçirilerek yaşama geçirilir. Bey­nini, yüreğini, çıkarım kapitalist enternasyonale, kapitalist-emperyalizme bağlamış, angaje kişilerin, seçeneksiz olmaktan daha başka şansları bu­lunmamaktadır. O nedenle önlerine seçenek sürülünce telaşa kapılmaları doğaldır. Çok yakın tarihimizde ABD’nin yönlendirmesiyle “Bağdat Paktı”, Cento, Seato vb. gibi paktlarla İran ile işbirliği yapmış olan ülkemizin, ko­şullar gerektiğinde, yeniden “ulusal çıkar” gözetilerek, İRAN ya da diğer ül­kelerle yeni seçenekler ekseninde planlar yapmasından daha doğru ne ola­bilir? Org. Sayın KILIÇ’a karşı çıkan çevreler, İRAN’dan doğal gaz alma ko­nusunda neden susuyorlar?

Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’de 3 NİSAN 2002 günü yapmış olduğu açıklamada,18 Org. KILIÇ’ın paralelinde, tek boyutlu uydu politikalar yerine, çok boyutlu ve “ulusal çıkarları” ön planda göze­ten politikalardan yana tavır aldığı görülmüştür.

Bu türden yaşamsal bir konunun tartışmaya açılması, “ulusal çıkar” ile hegomonların çıkarı konusunda bilimsel ve doğru analizlerin yapılmasını da tetiklemiştir. Tartışmanın bu konu üzerindeki demagojilerin ve baskıların aşılmasına katkısı oldu ise yararlı olmuştur diyebiliriz.

“Globalleşme çağı” ve “küreselleşmeye karşı etkin olmaya çabala­yan önemli bir sosyal muhalefet örgütleniyor, dünyada. “Küresel saldı­rıya karşı küresel başkaldırı” söylemleri de sıkça dillendiriliyor. Emper­yalist hegomonların çeşitli “şiddet” öğelerini de bağrında taşıyan bu türden başkaldırılara karşı tavrı nasıl bir ivme gösteriyor? Emperyaliz­me karşı güçlerin tetiklediği bu eylemler nasıl daha tutarlı bir duruma getirilebilinir? Küreselleşme karşıtı eylemlere proje ve program üretebilecek kurumlar nasıl üretilebilinir?

Yaşamın her alanında “etki-tepki” kuralının diyalektik kuralının geçer­li oluşunu biliyoruz. Kapitalist-emperyalist saldırı ve kuşatma varsa, bu olgu, karşıtını da üretip yaratacaktır. Hegomonların pervasız biçimde in­sana ve insanlığa saldırısı, bütün dünyada duyarlı ve devingen birey, ör­güt, grup, çevre, vb. oluşumları “Küreselleşme Karşıtlığı” konusunda bu­luşturup birleştirdi. Bu bağlamda yıllardan bu yana dünyanın her yerinde kapitalist-emperyalist örgütlerin toplantılarında karşıt eylemler sergilendi. Bu süreç devam ediyor. Gerçekleşen eylemler içinde genel kabul görme­yen ve “marjinal grup” olarak nitelenenlerin varlığı eylemden rahatsız olan kapitalist çevreler tarafından eleştirildi. Eylemlerde gerçekleşen “şid­det” olgusunu da aynı çevreler, küreselleşme karşıtları için kullandılar. Ancak, bu yıl Porto Alegre’de, “Dünya Sosyal Forumu”, NEW-YORK’tan “Dünya Ekonomik Forumu” bu belli bir gündem içerisinde karşıt seçe­nekler geliştirdiğini, “Kırmızı Karanfillerin” yeniden açılmaya başladığını görüyoruz.19

Nitekim küreselleşme karşıtlarının eylemleri, küreselleşmecileri de et­kilemiş, onlar da yoksulluk, açlık, çaresizlik ve işsizliğin kol gezdiği Trilateral coğrafyası dışındaki bölge halklarına yapay da olsa yardım için planlar geliştirmeye başlamışlardır. Bunun dışında küreselleşme karşıtla­rının eylemlerinden ürken G-8’ler gelecek toplantılarını ulaşımı tek yola bağlı Kanada’nın kayak kenti olan CALGARY’ye almak gereksinimini duy­muşlardır.20

Aslında AFGANİSTAN müdahalesinden bu yana ulusların her kesiminden örgütler ve bireyler tüm dünyada savaş karşıtı bir tavır sergilemişlerdir. Bu güçler artı küreselleşme karşıtları artı kapitalist enternasyonalin dışla­dığı tüm ülkeler tutarlı bir proje, örgütlülük ve önderlik içerisinde bir ara­ya gelebilirse, doğru eylem biçimleri ve hedefler saptayabilirse, daha şim­diden ABD hegemonyasının karşısında azımsanamayacak kadar bir güç oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu olgu, geliştirilip güçlü kılınmaya aday bir süreci ifade ediyor.

— Soru: Bu çerçevede Türk Solu hakkındaki görüşleriniz?

Genelde “Dünya Solu” hakkındaki görüşleriniz nedir diye sorsaydınız belki daha yerinde olurdu. Dünya Solu ile Türk Solu birlikte incelenmeli­dir. Sorular ve sorunların birbirleriyle ilgisi var çünkü.

