“X örgütü…” / Ertuğrul Kürkçü
“X örgütü…”
Ertuğrul Kürkçü
Türkiye, Kontrgerilla denilen ucubenin farkına ilk kez 12 Mart’ta vardı. Kontrgerilla ile ilk tanışanlarsa, 12 Mart rejimine karşı siyasal faaliyet yürüten grupların 1971–72 kışında gözaltına alınan üyeleriydi. Onlar, Kontrgerilla diye bir kavramı belki de ilk kez gözleri bağlı olarak götürüldükleri sıkıyönetim sorgulama merkezlerinde sorgucuların ağzından duydular. Kimileri askeri, kimileri sivil giyimli, birbirlerine askeri rütbelerle hitap eden adamlar sorguya alınanlara şöyle diyorlardı: “Genelkurmaya bağlı ‘Kontrgerilla’ teşkilatının elindesin! Burada anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevap verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen…”
Öyle de oldu, insanlar, yaptıkları kadar yapmadıkları şeyleri de itirafa direndikleri ölçüde Kontrgerilla’nın gazabından paylarına düşeni aldılar. Ankara, İstanbul, Adana, Diyarbakır, İzmir askeri cezaevleri ayaklarının tabanları falakada patlamış, bedenleri elektrik akımıyla kavrulmuş, tecavüze uğramış, ruhları örselenmiş insanlarla doldu taştı… Ateş düştüğü yeri yakarmış. İşkence kurbanlarının her türlü maddi ve manevi acının pençesinde örselendikleri bu merkezlerde kendilerine Kontrgerilla adını verenleri işkencecilikle özdeşleşmelerinden daha doğal bir şey olamazdı.
Ama bu tutuklulardan biri, Kara Kuvvetleri’nden emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, açık duruşmaya çıktığı ilk günden başlayarak “Kontrgerilla”ya başka bir düzlemden bakılması gerektiğini haykırıyordu: “Kontrgerilla, CIA güdümünde politik bir örgüttür. Doğrudan doğruya Pentagon’dan yönetilen dünya karşı devrim örgütünün Türkiye’deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi’ni 1971’de yakan, 1972’de tersanede gemileri batırıp ateşe veren Kontrgerilla’dır… Bütün bu işleri ‘sol’a yıkmak için düzmece davalar icat edenler onlardır.”
Talat Turhan’ın parmağını ona uzatmasının üzerinden 25 yıl geçtikten sonra Kontrgerilla’‘nın varlığı, onu çevreleyen resmi yalan halesine karşın artık kimse için bir sır değil. Askeri Mahkeme’deki Savunma’sıyla (1972–1974) Kontrgerilla’yı resmi kayıtlara geçirip, belgeleyerek onun bir rivayet olmaktan çıkarılmasını sağlayan ilk kişi olması Talat Turhan’ın tezlerine dikkatle eğilmeyi gerektiriyor.
Turhan’ın tezleri, yayınlandıkları sırada, geçmişte gerçekleşmiş olanların anlaşılması için zihinlerinde nedensel bağıntıların kurulmasına hizmet etmesi bakımından önemliydi. Ancak, post-Susurluk bir okuma, Turhan’ın özelikle 1980 sonrasında ileri sürdüğü varsayım ve çıkarsamaların, aslında kendisinin bile sandığından daha büyük bir kuvvetle gelecekte olacak olanlara da işaret etmiş olduğunu gösteriyor.
Biçim ve İçerik
Talat Turhan’ın yakınlarda Tümzamanlar Yayıncılık tarafından yayımlanmış kitapları (Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla ve Kontrgerilla Cumhuriyeti) bu bağlamda oldukça değerli malzemeyle yüklü. Ancak, her iki kitap ta gerek yazarlık, gerekse yayıncılık açısından okuru büyük zorluklarla karşı karşıya bırakıyor; yazarın ve yayıncının, yayın öncesinde çözmüş olmaları gereken bütün edebi ve editoryal işleri okura yıkıyor.
Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla ve Kontrgerilla Cumhuriyeti, Talat Turhan’ın çeşitli zamanlarda verdiği demeçlerin, konferansların, televizyon ve basın söyleşilerinin, açıkladığı belgelerin, aktardığı metinlerin, şemaların, düşünceleri, tezleri ve kendisi hakkında başkalarınca dile getirilmiş değerlendirmelerin ve Talat Turhan’ın polemiklerinin karışık bir biçimde (büyük bir olasılıkla Turhan’ın öngördüğü biçimde) peş peşe dizilmesinden oluşuyor.
