1
Yurtiçi

Antalya Konferansı 23.11.1991

Antalya Konferansı (Kaleiçi Sanatevi) 23 Kasım 1991

Sevgili ANTALYA’lılar, basınımızın değerli üyeleri ve seçkin konuklar, hepinizi saygı ve sevgi ile selamlarken, katılımcı olduğunuz için teşekkürlerimi sunuyorum. Özellikle beni söyleşi yapmak üzere buraya çağıran, Gladio konusu üzerine yeniden eğilmeme neden olan Kaleiçi Sanat evi sorumluları Safai ÖZER ve Hatice BOZTEPE’ye de huzurlarınızda teşekkür etmeyi borç biliyorum. Bilindiği gibi söyleşinin konusu “Gladio’nun TÜRKİYE’ye Yansıması”dır. Aslında, bundan 18 yıl önce bu konu, Kontrgerilla tartışması şeklinde, Ziverbey İşkence Köşkü’yle ilgili olarak TÜRKİYE’nin gündemine tarafımdan sokulmuştu. Başbakanlar, Bakanlar, Parlamenterler, demokratik kitle örgütleri ve basın organları tarafından  konu, o günden bu yana yeni yeni içerikler kazandırılarak tartışılmaktadır. Bütün bu çabalara karşın, alman mesafe bir arpa boyu olarak nitelendirilebilir. Sorunu, bir demokrasi kavgası olarak algıladığım için çabalarımı belirli özveri içinde  sürdürmeye çalışıyorum. Bu anlayışla, söyleşimizin bu salonla sınırlı kalmasını istemiyor, değerli basın mensuplarının katkıları ile sorunun yeniden gündeme getirilmesini istiyorum. Kuşkum yok, sizlerin demokrasi savaşımında beni yalnız bırakmayacağınıza inanıyorum. Konuya açıklık getirmek için, önce teorik kavramlara yer vermek gerektiğine inanıyorum.

Soğuk Savaş

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bloklaşma sonucu, BAKÜ ve Doğu Blokları arasında süregelen gerginlikten doğan bir kavram olup, GORBAÇOV’un “Glastnost ve Perestroika” politikalarının sonucunda, geçen yıl PARİS’te imzalanan AGİK anlaşması ile sona erdirilmiştir. Bu antlaşmaya, 16’sı NATO devleti, 6’sı VARŞOVA Paktı üyesi olmak üzere toplam 34 devlet imza koymuştur. Daha sonra katılanlar da olmuştur. Gerçekte Özel Savaş kavramı Soğuk Savaş’ın ürünüdür. Günümüzde Soğuk Savaş bittiğine göre, bu amaçla kurulmuş örgütlerin dağıtılması ve Özel Savaş yöntemlerinden vazgeçilmesi gerekmektedir. İleride açıklayacağım gibi, ne yazık ki TÜRKİYE’de durum bütünüyle farklıdır. Oysa Gladio olayından sonra NATO ülkelerinin birçoğu bu tür örgütlerini ortadan kaldırmışlardır. Özel Savaş’a ilişkin yayımlanmış yapıt ve dizi yazılanında ayrıntılı bilgiler bulunmasına karşın, çoğunlukla ÖHD’nin (Özel Harp Dairesi’nin) eski başkanlarından Em. Org. Sabri YİRMİBEŞOĞLU’nun görüşlerini yansıtma yolunu tutacağım;

“Nükleer çağda genel ve bölgesel savaşlar çok tehlikeli sonuçlara tırmanacağından, bunun yerine devrim, bağımsızlık, kurtuluş ve sömürüye karşı çıkma sloganları arkasında hedefe ulaşmak üzere yeni bir savaş türü uygulanmaktadır. Bu türe Özel Harp ya da Modern Savaş denilmektedir”.

KHURSHEV, 1961 yılında yaptığı bir konuşmada tüm dünyadaki Kurtuluş Savaşları’na arka çıkmıştı. ABD bu konuşmadan sonra konu üzerine daha da eğilerek karşıt yöntemleri geliştirmeye başlamıştır. Başkan KENNEDY, 1962 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu;  “Bu savaş, gerillaların, yıkıcı unsurların, ayaklananların yaptığı bir savaştır. Çarpışma yerine pusu kurma, tecavüz yerine sızma, düşmanla yüz yüze dövüşme yerine onu yıpratma ve takatten düşürme yolu ile zafere ulaşmak istenen bir savaştır. Bu savaşlar, ekonomik huzursuzluk ve ırk mücadelesinden istifade eder. Yepyeni bir strateji, tamamen farklı bir kuvvet ve dolayısı ile yeni ve bambaşka bir eğitime ihtiyaç vardır”.