ABD’nin “Soğuk Savaş” dedikleri bir döneminde tüm dünyaya ihraç ettiği ‘antikomünizm’ histerisiydi. “Anti-komünizm” histeri ve ideolojisi­nin örgütlenmesi için, araç, gereç ve finansman da sağlıyordu. Bu bağlam­da çeşitli örgütlenmeler, işbirlikçiler satın alıp “ortak düşmanlara karşı or­tak mücadele” sloganlarıyla yandaşlarını yaygınlaştırdı. Bu cümleden ola­rak ülkemizde de “Komünizmle Mücadele Dernekleri” çatısı altında baş­latılan örgütlenme, daha sonra Masonik ve mason üstü ve premasonik ör­gütlerin de katkılarıyla “sermaye+din+şoven milliyetçilik” temelinde örgüt­lendi. Bu türden oluşumlar sonucunda antikomünizm’den rant sağlayan, üçkağıtçı, madrabaz, sahtekâr, çıkarcı, işbirlikçi sermaye birikimi, tekel­leşme sürecine girdi. Siyasal ekonomik krizler ortamına giren bu türedi sermaye, faşist “ara rejim”leri çağırmak ve Solu birbirine düşürüp parça­lamak için akıl almaz kışkırtma ve provokasyonlara girişti. Amerikancı darbeleri tezgâhladılar, bu sayede. Sovyetler Birliği deneyiminin çözülüp dağılmasıyla birlikte “amacına” ulaşan ABD ve onun işbirlikçileri ve yer­li ortaklan tavır değiştirerek bugün de sol’un gelişip güçlenmesi ve bü­tünleşmesini engellemek için yoğun bir çaba içindeler.

6 ARALIK 1990 günü Mülkiyeliler Birliği lokalinde vermiş olduğum Konferansta da21 sorulan bir soruyu şu şekilde yanıtladığımı anımsıyo­rum;

“Bütün siyasî partilerde ajanlar bulunmaktadır, Sol partilere sızmış ajanların görevi örgütü parçalamaktır. Sağ partilerdeki ajanların görevi de bütünleştirmektir. Somut olgu bu örneğe ne kadar uyuyorsa, o ajanların, o derecede başarılı olduğunu söyleyebiliriz”.

Bu anlayışla bugün Sosyalist ve Devrimci Sol’da, “sosyal demokrat” sol’da birçok partinin bulunması ve bu partilerin seçimlerde ve etkinlik­lerinde yeterli oy ve destek alamayışı, ülkemizde sol’daki bütünlük özle­mini gündemde tutmaktadır. STK’ların örgütsel dağınıklığa katkısının tam anlamıyla tartışılmış olduğunu sanmıyorum.

Aslında küreselleşme Trilateral coğrafya dışında kalan tüm ülkelerde hegomonların bu pis tezgâhı daha çirkin görüntülerle kendini açıkça gös­termektedir. Uluslararası tefeci örgütlerle borç tuzağı içine alınan, ekonomisi, politikası, sanatı, kültürü ve her türden ilişkisi denetim altına giren bir ülkede, siyasal-ekonomik kriz gayrimemnun sınıf ve emekçi halk kat­manlarını her geçen gün çığ gibi büyütmektedir. Kapitalist-enternasyonalin baskı, sömürü (artı-değer sömürüsü) altında ezilen bu güçler, ancak ka­pitalizm karşıtı bir ideoloji içinde tutarlı bir örgüt yapılanmayla, kendi çı­karlarını savunabilir. Taleplerini dile getirip ihtiyaçlarının karşılanması mücadelesinde etkili olabilirler. Küreselleşme, Sol’un “iğdiş” edilmesi, sendikaların işlevsiz kılınması, işçi sınıfının politika dışında tutulup politikasızlaştırılması demektir. Küreselleşme, emeğin ve emekçinin düşma­nıdır. O nedenle kapitalizmi gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerde işsizlik, yoksulluk had safhadadır. Güney’in işgücü yok pahasına çokuluslu şir­ketlere peşkeş çekilmektedir. Tarım kesiminin dolayısıyla küçük üretici köylünün, yoksul köylülüğün açlığa ve sefalete sürüklendiğini “yetkili ağızlar” da itiraf etmektedir. Sabit gelirliler küresel sömürü ve çıkarlar uğ­runa daha da yoksullaşmaktadır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama gereksiz. Toplum yaşamıyla öğreniyor… Hayat öğretiyor…

Kapitalist enternasyonalin bu çirkin tablosundan “çıkış yolunu” mutla­ka bulmak durumundayız. Dünya, bölge ve ülke bağlamında sol’un, geç­miş deneyimlerin ışığında kendini yeniden üreterek görevini yapacağını umut etmek durumundayız.

Sol, doğası gereği bilimsel yöntemle konumunu gözden geçirmek ve yeniden bir çekim alanı yaratmak zorundadır.

27 MAYIS 1960’dan bu yana TSK’da ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci kimlik-kişilik taşıyan pek çok değerli insanımız tasfiye edildi, sizin niteliklerinize sahip çok sayıdaki insanın TSK’da çıkmış olmasını nasıl yorumlamalıyız?