İyi bir editörün elinde işlendiğinde, bu kitapların hammaddesi -Talat Turhan’ın bir asker olarak sahip olduğu enformasyon, çevremizde olup bitenlere profesyonel bir göz’le bakma ayrıcalığının, kurmay mantığı’nın kendisine kazandırdığı öngörü yeteneği ve bugüne bakışını yöneten 25 yıllık fikri takip pekâlâ bütün Susurluk araştırmacıları ve yakın tarihi anlama çabasındaki okurlar için bir temel metodolojik başvuru kaynağı olacak şekilde yeniden yoğrulabilirdi. Ancak, yayınevinin, Talat Turhan’ın yazılarını basıp ciltlemek (Özel Savaş…’in baskısının da çok kötü olduğunu belirtmek gerek) dışında onun bu kitaplarda söylemek istediğinin anlaşılmasına editoryal bir katkıda bulunduğunu söylemek güç.
Metinlerin çoğu kez konuşma çözümlerinden oluşmasından doğan kaçınılmaz savrukluğunun yanı sıra, apansız, belgeler ve ansiklopedik alıntılarla parçalanması; aralarındaki nedensellik emekli kurmay Yarbay Talat Turhan için var olsa da, özellikle genç ve sürece dışarıdan bakan okur için açıklama ve bilgi gerektiren çok sayıda olayın, kişi, kurum ve yer adlarının kimi zaman tek bir paragraf içinde yığılması, yazar Talat Turhan’la okuru arasındaki bağı ister istemez zayıflatıyor.
Örneğin, şu pasaj: “… 5 Haziran 1977 seçimleri öncesinde mahiyeti hala aydınlanamayan olaylara tanık olduk. Kuşkusuz bu olaylar içinde en iğrenç ve en aşağılık olanı Taksim Meydanı’nda Kurulu kanlı tuzaktı. 1 Mayıs 1977’de, orada 34 vatandaşımız yaşamını yitirdi. Bizim istihbaratımıza göre 34 yerine örneğin 300 kişi ölseydi, 1980 darbesi üç yıl önce 1977’de gerçekleşecekti. Ama bu plan sökmedi. Türkiye seçimlere gitti. Bu arada KKK Org. Namık Kemal Ersun emekliye ayrıldı. Nedeni bugüne kadar aydınlanmış değildir. 1980 yılından sonra Sayın Kenan Evren tarafından bu kişinin en çok para getiren bir kuruluşun yönetim kurulu üyeliğine getirilmesi herhalde boşuna değildi.” (Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla, s.63)
Talat Turhan’ın Kasım 1991’de Antalya’da verdiği bir konferansta söylediği bu sözlerde adı geçen Namık Kemal Ersun’un kim olduğu, bu kişinin darbe girişimiyle 1 Mayıs 1977’deki “Kanlı Pazar” arasındaki nedensel bağ, belki de birkaç yüz kişilik özel bir dinleyici kitlesi için yeterince açık olabilir ya da sözlü bir sohbetin avantajlarından yararlanan dinleyiciler, Turhan’a sorular yönelterek aydınlanabilirlerdi. Ama binlerce kişi için kitaplaştırıldığında bütün bu saptamaların bir arka plana yerleştirilmesi, bütün bunlar olup biterken henüz doğmamış olan yeni okur kitlesi için darbe teşebbüsü–1977 seçimleri–12 Eylül darbesi zincirinin ve metinlerde sözü edilen daha onlarca episodun tarihsel ve politik olarak açıklanması gerekmez miydi?
Öte yandan, Talat Turhan’ın uzmanlık alanında rahatça yol almasına yardımcı olan profesyonel yaklaşımı, kendi alanı dışına çıktığında, kendisine ihanet edebiliyor, yapıtının yer yer deformasyon’a uğramasına da yol açabiliyor.
Örneğin, şu bölüm: “ABD’nin bir yandan demokrasi insan hakları şampiyonluğa yaparken, diğer yandan Herbert Marcuse’ye 1968’de geniş olanaklar sağlayarak Marksizmi sulandırmak ve bireysel terörizmi kutsamak gibi bir tutumu benimsemesinin nedenleri üzerinde de durulmuş değildir. Kaldı ki Herbert Marcuse’nin ABD’ye göç etmeden önce ve Almanya’da henüz Naziler iktidar olmadığı bir dönemde, bazı arkadaşlarıyla birlikte Frankfurt Okulu’nu kurup, Marksizmi sulandırma çabalarına girdiği bilinmektedir. Marcuse, Frankfurt Okulu’nu Amerika’ya taşımış ve başlangıçta Amerikan Askeri İstihbaratı adına, daha sonra CIA adına bilimsel çalışmalarını sürdürmüş ve ‘Tek Boyalı Adam’, ‘Marksizm ve İhtilal’ vb. gibi yapıtlarla bireysel terörizmi kutsamıştır” (age, s. 132).