KENNEDY’nin Özel Savaş’ı tanımlaması böyledir. O günden bugüne ülkemizdeki Amerikanlılaşmaya koşut yozlaşmanın bu anlayıştan kaynaklandığını düşünüyorum. “Özel Harp, Soğuk Harp’in her şeklinde ve her uygulama alanında Psikolojik Harp ile başlamakta ve yıkıcı faaliyetlerle, teröre dönüşen eylemlerden sonra Gayrinizami Harp şekline dönüşmekte, iç savaşa yol açmakta ve böyle bir felaketi önleme veya bertaraf etme yöntemlerini kapsayan istikrar harekatından oluşmaktadır”.

Yani hedef ülkeyi, ABD Emperyalizminin amacına ulaşması için, ilk önce “teröre dönüşen eylemlerle” istikrarsız hale getireceksiniz (destabilisation) sonra İstikrar Harekatı’nı (stabilisation) gündeme getireceksiniz. Türk halkı bu filmi 12’li darbelerle yaşadı. Darbe öncesinde terörün durdurulmamasının, darbe sonrasında ise hemen kesilmesinin nedeni işte bu stratejiden kaynaklanmaktadır. Onun için DEMİREL’in, 12 EYLÜL darbesi öncesi akan kanların darbe gerekçesi yapıldığı şeklindeki kanısını, birkaç yıl önce yayımlanan yazı ve söyleşilerimde paylaşmıştım. Bir ülkede ayaklanma meydana geldiğinde buna Gayrinizami Harp adı verilmekte ve askeri ve yan askeri örgütlerin katkısı ile yürütülmektedir.

Gerilla Harekatı

“Gayrinizami Harp’in en etkili uygulamasını, kırsal bölgelerde ve günümüzde kentlerde etkin olmaya başlayan, partizan ve çete harekâtı, komitacılık, sivil savaş, küçük savaş deyimleri ile de ifade edilen Gerilla Harekâtı oluşturmaktadır. Günümüz savaş kavramı içinde gerilla savaşı, gerçek ve sözde kurtuluş ve devrim savaşlarında yer almaktadır”.

Mukavemet Harekatı

Bu harekat yeraltı harekatı olarak da isimlendirilmektedir Mukavemet Harekatı çoğunlukla kentlerde, var olan siyasi iktidara veya işgal kuvvetlerine karşı en basit direnişten şiddet kullanmaya kadar bir seri mukavemet faaliyetlerinden oluşmaktadır. Bu savaşın başlıca silahları; “Uluslararası ve ulusların içindeki mücadelede yıkıcı faaliyetler. Örtülü tecavüzler, İnsanın düşünce Güzeyine yerleştirilen psikolojik etkiler, dehşet, suikast, adam kaçırma, öldürme, uçak kaçırma, rehine alma, sabotaj ve kundakçılıktan oluşmaktadır”. Em. Gn. Sabri YİRMİBEŞOĞLU’nun bu çok değerli açıklamalarına nokta koyduktan sonra, Amerikan kaynaklı olan ve FM-31-15 simgesi ile tüm NATO ülkelerinde uygulanan, Türkçeye ST 31-15 olarak tercüme edilen Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’ne bir göz atalım; “Açık ve Sinsi Faaliyetler: Adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş, olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundaklama, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj”.

ABD dolarları ile beslenen bu kişiler, ayrıntılarıyla açıklanan eylemleri yapacak ve yasal statüye tabi olmayacak. Dün komünizme, bugün acaba hangi ideolojiye karşı? Nerede anayasa, yasa, hukuk devleti ve demokrasi? Şimdi isterseniz sorunu biraz daha irdeleyerek geçen yıl, 3 ARALIK 1990 günü yapılan Genelkurmay Başkanlığı Brifingi’nde açıklanan ÖHD’nin (Özel Harp Dairesi’nin) sivil bölümünde yer alan yeraltı bölümünü görelim ve buradan yine ST 31–15 talimnamesine dönerek Yeraltı Örgütü şemasına göz gezdirelim. (1) Örgütün hücre biçiminde çalıştığını algılayıp, yeniden Gn. Sabri YİRMİBEŞOĞLU’nun açıklamalarına dönelim. “Mukavemet teşkilatına mensup unsurlar arasında azami ölçüde gizlilik muhafaza edilmekte ve emniyet mülahazası ile personel birbirini tanımamaktadır. Harekatın başlangıcında teşkilat unsurları meslekleri ile ilgili uğraşları içinde birbiri ile gizli haberleşme teknikleri kullanarak, İstihbarat, Sabotaj, Pasif Mukavemet ve Propaganda konularında görevlerini yerine getirmektedir. Harekatın ileri safhalarında teşkilat unsurları arasında gizlilik kalkmakta ve faaliyetler şiddetlendikçe, daha açık bir mücadele, şehir gerillası harekâtı ile sürdürülmektedir.