27 MAYIS Harekâtı, bir anlamda adı “demokrat” olmasına karşın, de­mokrasi dışındaki tüm davranışları sergileyen, kendi yasasını ve Anayasa­sını tanımayan, hak ve hukuk kavramlarının hiçe sayan, ünlü deyimiyle “meşruiyetini kaybetmiş” ve “küçük Amerika” olma sevdasıyla, sayısız iki­li antlaşmalarla ülke çıkarlarını ABD çıkarlarına yeğ tutmuş, emperyaliz­min uydusu, ülkeyi her alanda avanta ve yağmaya açmış sunmuş bir ikti­dara karşı yapıldığı için, o dönemdeki koşullara göre “devrimci bir hare­kâttı” diyebiliriz. Bir devrim harekâtı başladığı andan itibaren karşıdevrim de harekete geçer. Bu bağlamda 27 MAYIS, daha sonra TSK’da çeşitli de­vinimler oldu. Devrimci askerler, genellikle kişisel çıkar düşünmeksizin ‘ülke çıkarı’nı ön plana alan, Mustafa Kemal’in ‘tam bağımsızlık’ ilkesin­den yana, anti-emperyalist ve anti-kapitalist olarak kendilerini tanımlayan kişiler ve kadrolar Ordu’dan tasfiye edildi. Bu arada 27 MAYIS sonrası sa­yıları 5–6 bini bulan subayın tasfiyesini açıklama durumundayım. O tasfi­ye bir anlamda 2. Dünya Savaşı döneminde şişen üst subay kadrosunun hafifletilmesi amacıyla yapılmıştır. Ancak, daha sonra iktidara gelen AP, EMİNSU (Emekli İnkılap Subayları) diye tanımlanan bu kişilere sahip çık­mış ve onlar lehine, özellikle Süleyman DEMİREL’in başbakanlığı döne­minde 42 sayılı yasada değişiklikler yaparak kendi saflarına kazandırma­ya çalışmıştır, adı geçen emekli subayları. Somut bir örnek vermek gere­kirse, 42 sayılı kanuna göre aynı durumdaki Kurmay Yarbay rütbesiyle idare tarafından resen emekliye sevk edilen ben, benden 4 sene daha az kı­demsiz binbaşı rütbesindeki bir EMİNSU’dan daha az maaş almaktayım. Çünkü anılan yasa ile binbaşıların maaşı Albaylığa çıkarılmıştır. Karşıdevrimci iktidarlar Devrimci Subaylara karşı, sınıfsal ve ideolojik aidiyet­lerine uygun düşen kinlerini mevcut yasa ve anayasaların “eşitlik” ilkesini göz ardı ederek, yasa tekniğini hiçe sayarak Devrimci Subaylara karşı bu derece küçük ayak oyunlarına tenezzül dahi etmişlerdir.

1965 Ti yıllarda adından çok sıkça söz edilen “Dicson Raporu” diye bir belgeden söz edilir. Bir ABD albayı olan bu kişi tasfiye edilmesi gereken kişileri listelemiş ve zaman içinde bu kişilerin kadroların karşıdevrim sü­reci içinde TSK ile ve bağlı bulundukları kurumla ilişkileri kesilmiştir.

Philipe AGEE adlı bir CIA ajanının “CIA Günlüğü” adlı bir yapıtı bulunmaktadır.22 Bu kitapta ClA’nın her ülkede ABD emperyalizmi karşıtı, “ulusal çıkarları” gözetenlerin “LYNX” diye listelerini tuttuğunu, darbe, sı­kıyönetim, olağanüstü hal gibi durumlar bahane edilerek tasfiye edildik­lerini açıklamaktadır. Mc CARTHYİZM döneminde daha da ileri gidilmiş, ENDONEZYA’da 5000 kişi komünist diye katledilmiştir.

Ben de, bütün yapıtlarımda, yaşadığım ve tanığı olduğum bu türden olay, olgu ve belgeleri ayrıntılarıyla açıklamış bulunuyorum. 1972 TEM­MUZ ayında “Ziverbey (Zihni Paşa) İşkence Köşkünde”, beni sorguya alan daha sonra PENTAGON’a bağlı olduğu açıklanan “Ergenekon Örgütü”23 üyesi işkenceci­lerin ilk sorusu, 1959 yılında İSKENDERUN’da, Saray lokantasının önün­den geçerken, “Bir gün de biz burada yemek yiyeceğiz” derken “ne demek istemiştin?” Demek ki, taa o zamandan beri beni izlemeye alan gizli güç ve örgütlerin, bu ifadeyi kullanmam yüzünden “Komünist” olduğuma hük­mederek beni fişlemiş olduklarını algıladım. TSK’ya mensup bir binbaşı­nın (o tarihlerde Kurmay Binbaşı idim.) bir kasaba lokantasında yemek yiyecek kadar bir ekonomik gücünün bulunmaması gerçekte yönetsel bir ayıptı. TÜRKİYE’nin siyasal ekonomisini bundan da çıkarabiliriz. DP iktida­rının başbakanı Adnan MENDERES Genelkurmay başkanlarını kendine bağlamış, alt kademelerindekilerini dışlayıcı bir tavrı benimsemişti. Hatta bir tevehhür kızgınlık anında “ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim…” diyerek, bir anlamda, 27 MAYIS’ın da gerekçelerinden birisini oluşturduğunun ayırdına vardığında kendisini “Yassı ada” Hapishanesinde bulmuştu…

— Soru: Bilimsel doğrulan, hayatın ve mücadelenin doğruladığı değerlendir­meleri kaleme alıp, bu yolda ödünsüz bir mücadele verenlerin bağımsız­lıklarını koruyarak yararlı olmasının önünde ne gibi engeller var? Ne­den mevcut siyasî eğilimlere angaje olmadığınızı soranlar da eksik de­ğil. Bu konuyu biraz açar mısınız? Emperyalizmi ve gündemini açığa vurmak için 40 yıldır inat ve ısrarla çaba gösteriyorsunuz, kitap ve ma­kaleler yazıyor, panel, açık oturum ve çeşitli konferanslara konuk edili­yorsunuz. Bu konular üzerinde yaptığınız saptama, yorum ve analizler çoğunlukla sosyal pratikte doğrulandı. Farklı eğilimlerden insanlar si­zin kitaplarınızı özenle okuyor, bilinç birikimine göre sonuçlar çıkarıyor ve sizi toplantılarına davet ediyorlar. Bazı kesimler de sizinle tanışmak tartışmak istiyor. Bu türden yönelişler karşısında nasıl bir değerlendir­me yapacaksınız?