Turhan’ın Marcuse ve Frankfurt Okulu’na özel bir önemle eğilmesinin nedeni, Marcuse’un anarşizm ve terörizm’i ihya ederek, “anti-komünist iktidarlar ve onların sözcülerinin) Marksizm-Leninizm ile terörizmi eş anlamlı tut(malarına) ve psikolojik savaşı bu anlayışla yürüt(melerine)” hizmet ettiği inancı (age, s. 132).
Turhan şu yargıya varıyor: “Bu CIA’nın büyük bir oyunu ve saptırması olup, düzene karşı olan dinamik gençlerin saptanılıp pasifize edilmesi için kullanılmıştır. ABD, dünya gençlerine tuzak kurmuştur.” Ve kendi cevabını ima eden şu soruyla devam ediyor: “Acaba bu tuzağa ülkemizde 1971 öncesi başlayan ve şehir ve kır gerillası yöntemlerini benimseyen gençler düşürülmüş müdür?” (age., s.133).
İyi bir editörün herhalde Marksizm tarihçiliği ve kültür sosyologluğu iddiasında bulunmadığını varsayabileceğimiz Talat Turhan’ı, tarihsel ve mantıksal tutarlılık açısından, Marcuse’un içindeki eğilimlerden yalnızca birini temsil ettiği Frankfurt Okulu’ndan, CIA’ya, aradan Türkiye’deki şehir ve kır gerillacılığı’na ve bu hareketlerin Kontrgerilla tarafından manipülasyonu varsayımına böylesine dolaysız sıçranamayacağı, Frankfurt Okulu’nu Marksizmin sulandırılması’yla özdeşleştiren yaklaşımın bizzat kendisinin başka Marksist yaklaşımlarca Marksizmi soysuzlaştırmakla suçlandığı konusunda bilgilendirmesi beklenirdi.
Öte yandan, Marcuse’nin biyografisine ilişkin birkaç kısa not, Talat Turhan’ın Marcuse’a atfettiği dünya gençliğinin CIA eliyle bireysel terörizm’e yöneltilmesi saptamasının da sorgulanması gerekebileceğini düşündürüyor.
1933’de Hiter’in iktidara gelmesinden sonra ABD’ye yerleşen Marcuse’nin, 2. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’yla savaşta ABD Kara Kuvvetleri’nde istihbarat analizcisi olarak çalıştığı biliniyor. Marcuse’nin 1951’e kadar CIA’nın atası olan Haberalma Araştırmaları Ofisi’nde yöneticilik yaptığı da biliniyor. Marcuse, bu tarihten sonra üniversiteye dönmüş olsa da bu “entelektüel”in kimliğinde entelijans (istihbaratçılık) izlerinin bulunduğu bir gerçek. Ancak, Turhan’ın indirgemesindeki paradoks bu istihbaratçı düşünür’ün teorisinin özgül yanının bireysel terörizmi savunmakla bir ilgisinin bulunmayışında. Marcuse’yi tartışmanın odağına yerleştiren, “devrimin asıl gücünün proletarya değil, aydınlar, öğrenciler ve lümpen proletarya (ya da dışlanmışlar)” olduğu biçiminde özetleyebileceğimiz teziydi. Ne var ki, Marcuse=kışkırtıcı ajan eşitlemesi açısından asıl ironik olan, 1968’de ayağa kalkan ABD ve Avrupa’daki üniversite öğrencilerinin, ayaklanmalarını, Marcuse’nin kendilerine tarihsel bir rol biçen teorisiyle rasyonalize etme çabalarına istihbaratçı düşünür’ün üniversiteyi koruma -uslu durun!- tavsiyesiyle karşılık vermesi ve daha 1968 bitmeden Marcuse’nin devrimci idoller galerisi’nden çoktan yuhalanarak kovulmuş olmasıydı!