Günümüzün düzensiz bir şekilde büyüyen, gelişen sosyal ve ekonomik huzursuzlukları artan büyük şehirleri Mukavemet Harekatına çok elverişli bir ortam hazırlamaktadır”. Açıklamalardan kesinlikle anlaşılacağı gibi, gerçekte örgütlü olan devletlerdir. Yasadışı olarak kurulan paramiliter güçler, her türlü terörist faaliyetleri sürdürmek üzere şehir gerillası şeklinde örgütlenmişlerdir. İstikrar Harekatı’na gelince: “Bu harekât askeri literatürde anayasal hükümetin, etkili bir şekilde çalışabilmesi için başka bir çare kalmadığı hallerde huzur ve nizamı iade ve tesis ederek, idamesini sağlamak maksadı ile silahlı kuvvetlerin meşru hükümete yardımcı olarak yürüttüğü iç güvenlik ve iç durumu iyileştirme harekâtı” olarak tanımlanmaktır. 12’li askeri darbeler, bu harekatın değişik bir yorumlanması sonucu hemen hemen aynı gerekçelerle sahneye konulmuştur.

Psikolojik Harp

“Düşmanın, mahalli halkın, tarafsızların ve dost unsurların; düşünce, duygu, tavır ve davranışlarını, milli amaç ve hedeflerin elde edilmesini destekleyecek şekilde etkilemek üzere, propaganda ve diğer araçların planlı olarak kullanılmasıdır” şeklinde tanımlanmaktadır. (2) “Asıl hedefin insanların beyni olduğu kabul edilmekte ve beyinler etki altına alındıktan sonra, mücadelenin kazanılmasının kolay olacağına inanılmaktadır”. Özetle, Özel Savaş kavramı içinde yer alan Mukavemet Harekatı’nı yürütmek üzere hücre tipi çalışan bir yeraltı örgütü bulunmaktadır. Bu örgütü Türk kamuoyu, Kontrgerilla Örgütü diye adlandırmaktadır. Amaçlı davranan kişiler bazen ÖHD paravanasına sığınarak, bazen de Kontrgerilla deyiminin bir yöntem olduğunu ifade ederek ki gerçekten de öyledir, konuyu saptırmaktadırlar. Faik TÜRÜN ve Turgut SUNALP gibi ünlü Orgenerallerden ilki, böyle bir deyimin ansiklopedilerde dahi bulunmadığını, Talat TURHAN’ın uydurduğunu ifade ederken, diğeri, espri olduğunu ileri sürmektedir. Çünkü ERENKÖY İşkence Köşkü’nden kaynaklanan Kontrgerilla Örgütüyle ilişkilerinin açığa çıkmasından korkmaktadırlar. Oysa gerek Genelkurmay Başkanlığı’nca basılan askeri terimler sözlüğünde, gerek Encyclopedia Americana’da “Kontrgerilla Savaşı”na(3) yer verilmektedir. Biz bu tür kavram kargaşalıklarını önlemek için istihbaratçı, provokatör, tedhişçi ve sabotörlerden oluşan bu yeraltı örgütüne bundan sonra “X Örgütü” diyeceğiz. X örgütünün İTALYA’daki koşutu Gladio’dur. Gladio kılıç anlamına gelen Gladyatör’den türetilmiştir. Bu örgütün hünerleri İTALYA’da ortaya çıktığı zaman istihbaratçılar “Stay behind”, “Süper NATO”, “Paralel NATO” ve benzeri tanımlamalarla CIA’yi maskelemek istediler. Ama daha sonra yapılan açıklamalardan örgütün CIA’nin destek ve denetiminde olduğu ortaya çıktı.