Talat TURHAN: 27 MAYIS 1960’tan 28 ŞUBAT 1997’ye “Devrimci Bir Kurmay Subay’ın Etkinlikleri” isimli kitabımda ve öteki yapıtlarımda bu konuya ilişkin pek çok örnek vardır, burada yinelemek istemiyorum.

Başımdan çeşitli olaylar geçti. Niteliksiz, çapsız kişi ve örgütlerin çe­şitli provokasyonlarından “tuzaklarından” buralara geldim. Hapis, işsizlik, işkencenin daniskasını gördüm ve yaşadım. Yaşamım boyunca izlendim. Kapitalist Emperyalizmin bin bir tuzağından korunarak işlevsel olmak ge­rekiyor. Üç yıl süreyle 6 polisin beni izlediğine KUZGUNCUK’lular tanıktır. Baba evine gelişim, arşiv çalışmalarına başlayışım, “Bomba Davası–1 ve Bomba Davası–2” kitaplarımın yayınlanışı, çeşitli gazete ve dergilerdeki makalelerim, Sı­kıyönetim Mahkemelerindeki sistemi ve faşizmi sorgulayan tavrım ki bu tarihi belgeler henüz tümüyle yayınlanamadı. Buna gücüm yetmedi. Bu malzemeleri gün ışığına çıkaracak yayınevleri de çıkmadı. Beni var eden sürecin getirdikleriyle, böyle bir hayatı yaşamış kimlik ve kişiliğimle, bu koşullarda mevcut hangi örgüte girersem gireyim, oraya zarar vereceğimi düşündüm ve mevcut örgütlerin dışında “örgütsüz” olmayı yeğledim.

Bağımsız bir tavır sergilemiş olmamın bence geçerli nedenleri vardır.

27 MAYIS, o günkü koşulları içinde devrimci bir harekâttı. 27 MAYIS sonrasındaki karşıdevrimci sürece bir tepki olarak, TSK’daki örgütlen­melere bir anlamda kendi ideolojim doğrultusunda yönlendirmek amacıy­la katıldım.

“Bu süreç, 9 MART 1971 ile noktalansaydı, TÜRKİYE’de Dev­rimci kesimin çoğunun onaylayacağı ve önünü açacağı bir başlangıç olur”

diye düşünüyordum.

O günkü sınırlı bilgilerimiz ve donanımlarımızla… TÜRKİYE’de Devrimci birey, grup, çevre, örgüt, vb. oluşumların tamamın­dan haberliydim. Onlar da 9 MART’tan haberliydi. Geniş kitleler mevcut sistemden yana olmayan eylem ve hareketlilikle bir değişim dönüşüm bekliyordu. “Devrim” düşüncesiyle donanmış kadrolarda ise gereken kit­le bağı yoktu. 9 MART bu kitle desteğini alamadı ve 12 MART olarak ABD emperyalizmi patentiyle ülkemiz üzerine bir kâbus gibi çöktü.

Savunmamda bu sürecin değerlendirilmesiyle eleştirisini yapıyorum.24 Kişisel ve örgütsel açıdan üzerime düşen hesabımı da tarih önünde açıkça veriyorum. Özet olarak, Sol literatürde ideolojik sınıfsal karakteri tanım­lanan küçük burjuva unsurların ne denli alçağın alçağı, kalleşin kalleşi, döneğin döneği olduğunu söylüyorum. Tüm yaşamımda bu gözlem ve yar­gımın doğrulandığını ifade ediyorum. Nitekim 12 MART darbesinin bütün hesabı, “Bomba Davası”yla baş sanık olarak benden sorulmuş, sanık ilan edilen zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Faruk GÜRLER, Hava K. K. Org. Muhsin BATUR, Donanma K. Ora. Kemal KAY açan ve daha yüzlerce Subay benimle aynı ilişki içinde gösterilmesine karşın, iki yıl cezaevi süresince hiçbiri benim ve çoluk çocuğumun ne yiyip içtiğini sormadı.

Öylesine ki, yattığım SELİMİYE Askerî Ceza ve Tutukevinde görevli ve yetkili subaylardan biri, benimle birlikte örgütsel ilişki içinde olmasına karşın, içerde kaldığım sürece, bana yönelik bütün kirli iş ve tertiplerde ve provokasyonlarda rol alabilmiştir.

Yineliyorum: “Devrimci mücadelede kararlılık gösteremeyen küçük-burjuvazi alçağın alçağı, kaypağın kaypağıdır”…

Kuşkusuz bu kanım yalnızca 12 MART sürecinde oluşmadı. 1963 yılın­da “Genç Kemalistler Ordusu” Davasında da 3,5 yıl yargılanırken de bu türden insanlarla olan ilişkideki güvenimi yitirmiştim. Bunun dışında kimliğim kişiliğim ve karakterim gereği donanımlı ve mükemmeliyetçiliği benimsemiş biriyim.

Bu durumda, bu türden kimliğimle ne yapabilirdim? Okuyarak, daha da bilinçlenerek, hayatın bana öğrettiği deneyimlerimi hiç bir karşılık gö­zetmeden kamuoyuna aktarmak, bu deneyimleri eleştirel katkılarla zen­ginleştirmek, paylaşmak, vb. misyonunu benimsemeyi uygun buldum. Yapmaya çalıştıklarım birer Devrimci İş’tir. Bu doğrultuda büyük bir öz­veri ve çalışkanlıkla kişisel arşivimi oluşturdum. Devrimci amacı olanla­rın tamamına arşivim açıktır. Çalışmalarımı sürdürüyorum.