Ayrıca Marcuse külliyatında Marksizm ve İhtilal diye bir esere rastlamadığımızı, buna karşılık Mantık ve Devrim (Reason and Revolution) adlı ilk önemli yapıtını 1941’de, 1968’de çok sözü edilen Tek Boyutlu İnsan’ı (One Dimensional Man) ise 1964’de yayımladığını eklemek gerek. Marcuse’nin fikirleriyle şiddet’in 1968’de Türkiye’deki öğrenci hareketindeki dışsallığı ve bunun CIA tarafından ihraç ve manipülasyon’u tezi arasında bir bağ kurabilmek ise, ABD ve Avrupa’da olabileceğine oranla iyice güç. Mübalağa etmeden konuşulacak olursa, şehir ve kır gerilla’lığının Türkiye’deki simgeleri Mahir Cayan ve Deniz Gezmiş’in düşüncelerinde Marcuse’nin izlerine rastlamanın neredeyse olanaksız olduğuna, öte yandan ajan’lık konusunda kendilerine leke sürülemeyecek pek çok aydın’ın 1968 ve sonrasında silahlı isyan’ın teorizasyonuna hayli emek vermiş olduklarına da değinmek gerek.
Bunlar, eleştirel bir Talat Turhan okuması yaparken ilk elde göze çarpan kimi deformasyon’lar. Konusunu sergilemek açısından çok da gerekli olmayan bütün bu tarihi teknikleştirme zorlamaları, üstelik Talat Turhan’ın yazılarındaki asıl değerli çekirdeğin, uzamanı olduğu alanda kurmay gözüyle yaptığı stratejik saptamaların yalın olarak anlaşılmasını da güçleştiriyor.
“ST 31–15” ve “Susurluk”
Talat Turhan’ın bugün Susurluk dolayımıyla tartıştığımız çeteler konusunun anlaşılması bakımından bir altın anahtar değerindeki yaklaşımının özünü bütün sırrın Özel Harp Dairesi’nde aranması gerektiği konusundaki ısrarı oluşturuyor.
Talat Turhan’a göre, Kontrgerilla’nın temelini ST 31–15 Kara Kuvvetleri Sahra Talimnamesi-Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât oluşturuyor. Bu belge 25 Mayıs 1964 günü Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın verdiği emirle ve Orgeneral Ali Keskiner imzasıyla yürürlüğe sokulan bir talimname. Uzmanı olmayanlar için hiçbir anlam içermeyebilecek bir başlık. Ama uzmanının gözünde bunun anlamı, bir NATO ve ABD operasyonunun silahlı kuvvetlerin derununa yerleşerek, “…adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj” ile “iç düşman” olarak tanımlanan “yurttaşlar”a karşı savaş açması (age., s.45)
Aynı şekilde Talat Turhan’ın açıkladığı bir başka belgeden, 1966’da Dağ Komando ve Okul Komutanlığınca yayımlanan “Komando ve Özel Harp Muhtırası”nın “Psikolojik Hazırlık” bölümünden “özel harp” eğitiminin amacının “tek eri kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşmaya hazırlamak” olduğunu anlıyoruz (age., s.56).
Ancak daha önemlisi, bu operasyon kapsamında anayasa ve yasalara bağlı olmadığı, talimnamesinde açıkça yazılan ‘vatanseverlerden oluşan bir yer altı örgütünün sürekli ve düzenli olarak istihdam edileceğinin daha en baştan kayıt altına alınmış olması (age., s.27).
Bu vatanseverler‘den birinin, Abdullah Çatlı’nın 1970’lerden bu yana kanlı ayak izlerini süren herhangi bir okuryazar yalnızca yukarıdaki talimnameyle yön tayin ederek bile, Susurluk’un gerisindeki büyük operasyonun kaynağını aramaya nereden başlanması gerektiğini kolayca anlayabilir.
Talat Turhan yazı ve söyleşilerinde bir başka noktanın altını çiziyor: Kontrgerilla bir örgüt değil, bugün varlığı resmen inkâr edilen Gladio’nun Türkiye bağlantısının yürüttüğü özel operasyonun adıdır. O yüzden resmen yok varsayılan bu yapıyı “X Örgütü” olarak adlandırıyor.
Laiklik-Anti Laiklik ve Özel Harp
Talat Turhan’ın kitapları, kendisinden henüz bir ihtimal olarak bile söz edilmediği bir dönemde, içinden geçmekte olduğumuz post-modem darbenin koşullarını ve mantığını haber vermiş olması ve bunu Özel Harp’le ilişkilendirmesi bakımından da ayrıca değer kazanıyor.