3 Mayıs 1988 günü üç “Carabinieri” İtalyan Jandarması Kuzey SAGROLA yakınlarında PETEANO köyünde, kuşkulandıkları bir araçta arama yapmak için bagajı açtıklarında, arabada meydana gelen patlama sonucu ölmüşlerdi. Bu olaydan sonra, Kuzey İTALYA’da bir dizi operasyon sonunda, kırsal alanlarda toprağa gömülü 127 silah, tahrip kalıbı ve patlayıcı madde deposu ortaya çıkarılmıştı. VENEDİK’li Savcı Felice CASSON, bulunan silah ve patlayıcı madde depolarının İtalyan gizli servisi “Simsi”nin denetiminde olduğunu saptadı. Jandarmaları öldüren üç neo-faşisti ömür boyu hapse mahküm ettirdi. Ancak, bir Generalle bir Yarbayın soruşturmayı saptırmaya çalıştıklarının farkına varınca, tıpkı YUNANİSTAN’da LAMBRAKİS’in öldürülmesi olayında olduğu gibi, İtalya Başbakanı ANDREOTTI gizli servis arşivlerini incelemek için başvuruda bulundu ve başvuru belgesinin bir kopyasını da Parlamento Güvenlik Komisyonu’na gönderdi. OCAK 1990’da yaptığı başvuruya uzun süre yanıt alamayan CASSON, işin peşini bırakmadı. Sonuçta, 20 TEMMUZ 1990’de ANDREOTTI ile görüşerek İtalyan İstihbarat Servisi’nin arşivine girmeyi başardı. Yaptığı araştırma sonucunda Gladio’nun 1956 KASIM ayında İtalyan ve Amerikan gizli servisleri tarafından Sovyetler birliği ve VARŞOVA Paktı’ndan gelecek bir istila olasılığına karşı, bir direniş örgütü çekirdeği oluşturmak için kurulduğunu saptadı. İtalyan Anayasası’na göre uluslararası anlaşmaların meclisler tarafından onaylanması zorunlu olduğu halde, 26 KASIM 1956’da CIA ile Sifar aracılığıyla, üsler ve silah depoları oluşturulması, antikomünist ölçütlerle yüzlerce kişinin Kontrgerilla savaşı için eğitilmesi amacı ile gizli ve yasadışı bir örgüt kuruluyordu.

1956 yılında asker-sivil karışımından oluşan örgütün eğitim kampları ve üsleri SARDUNYA adasında kurulmuştu. Savcı CASSON’un incelemelerinden kuşkulanan Sismi Başkanı, Amiral MARTINI, değişik yollan deneyerek CASSON’un çalışmasını engelliyordu. Bunun üzerine CASSON, Parlamento Terör Komisyonu’na yazdığı bir mektupla Amiral MARUNI’yi şikâyet etti ve çalışmalarını sürdürdü. Köşeye sıkışan ANDREOTTI gizli örgütü açıklamak durumunda kaldı ve böylelikle tüm Avrupa ülkelerini kapsayan Gladio Skandalı patlak verdi.(4) Bu arada savcı CASSON, İTALYA Cumhurbaşkanı COSSIGA’yı da işe bulaşmış gördüğü için, tanık olarak dinlemek üzere soruşturma kapsamına aldı. İTALYA yasalarına göre Cumhurbaşkanlarının sorgulanması mümkün olmasına karşın, COSSIGA ifade vermekten kaçındı. Çünkü yıllardan bu yana Hıristiyan Demokrat Parti, CIA dolarları ile beslenmektedir. Aldo MORO’nun katledilmesine kadar uzanan tertiplerin içinde bulunma olasılığı bulunan kişilerin, söyleyecekleri sözleri bulunmamaktadır kuşkusuz.

İTALYA’da da gerek Gladio gerekse Sisini ve hatta P–2 Mason Locası CIA’den maddi destek görmüş ve CIA ile iç içe çalışmışlardır. Örneğin neo-faşistlerce gerçekleştirilen BOLOGNA istasyonunun bombalanması olayında 80 kişi ölmüştür. Bu olayın soruşturmasını saptırmaya çalışan Sismi Başkan Yardımcısı General MUSUMICI mahkûm olmuştur. CIA görevlisi Richard ERENNEKE, “Lucio GELLI başkanlığındaki P-2 Mason Locası’na, bazen ayda on milyon dolara kadar ulaşan maddi yardım yapıldığını” açıklamıştır. Günümüzde P–2 Locası’nın yasadışı faaliyetleri ortaya çıkmış bulunmaktadır. Örnekleri çoğaltmak olası, ama sanırım durum yeterince aydınlandı. İTALYA’da Gladio olayı dalgalanmaya terk edildi. Bir yıl sonra İTALYA Cumhurbaşkanı Francesco COSSIGA, “son yirmi yılda meydana gelen, suçluları bulunmayan 18 davanın rafa kaldırılmasını” istedi. Savcı CASSON şimdi bazı çevrelerce “Terbiyesiz Savcı” diye adlandırılmaktadır.