Emekli olduktan sonra 1980 yılına kadar gerek devletten, gerekse özel sektörden sayısız iş teklifi aldım. Eğer bu tekliflerden birini kabul etmiş olsaydım, bugün, bu kokuşmuş düzenin pisliğine bulaşmış olacaktım. Ayrıca, anılan işleri yapamayacaktım. Bağımsız bir tavır sergilemenin ne­denini böylece, kısaca açıklamış oluyorum.

Bir örnek vermek istiyorum;

“Yakınım olan bir iş adamı 1968’li yıllar­da, bana o zamanki parayla, karşılıksız 10 milyon TL. vermek istediğini, bu parayla bir iş kurmamı ve desteğini sürdüreceğini ifade etti”  ve bir şart koştu:

          “Yalnız bundan sonra yazı yazmayacaksın! Demeç vermeyecek­sin!..” Kendisini yanıtlarken,

“sizin aklınız bu kadarına yetmez, sizi kim konuşturuyor, bana açıklayın!” dediğimde susmuştu.

Bu kişinin arkasın­daki adam, bugün kapitalist enternasyonalin TÜRKİYE’deki en büyük işbir­likçisi bir holding patronudur. Daha anlatmak istemediğim tuzaklardan geçerek bağımsızlığımı ve ideolojimi kıskançlıkla korudum. Kapitalizme ve sisteme bağımlı olanların faydalı olma imkân ve şansı olamaz. Bana çeşitli çevreler akıl almaz ideolojik yakıştırmalar yapıyor. Yaptığım işler tartışılmıyor. Kimisi “cuntacı”, “darbeci”, kimisi “faşist-MHP’li”, kimisi “komünist”, kimisi “MİT’çi” vb. sıfatlan yakıştırıyor. Bu türden spekülasyonlar ve dedikodu çıkaranlar şerefsiz müfterilerdir. Onları muhatap al­mak bana yakışmaz. Ne olduğumu, devrimci kimlik ve kişiliğimi merak edenler, bilimsel ve dürüst bir değerlendirme yapacaklarsa, 20 bin sayfa­yı bulan yapıt ve etkinliklerimi okumak, anlamak ve özümlemek zahme­tine katlansınlar ve böylece değerlendirmelerini ona göre yapsınlar, o za­man bu türden çabalarına, eleştirel katkı ve yargılarına saygı duyarım. Devrimci etkinliklerin spekülasyonla gölgelendiğini tarih yazmıyor.

ABD emperyalizmi başta olmak üzere Yakın Doğu’da çok önemli ge­lişmeler yaşanıyor. ABD, İsrail, TÜRKİYE arasındaki ittifak; Gerici Arap rejimleriyle (SUUDİ ARABİSTAN, KUVEYT, ÜRDÜN, MISIR ve ötekiler…) hegomonların çok yönlü ilişkileri; Arap dünyasında, çoğunlukla emperya­lizmle bağlantılı çapsız önderlikler; Baas (milliyetçi sol) türü sosyal mu­halefetin yaygınlığı; fukara FİLİSTİN halkının ABD-İsrail Siyonizmine karşı destansı savaşı; FKÖ ve önderi Y. ARAFAT’ın donanımsızlığı; İSRA­İL Siyonizminin ‘Toplama Kampları’nda, HİTLER faşizminin Yahudilere yaptığının bin mislini Araplara karşı kullanışı; bu sürece dünya kamuoyunun yoğun tepkisini de beraberinde getirdi.

Organize olmasa da TÜRKİYE’de de ABD-İSRAİL aleyhtarı kitle eylemleri yaygınlaşma istidadı gösteriyor. Hegemonya çıkarları ile hegomonlar arası çelişkiler Yakın Doğu coğrafyasında bazı “yeni” düzenlemelerin de işaretlerini veriyor. TÜRKİYE’de de durum iç açıcı değil. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Koalis­yon Partileri, Muhalefet, TSK, Sendikalar, Dernekler, Meslekî Kuruluş­lar, Polis Teşkilatı, Çeteleşmeler, her kafadan bir ses geliyor. Hakim geri­ci sınıflar ile işçi sınıfı ve ezilen sömürülen insanlarımızın arasındaki uzlaşmaz çelişkileri derinleştirip iktidara yürümeye aday ilerici, demok­rat, sosyalist veya komünist bir anlamlı muhalefetten de yoksunuz. Sağ­lı sol’lu burjuva partileri aktörlerini değiştirecek, öyle anlaşılıyor. Ye­ni yeni siyasi partiler kuruluyor. Kapitalist anarşi giderek boşluğa devriliyor. Kitlesel çıkışlar gündemde. Kitlelerin talep ve ihtiyaçlarına cevap verecek ve kurmaylık edebilecek güvenceler de eksik veya çok zaaflı. İk­tidar baskıcı yönelişlerle nereye gidiyor? Emperyalist kuşatma karşıtını yaratmada bir “rol” de üstlenmiş oluyor. Çok önemli günler yaşanıyor. İlerici insanlık topyekûn kurtuluş için iyimserliğini nasıl korur?