Talat Turhan, 3 Aralık 1990’da Korgeneral Doğan Beyazıt tarafından verilen bir brifingdeki Özel Harp Dairesi’yle ilgili şu açıklamalarının altını kuvvetle çiziyor: “Bizim ülkemiz sadece komünist istilaya uğrayacak tek bir komşuya sahip olsaydı, o zaman komünist işgale karşı işgal sahasında mücadele verecek bir teşkilat yeterli olabilirdi. Fakat bizim ülkemiz din ihracından tutun… çeşitli tehditlere tabidir. Dolayısıyla Özel Harp Dairesi anti-komünist değildir. Din devrimine karşı da kullanılacaktır” (age., s.70)
Talat Turhan, Gladio’nun bütün NATO ülkelerinde dağıtılmasına karşın Türkiye’de tasfiye edilmeyişini bu yaklaşımla ilişkilendiriyor: “ABD, Körfez Savaşı’nda Türkiye’yi kullanmak ve bölgedeki üs ve tesislerden yararlanmak için bu bölgeyi savaş alam ilan etmişti. İran İslam Devrimi’nden tedirgindi… Gelişen İslam radikalizmine karşı bir İslam ülkesini kullanmak İslam alemi içindeki çelişkileri arttırmak için bulunmaz fırsattı… Laik-Anti Laik çelişkisi ile inananlar inanmayanlar çelişkisini abartmak onların işine gelebilirdi. Böyle bir durumda ülke çapında meydana gelebilecek hoşnutsuzluk ve ayaklanma gibi olaylar olursa ne yapılacaktı? AKKA’da (Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması) onun da çaresi bulundu. Tüm ülke çapında paramiliter güçler yani x örgütü, Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı indirim kapsamı dışında tutuldu.
“Özel Harp Dairesi, Türkiye sathında ‘vatanseverler’in miktarını arttıracak, komünistlerin yerine içte ve dışta Müslüman’ı düşman olarak kabul edecekti (age., s.69,70) Talat Turhan’ın bu yaklaşımını ilk dile getirdiği 1991’den altı yıl sonra, 28 Şubat müdahalesinin ardından yeni Milli Askeri Stratejik Konsept askeri yetkililerce şöyle özetlendi: “Şeriatçılık NATO’nun tehdit değerlendirmesinde birinci sıraya yükseldi, bir NATO müttefiki olarak Türkiye için de iç düşman kapsamındadır.”
Cumhurbaşkanı ve “X Örgütü”
Talat Turhan’ın bir başka önemli saptamasıysa Kontrgerilla Operasyonu’nun cumhurbaşkanlarını da standart olarak görevli kılması. ST 31–15 kontrgerilla faaliyetlerinin cumhurbaşkanının koordinasyonunda yürütülmesini amir, “bugüne kadar hiçbir cumhurbaşkanı merak edip de kendisine görev veren bu asker talimnamelerinin çıkış noktası üzerinde düşündü mü acaba” diye soran Talat Turhan “başbakanların görevlerinin de kontrgerilla faaliyetleri ile ilgili iddiaları duymazlıktan gelmek, araştırmamak, saklamak” olarak özetlenebileceğinin altını çiziyor (Kontrgerilla Cumhuriyeti, s.137).
Elbette Talat Turhan’ın yazı ve incelemelerinde dikkati çeken ve kasıtlı olduğunu varsayabileceğimiz bir boşluk var: 1984’den beri süre giden TSK ile PKK arasındaki olağanüstü kayıplarla ve uluslararası kapsamda süre giden askeri çatışmada kontrgerilla operasyonu’nun nasıl işlediği ve bunun bölgeye ilişkin sonuçları.
Bu eksikliği, konuya ilişkin olarak açık tartışma olanağının bulunmayışıyla mı, yoksa Talat Turhan’ın bir emekli kurmay yarbay olması dolayısıyla bu konuya yaklaşımlarının nesnelliğinin tartışmalı hale ilebileceği kuşkusuyla mı ilişkilendirebileceğimizi henüz bilmiyoruz. Ocak elbette, düşük yoğunluklu çatışmacın Talat Turhan tarafından okunuşunu bilmek konuya ilgi duyanlar aksından mutlaka çok yararlı ve değerli olurdu.
Önümüzdeki aylar ve hatta yıllar boyunca Susurluk, Gladio, Kontrgerilla ve çeteler konusunda yüklü bir edebiyatın oluşacağına kuşku yok Her araştırmacının da bu konudaki muazzam bilgi açığımızı kapatmaya kendi ölçeğinde önemli bir katkı yapabileceğini beklemek hakkımız. Ancak, işe başlarken hepsinin, ellerindeki bilgileri gerçeğin mihengine vurmak ve sağlam bir hareket noktası edinmek açısından pir’leri Talat Turhan in yazılarını dikkatle okumalarında büyük yarar var, yoksa çatışan çeteler in dezenformasyon görevlilerinin papağanı durumuna düşmeleri, örneklerinden de gördüğünüz gibi, hiç de küçük bir ihtimal sayılmaz.