Geçen yıl DEMİREL, kontrgerilla tartışmalarının yapıldığı bir dönemde “bu memleketin savcıları ne güne duruyor” diye soruyordu. Sorma sırası şimdi bize geldi. Bu memlekette Felice CASSON gibi bir savcı ne zaman çıkacak? Böyle bir savcı eğer ortaya çıkarsa ona hangi güçler karşı geleceklerdir? Suçlusu bulunmayan olayların failleri ne zaman yakalanacaktır? 20 EKİM 1991 seçimleri, ülkemize ıhman bir demokrasi atmosferi getirmiş bulunmaktadır. Bu ortamın, TÜRKİYE genelinde demokrasinin geleceği adına iyimserlik yarattığı gözlemlenmektedir. Biz bu genel kanıya peşinen angaje olmaksızın, umudumuzu koruyarak seçim öncesi vaatlerin, koalisyon protokolü ve hükümet programında yer alanların gerçekleşmesini bekleyeceğiz. Gerçekte, ülkemizde ve dünyadaki değişimler yeni bir Anayasa yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Bugüne kadar yetkili kişilerin söylediklerine bakılırsa, bir anlamda 1961 Anayasası’na geri dönüleceği gözlemlenmektedir. “Bu Anayasa ile memleket idare edilmez” diyenlerin bu noktaya gelmiş olmalarını kıvançla karşılıyorum. Bunun yanında demokrasi tarihimizde kapkara bir leke olarak gördüğüm 1982 Anayasasının ortadan kaldırılması vaadini de olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum.

1975 HELSINKI Senedi’ndeki yükümlülükler, 1982 Anayasası’na yansıtılmamıştır. Bunun yanında Avrupa Konseyi, AT, İnsan haklarıyla ilgili uluslararası kuruluşların (Amnesty International ve HLSINKI Watch Comittee gibi) baskılan süregelmektedir. En önemlisi AGİK süreci içinde 1990 yılında imza koyduğumuz PARİS Yasası ilkelerinin de Anayasaya yansıması gerekmektedir. Yaşam sürecim içinde 1921 Anayasası dışında tüm anayasaları tanıdım ve anayasa değişikliklerinin tanığı oldum. Ne yazık ki Anayasaların değişmesiyle hiçbir şeyin değişmediğini de gördüm. Ülkemizde tıpkı Gladio örneğinde olduğu gibi, yirmi yıldan bu yana kuşkulu terör eylemleri, sahte ya da gerçek operasyonlar düzenlenmekte, cinayetler işlenmekte ve dökülen kanlar hep yerde kalmaktadır. Bu konudaki kuşkular, legal görünümlü illegal devlet istihbarat ve güvenlik örgütleri üzerinde yoğunlaşmış bulunmaktadır.(5) Geçen yıl KASIM ve ARALIK aylarında Gladio olayının TÜRKİYE’ye yansıması sonucu, Kontrgerilla konusu TBMM gündemine girmiştir. SHP- DYP ve HEP’in girişimleri, ANAP’ın tutumuyla engellenmiş ve Meclis Araştırma Önergesi 1991 ARALIK ayına kalmıştır. Ancak erken seçim sonucunda bu önergeler Kadük hale gelmiştir. Bu nedenle yeni iktidarın gündemine alması gereken yaşamsal ve öncelikli sorun Kontrgerilla konusunda bir Meclis Araştırması’nın yolunu açmaktır. DYP, SHP ve HEP bu konuyu geçen yıl benimsemişlerdir ve bugün bu partiler iktidardadırlar.