Bazı jeopolitikçiler AVRUPA-ASYA-AFRİKA’dan oluşan kara parçasına “Heartland” diye tanımlıyor. Bu önemli bölgenin jeopolitik açıdan tarih boyunca merkezi, gerek uygarlığın doğuşu, gerek dinlere beşiklik yapma­sı nedeniyle ve daha sonra da “kapitalist uygarlık” tarafından sömürülme­si ve petrol yataklarıyla yeraltı-yerüstü zenginlikleri dolayısıyla, Yakın Doğu “Heartland”ın merkezidir. Bu nedenle, emperyalizm çağında, bütün emperyalist ülkeler, Yakın Doğu’ya egemen olmak istemiştir.

Tek kutba doğru yönelen dünyamızda, tüm bölgeye ABD’nin, egemen olmak için uzun süreçten beri çok yoğun bir çabanın içinde olduğunu gö­rüyoruz. Bu çabayı 20. yy.’in başlarına doğru İngiliz emperyalizmini dev­ralmaya başlayan ABD’nin İSRAİL devleti kurulmasındaki katkılarında da görüyoruz. 1905’li yıllarda İngiliz başbakanı Balfour ile ABD başkanı WİLSON’un girişimleriyle imzalanan “Balflour Deklarasyonu”nu yaşama geçirmek için Dr. Thedor HERTZL’in girişimlere başladığını görüyoruz. Bu girişimlerin yanında 1917 yılında bölgede bir Yahudi Üniversitesi’nin ku­rulduğuna, İbranice dilinin ihya edilme çabasına tanık oluyoruz. Bu üni­versitede yetişen kadrolar, 1948 yılında İSRAİL devletini kurdu. Kurulduğu günden bu yana İsrail devletine ABD’nin bölgedeki “Truva Atı” da diye­biliriz. Bu yakınlığın temel etkeni, ABD Derin Devletini oluşturan gizli Si­yonist ve Masonik örgütlerin ideolojik bakımdan İsrail ile birlikte olması ya da birbirine bağlı olan işbirlikçilerin Siyonist politika üzere çokuluslu şirketlerin “ÇUŞ” ve onların sahiplerinin büyük çoğunluğunun Yahudi kö­kenli olması (İsrail siyonizminin) bu politikaların dünyadaki geçerliliği­ni kılmaktadır.

11 EYLÜL Baskınını bahane ederek bir kalemde dünyayı ikiye ayıran BUSH mantığı “ya bendensin, ya da terörden yanasın”dan, bazı ülkeler kendi etnik sorunlarını halletmek için yararlanırken, İsrail de Tevrat’taki uzun erimli amaçlarına ulaşmak için savaş kurallarını hiçe sayıp, her tür­den kuralsızlığı, ahlaksızlığı ve vicdansızlığı-vahşeti-mubah sayıp başta FİLİSTİN halkı olmak üzere, bölgenin emekçi halklarını şiddet politikasıyla terörize etmektedir. Dünya lideri olduğunu iddia eden ABD liderliği bu vahşete göz yumarak İSRAİL’in tarihsel suçluluğuna ve bu haksız savaşa or­tak olmaktadır. Öylesine ki, Arap Birliği’ni sabote edip kendi işbirlikçisi liderleri toplantıya katmamış, teknolojik oyunlarla, ARAFAT’ın telekonferansını sabote etmiştir. ABD emperyalizminin temel düsturu, “ABD çıkar­ları bir yana, dünya çıkarları öteki yanadır” diyebiliriz. Bu bağlamda ulusal çıkarlarını ön plana çıkaran ülkeleri çeşitli yöntemlerle bağımlı hale getirmek, bölgesel politikalarına yön vermektedir.

Ülkemiz bu anlayışla Arap halklarıyla, hatta İslâm dünyasıyla karşı karşıya getirilmek istenmekte ve bu amaçla TÜRKİYE-İSRAİL-MISIR-ÜRDÜN dörtgeninde yıllardan bu yana politik oyunlara başvurulmaktadır.25

ABD ile yapılan anlaşma gereğince F–16 uçakları ülkemizde üretilmiş, ancak uçağın beyni durumundaki cihaz ABD tarafından İsrail’den alınma­sı önerilmiştir. İSRAİL ile ülkemiz arasındaki teknolojik bir bağımlılığın te­meli atılmıştır. Bu süreci İSRAİL uçaklarının KONYA havaalanından yararlan­ması, ortak tatbikatlar gibi girişimler izlemiştir.

Tanklarımızın modernizasyonu konusu kapsamında da İSRAİL’in iflas etmek üzere olan “IMI” şirketine 1 milyar dolara yakın ihale verilmesi çok “talihsiz” bir döneme rast geldiğinden, kamuoyu tarafından haklı olarak ağır bir eleştiri bombardımanına tutuluyor.26

İSRAİL Siyonizminin işlediği jenosit suçuna karşı27, savaş karşıtı çok kapsamlı bir sosyal muhalefetin varlığını da göz ardı edemeyiz. Tank iha­lesi ardından baş gösteren Siyonist saldırganlık karşısında, dolaylı da olsa TÜRKİYE’nin aktardığı dolarlarla uygulanan şiddet politikasına katkıda bu­lunduğunu düşünenler de haksız sayılmazlar. TÜRKİYE bu yanlışlardan dö­nebilecek mi?