ECEVİT, Başbakan olarak 1974 yılında Genelkurmay Başkanı’nın örtülü ödenekten para istemesi üzerine, Özel Harp Dairesi’nin varlığından haberdar olduğunu sürekli yineliyor. Ancak 1973 yılında yayımlanan CHP’nin Akgünlere Seçim Bildirgesi’nde “sıkıyönetim kanadı altında faaliyet gösterdiği anlaşılan Kontrgerilla diye bir örgütün faaliyeti bütün dünyada duyulduğu halde resmi makamlarca üzerinde bile  durulmamıştır” (20) denilmektedir. Yani ECEVİT 1974’te değil 1973 yılı sonbaharında Kontrgerilla örgütünden haberdardır. Çünkü Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yatarken HAZİRAN 1973 yılında Sıkıyönetim Mahkemesi’ne verdiğim dilekçe sonucunda bu husus resmiyete dökülmüş ve o dönemde işkence gören 27 MAYIS Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan ESİN, mahkemede ayağını çıkarınca konu Tabii Senatör Suphi Karaman tarafından ilk kez Parlamentoya getirilmiştir. Kaldı ki, ECEVİT, 26 EYLÜL 1973 günü ORDU ve GİRESUN’da yaptığı konuşmalarda “Kontrgerilla’nın örtüsü kaldırılmalı, karanlık tertiplere girenlerin hiç olmazsa yetkileri ellerinden alınmalı” şeklinde konuşmuştur. Başbakan olunca da “İşkence, Kontrgerilla iddialarını ispat etmek için devlet arşivlerini karıştırmaya gerek yok”, diyerek konuya o günden bu yana yükümlülük altına girmiştir. ECEVİT’in buraya kadar sözünü ettiği örgüt Ziverbey İşkence Köşkü’nden kaynaklanan Kontrgerilla savıdır. ECEVİT bir gazetede geçen yıl yer alan açıklamasında “Bazı terör olaylarında Özel Harp Dairesinin sivil ve gizli uzantısının rol oynadığından kuşkularım var” demektedir. ECEVİT’in açıklamalarının en ilginç yönü, sözünü ettiği terör olayları içinde kişiliğine yönelik suikast girişiminin bulunmasıdır. 29 MAYIS 1977 İZMİR’de meydana gelen olayı Başbakan olarak ortaya çıkaramadığını itiraf eden ECEVİT “bir noktadan sonra izlerin kaybolduğunu” ve “bu olayın kendisinde Özel Harp Dairesini çağrıştırdığını” açıklamaktadır. ECEVİT açıklamasının sonunda “bazı NATO ülkelerinde buna benzer örgütlenmeler bulunduğu artık resmen açıklandığına ve bu açıklık rejimi olan demokrasiye yaraşır şekilde tartışma konusu olduğuna göre, TÜRKİYE’de de bu konu ciddiyetle tartışılmalıdır” şeklinde konuşmuştur. Tüm bunları ECEVİT’i eleştirmek için söylemiyorum. Bu açıklamalardan sonra DSP’nin de DYP artı SHP artı HEP gibi Kontrgerilla konusunda Meclis Araştırması’na kesinlikle katılacağını savunabiliriz.

ECEVİT yine geçen yıl bir başka gazeteye yaptığı açıklamada “devletin içinde devlet var” demiştir. ECEVİT bu kez de Özel Harp Dairesi’nden söz etmektedir, İktidara sahip olanlar, devlet içindeki devletin üzerine gidemezlerse, demokrasinin yaşama şansı bulunmadığını yaşayarak algıladık. Onun için tüm iktidar ve parti yetkililerini, yalnız Kontrgerilla değil, tüm istihbarat ve güvenlik örgütlerini kapsayan bir Meclis Araştırması’na başvurarak gerçek demokrasi önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çağırıyorum. Ancak bu koşulda geçmişin kuşkulu terör ve cinayet olayları aydınlanır ve olası benzer gelişmeler engellenebilir.

Gazete arşivlerine baktığımızda, ECEVİT’le, DEMİREL’in Kontrgerilla konusunda da sürekli bir zıtlaşma içinde olduğunu görüyoruz. Ecevit “vardır” derken, DEMİREL sürekli ECEVİT’i yadsımayı yeğlemiştir. Nitekim ECEVİT’in olayın üzerine gidecek kadar iktidar erkine sahip olmadığını bilmektedir. Ancak, bu tartışmalardan bugüne kadar olumlu bir sonuç alınmış da değildir. Gladio tartışmasının ülkemize yansıması ve geçen yıl EVREN’in, DEMİREL’i muhatap alan açıklamaları, O’nda bir tavır değişikliğine neden ol muş görünmektedir. Nitekim Kontrgerilla konusunda ANAP iktidarını suçlarken kendisinin bu konuyu tartışmaya hazır olduğunu açıklamıştı. DEMİREL anılan açıklamasında: “Benim devrimde bilgim dâhilinde böyle bir şey olmadı. Bilgim haricinde de bir varsa bunun altına yatmaya hazırım. Bunu Meclis’e getireceğiz” şeklinde konuşarak tartışmaya katılmıştır. Bunun yanında o dönemde yapılan açıklamalarda, bu konudaki EVREN-DEMİREL çelişkisi de ortaya çıkmış bulunmaktadır.

DEMİREL, o dönemde, bu konudaki duyarlı sürekli yinelemiştir; “Hükümeti göreve çağırıyorum, TÜRKİYE’de böyle bir teşkilat olup olmadığı konusunda açıklama yapsın”. “Hukuk devletinde bu tür örgütlere yer yoktur, parlamento’nun bu toplumsal tehlikeye, hukuk dışıma ve devlet içindeki bu gizli örgütlenmeye karşı Çıkması bir görev haline gelmiştir. Çünkü en başta TBMM töhmet altına girmiştir. TC devleti cinayet işleyen bir devlet imajı ile Türk halkının önünde duramaz. Savcılar ne güne duruyor? Devlet dahil hiç kimseye cinayet işleme imtiyazı verilmemiştir. Devlet esrarengiz teşkilatlar vasıtası ile cinayet işlemiştir diyen varsa ben dâhil herkesin yakasına yapışılsın. Benim bu çağrımdan sonra hiçbir şey yapmazlarsa bütün bu töhmetleri, bütün bu kötülemeleri hiçbir şey yapmayanların üstüne bırakırım”.

DEMİREL, geçen yıl bu şekilde konuşmuş ve DYP Grup Başkan Vekili Vefa TANIR, SHP’nin öncelik önergesini destekleyeceklerini belirttikten sonra “Bu önergeyi 1992 yılına kadar gündemde tutmaya vicdanlarınız nasıl razı olur! Devleti koruması gereken iktidar, bu önergeyi nasıl bir yıl gündemde tutabilir?” diye TBMM Genel Kurulunda konuşmuştur. Bu durumda, DEMİREL iktidarı TBMM’yi töhmet allında kalmaktan kurtarmak gibi öncelikli bir görev ile karşı karşıyadır. Bu konuda iktidar ortağı SHP tarafından geçen yıl verilmiş Meclis Araştırma Önergesi bulunduğunu ve ECEVİT’in ve DSP’nin soruna sıcak yaklaşmak yükümlülüğünde bulunduğunu vurgulamak için bu açıklamayı yaptım. Konuyu biraz daha açmak için İNÖNÜ’nün durumunu belirttikten sonra, RP ve ANAP’ın tavrını açıklamaya çalışacağım.

İNÖNÜ 26 KASIM 1990 günü yapılan Merkez Yürütme Kurulu toplantısı sonrasında yayımlanan bil- diriyi bir basın toplantısı ile açıklamış ve “Kontrgerilla konusunda çözüm bekliyoruz ama biz şimdi iktidar değiliz” şeklinde konuşmuştur. Evet, İNÖNÜ şimdi iktidarsınız. Ulus çözümü sizden bekliyor. RP’nin bu sorununun çözümünde iktidarın yanında olması gerekmektedir. Çünkü ERBAKAN da geçen yıl bağlayıcı açıklamalarda bulunmuştur. ERBAKAN “Gizli Amerikan Ordusu için Meclis Soruşturması açılmalıdır” derken, RP Genel Sekreteri Oğuzhan ASİLTÜRK de “gizli örgütün faaliyet gösterdiğini” ileri sürmüştür. ANAP’a gelince, 30 KASIM 1990 günü SHP’nin isteği üzerine toplanan Meclis Danışma Kurul Toplantısında, ANAP adına toplantıya katılan Grup Başkan Vekili Onursal Şeref BOZKURT “Biz Sayın Başbakan ile görüştük, konunun özel gündemle görüşülmesine gerek yoktur. Gündemde yerini alır, sırası geldiğinde görüşülür” demiştir.