TÜRKİYE’nin ulusal modern ağır sanayi kompleksleri emperyalistler ta­rafından kurdurulmamıştır. Sanayisi emperyalist odaklara bağımlı bir ül­kenin bağımsız bir politika izleyebilmesinin de önü kapalıdır. Tank ihale­si ve sonrası tartışmalar pek çok yaşamsal sorunu gündeme taşımıştır. ABD’nin bölgedeki politikasına uygun düşen bu olgu üzerine ayrıntılı dü­şünülmelidir. Asırlardan beri tarihsel, dinsel, kültürel, ekonomik bakım­dan ilişkide bulunduğumuz ve daha da ilişkide bulunacağımız ABD-AB karşıtı komşu ülkelerle aramız açılarak TÜRKİYE yalnızlığa itilmektedir. ABD-AB-JAPON hegemonyalarının çıkarları uğruna cirit atılan bir bölgede, TÜRKİYE dışlanarak ABD emperyalizminin güdümüne daha fazla itilmek­tedir.

Uluslararası spekülatör, gizli örgüt üyesi, G. SOROS, pek yakın bir tarih­te

“TÜRKİYE’nin en önemli ihraç ürünü ordusudur”

söylemi üzerine ilgili­ler uzun uzun düşünmeli, küreselleşme adına “ulus devlet” düşüncesini yok etme girişimlerini sürdüren ABD’nin, AB’nin niyetlerine doğru tanı­lar koymak durumundadır.28

Kaynakça ve Açıklamalar

1- “Georgetown Üniversitesi’nin CIA için hazırladığı raporda teknolojinin tehdit olaca­ğına dikkat çekildi, kendi silahlarıyla vuruldu, “Cumhuriyet, 14 Eylül 2001.

2- “Hukuk hak getire, Sivil hak ve özgürlükleri çöpe atan ABD, yabancıları ‘gizli kanıt’ usulüyle sınır dışı edecek. Bu insanlara yönelik suçlamayı hiç kimse bilmeyecek.,” Radikal, 11 Aralık 2001.

3- “Pentagon’un çöktüğü an…”, Radikal, 9 Mart 2002.

– y.n.: Olaydan 5 ay sonra basma dağıtılmak gereksinimi duyan ABD yönetimi dünya kamu oyunu inandıramazdı. Buna karşın Medya’da Pentagon’a patlayıcı yüklü bir kamyonla eylem düzenlendiği haberleri yer aldı.

4-a) “Ladin terör üçgeni,” Tolga Şamdan’ın haberi, Milliyet, 22 Kasım 1999.

  1. b) “Ladin’in kanlı bilânçosu”, Milliyet, 26 Ekim 2000.
  2. c) “İslamcı terör korkusu, ABD karşıtı ittifak oluşturuldu,” Cumhuriyet, 4 Şubat 2000.

d)”Terörün yeni üssü Asya, ABD Dışişleri Bakanlığı uluslararası terörizm rapo­ru………..”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2000. Cumhuriyet, 3 Mayıs 2000.

e)”Bin Ladin Ahtapot gibi, Suudi milyarder tarafından yönetilen İslamcı eylem ağı bütün dünyaya yayıldı”, Binyıl, 24 Ağustos 2000.

  1. f) “ABD Dışişleri Bakanı Albright, “Bütün ülkelere müdahale ederiz.” Teoman Alili, Aydınlık, 17 Eylül 2000.

g)”ClA’nın yarattığı canavar, Terörist Bin Ladin’e karşı operasyonun eli kulağında”, Yasemin Çongar’ın haberi, Milliyet, 21 Aralık 2000.

h)”Usame Bin Ladin”, Ruşen Çakır, Milliyet, 1 Ocak 2001.

ı)”Bin Ladin koca kulaktan kaçamadı, “Yasemin Çongar’ın haberi, Milliyet, 16 Şubat 2001.

5- “ABD gemisine Kamikaze”, Milliyet, 13 Ekim 2000.

—Selam durup çarptılar, Bu kez hedef İngiliz elçiliği Milliyet, 14 Ekim 2000.

—İkinci cephe Yemen’de, Radikal, 14 Ekim 2000.

—Yasaklı gerçekler, Mine G. Kırıkkanat, Radikal, 16 Ocak 2002.

6- y.n.: Bush’un yeni tehlikeli İslâm düşmanlığı stratejisi ilk kez tarafımızdan kamu oyu­na açıklanmış: “Şimdi de İslâmi düşman seçtiler.” Zaman, 19 Kasım 1990.

Daha sonra da NATO Başkumandanı Orgeneral John Galvin ayni doğrultuda açıkla­ma yapmıştır.

“Ana tehlike komünizm zayıfladı ancak şimdi yeni tehlikeler var. Bu tehlikelerin ba­şında İslâm köktendinciliği geliyor.”, Zaman, 29 Kasım 1990. ^-

7- y.n. DTM eylemcilerinden Nidel Ayyad “Gelecek sefer çok daha isabetli olacak” diyerek adeta 11 Eylül 2001, DTM baskınını 8 yıl önce haberdar etmiştir, Cumhuriyet, 2 Ekim 2001.

8- Timoty Mc Veigh: “ABD dış politikasından bir sayfa ödünç aldım ve giderek daha düşmanca tavır alan hükümete, bir federal binayı bombalayarak mesaj göndermeye ka­rar verdim.”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2001.

y.n.: Oklahama eylemi, 19 Nisan 1995’te gerçekleşmiş, bombalı saldırı sonucu 168 ki­şi ölmüş, 674 kişi yaralanmıştı.

9- “MOSSAD ABD’yi uyarmıştı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2001.

—Demek ki neymiş?”, Mine G. Kırıkkanat, Radikal, 8 Mart 2002.

10- “Suudi Arabistanlı teröristin tehditleri Washington ve Tel Aviv’i alarma geçirdi., “Bin Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001. “ABD teröre karşı ‘seferberlik baş­lattı’, Radikal, 24 Haziran 2001.

11

  1. a) “Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek yolu”, Ece Temelkuran, Milliyet, 16 Ocak 2002.
  2. b) “Enron, Unocal ve Dünya İşleri,” Ece Temelkuran, Milliyet, 18 Ocak 2002.
  3. c) “Temiz” kapitalizm var mıdır?, Ece Temelkuran, Milliyet, 23 Ocak 2002.
  4. d) “Yeni İpek Yolu Projesi” Ortaklığı Enron ve Unocal, Ece Temelkuran, Milliyet, 25 Ocak 2002.
  5. e) “İstim arkadan gelsin (1)”, Mine G. Kırıkkanat, Radikal, 23 Ocak 2002.
  6. f) “Hegemonya ve petrol (2)”, Mine G. Kırıkkanat, Radikal: 25 Ocak 2002.
  7. g) “İçinden boru hattı geçen savaş”, Enis Berberoğlu, Radikal, 21 Şubat 2002.
  8. h) “Petrol savaşı”, Melih Aşık, Milliyet, 16 Ekim 2001. “Enerji uzmanı Tufan Erdo­ğan, Afganistan’a saldırı petrol ve doğal gaz için”, Özer Çetinkaya’nın söyleşisi, Ay­dınlık, 21 Ekim 2001.

12- Talat Turhan’ın 12 Ekim 1996 günü yaptığı “TÜSİAD’ın girişimleri ve Henry Kissinger’in iç yüzü” konu başlıklı Basın Açıklamasına bakınız: “Mehmet Eymür, Sorun Ya­yınlan, 9. Baskı, Mart 2000, s. 271–300.

13- “Askerler boşuna uğraşmaz”, Murat Yetkin, Radikal, 5 Ekim 2001.

14-  Rouge State, William Blum, Commun Courage Press, 2000.

15-  Ayrıntılı bilgi için bakınız: Çeteleşme, Talat Turhan, Akyüz Yayınevi, 2000.

16- Trilateralizm, The Trilateral Commission and Elite Planingg for World Management Edited by Holly Sklar.

17- Y.n.: ABD, 1987 yılından günümüze kadar 42 ülkeye müdahale etmiştir. Bakınız: “Gü­nün savaşı onlarla”, Mehmet Ali Kışlalı, Radikal, 8 Ocak 2002.

18- ‘Tek seçenek AB değil’, Radikal, 4 Nisan 2002.

19

  1. a) “Porto Alegre’de Kurulan Gelecek”, Türkel Minibaş, Cumhuriyet, 4 Şubat 2002.
  2. b) “Karşıt forumlar”, İzzettin Önder, Cumhuriyet, 5 Şubat 2002.
  3. c) “New York-Porto Allegre-Ali Sirmen, Cumhuriyet, 5 Şubat 2002.
  4. d) “New York ve Porto Allegre, Mümtaz Soysal, Cumhuriyet, 9 Şubat 2002.
  5. e) “Porto Alegre’de neler oldu?”, Cüneyt Akalın, Cumhuriyet, 12 Şubat 2002.

20- “Bir sonraki G–8 dağ başında”, Milliyet, 25 Temmuz 2001.

21- Talat Turhan, Çeteleşme, s. 227–244, Akyüz Yayınları, 1999.

22- “CIA günlüğü”, Philip Agee, E yayınları, Eylül 1975, (2 cilt).

23- “Ergenekon-Devlet içinde Devlet”, Can Dündar, Celal Kazdağlı, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Temmuz 1997.

24- Talat Turhan’ın Bomba Davası’nda Savunması 4. Klasör, s. 1399–1405 (Yayınlanma­dı).

– “Bomba Davası ve İlça dosyası”, Uğur Mumcu, Umag yayınları, 1. Baskı, Ekim 2000. (Y.n.: Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve umag’ın yayınladığı bu yapıtta, 9 Mart’ın ve cuntacılık bataklığının ve küçük burjuvazinin kaypak ve kalleş niteliğini açığa vurup sürecin özeleştirisini yapıyorum.

25- Talat Turhan, “Ortadoğu’da Şeytan Üçgenleri”, 7 Gün Dergisi, 15 Haziran 1977, s. 30-31. Y.n.: Bu araştırma türü dizi yazımı zaman da doğrulamıştır.

26- “İsrail’le Sessiz İmza”, Utku Çakırözer’in haberi, Milliyet 30 Mart 2002.

– “İhalede soru işaretleri,” Murat Gürgen, Radikal, 31 Mart 2002.

– “Savunma Bakanı Tank’ta Topu Attı,” Milliyet, 3 Nisan 2002. Y.n.: Örnekler çoğaltılabilir ama gerekmez. Çünkü gerçekler ortada.

27- “Ecevit: Soykırım yapılıyor, Şeron’un diyalog yerine işgali seçtiğini belirten Başba­kan, ‘ABD hemen devreye girmeli. Filistin halkına soykırım uygulanıyor….”

Y.n.: Ecevit, gördüğü tepki üzerine bu kanısını! tevil etme durumunda kaldı… “Soykı­rım mı dediniz?”, Erdal Güven, Radikal, 5 Nisan, 2002.

28- İsrail’in saldırgan tutumuna TBMM’de Kamuran İnan pek yakın bir tarihte karşı çık­mıştır. İnan seçilmiş bir küreselleşmecidir. Bu konumuyla bir anlamda görevini yap­mıştır. Ayrıntı için: “Çeteleşme” adlı yapıtıma ve de özellikle s. 191 ‘de yer alan liste­ye bakmanızı öneriyorum.

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....