Görüldüğü gibi, ANAP Araştırma Önergesinin sadece öncelikli görüşülmesine karşı çıkmıştır. Bunun yanında, dönemin Milli Savunma Bakanı Hüsnü DOĞAN “Kontrgerilla konusunda Meclis Araştırması istenirse karşı çıkmam” biçiminde konuşmuştur. Geçen yıl bu konuya farklı bakan tek kişi MÇP Genel Başkanı TÜRKEŞ olmuştur. Bu durumda kesinlikle diyebiliriz ki, bugün TBMM’de Kontrgerilla konusunda, ya da yukarıda önerdiğimiz gibi tüm güvenlik ve istihbarat örgütleri konusunda bir Meclis Araştırması yapılması için bütün partilerde anlayış ve görüş birliği bulunmaktadır. Türk halkının bu görevi yerine getirmesini iktidardan ve TBMM’den beklediğini söylersem, sanırım yanılmış olmam. Şimdi “Devlet cinayet işler mi?” sorusuna yanıt arama durumundayız. Tarihe baktığımızda devletlerin cinayet işlediğini sayısız örnekleriyle görmemiz olası. Konuyla ilgili olarak en olumsuz örnekleri HITLER ALMANYA’sından ve MUSOLLINI ITALYA’sında ve SSCB’de STALIN döneminden verebiliriz. Ancak bize göre en belirgin ipucunu Gestapo örgütü vermektedir. Kuşkusuz Gestapo örgütünden boşuna söz etmiyorum. Gestapo’yu Nazizm’den soyutlayarak incelediğinizde, onun dünyanın en organize istihbarat örgütü olduğunu anlayabilirsiniz. Bu gerçeğin ilk kez farkına varan ABD’liler, İkinci Dünya Savaşından sonra OSS simgeli istihbarat örgütlerini 1947 yılında CIA’ye dönüştürdüler. Bunu yaparken de, Gestapo örneğinden ve işbirlikçi Alman istihbaratçılarından geniş ölçüde yararlandılar.(6) CIA şeması içinde. Kirli İşler (Dirty Action) bölümü, doğrudan ya da işbirliği halindeki ülkelerin yerli istihbarat örgütlerini kullanarak, bugüne kadar sayısız cinayet işlemiştir. 1975 yılında İSTANBUL Sıkıyönetim mahkemesinde idam istemiyle yargılanırken yaptığım savunmada “Geri kalmış ülkelerde ve TÜRKİYE’de tüm olayları CIA yönlendirmektedir. CIA her ülkede olduğu gibi TÜRKİYE’DE de Amerikan çıkarlarını korumak için şantaj, komplo, faili meçhul cinayetler işlemektedir. Buna iktidar partileri de alet olmaktadır” demiştim. Kuşkusuz bu savı boşuna öne sürmüyordum. Bir kere savın teorideki kanıtlarını savunmama almıştım. Uygulamalara ilişkin de bazı ipuçlarına sahiptim. Nitekim CIA ile ilgili savımı öne sürdüğüm tarihten üç yıl sonra 15 CHP’li Milletvekili “CIA’nin TÜRKİYE’DE cinayet işlediğini” öne sürerek görüşüme katılmışlardır. CIA’den Albay John STOCKWELL, LONDRA’da yayımlanan “New African” dergisine yaptığı açıklamada “CIA’nin operasyonlarında 40 yılda üç milyon kişinin öldüğünü” itiraf etmektedir. Kuşkusuz herkes tarafından bilinen PHOENIX planı uyarınca katledilen 20.000 Vietnamlı da bu rakama dahildir.

Eski CIA Başkanı William COLBY geçen yıl yaptığı açıklamada NATO üyesi olması dolayısı ile TÜRKİYE’de de benzeri bir kurumun (Gladio’yu kastediyor) varlığı ihtimalinin bulunduğunu ve “Türkiye’nin komünistlerin eline düşmemesi için CIA’nin antikomünist kuruluşlara destek vermiş olması ihtimali bulunduğunu” söylemiştir. COLBY, ünlü İtalyan gazeteci Oriana FALLACI ile yaptığı söyleşilerde İTALYA’daki seçimleri ABD çıkarları doğrultusunda etkilemek için Hıristiyan Demokrat Parti’ye, CIA dolarları aktarıldığını itiraf etmiştir.

Bu olgular yanında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD antikomünizmi örgütlemiş, bu düşünceyi milliyetçilik diye tüm ülkelere ihraç etmiş ve bu amaçla neo nazist ve neo faşist partileri CIA dolarları ile beslemiş, çıkarına ters gelen parti, örgüt ve kişileri maşalar kullanarak etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. FRANSA’da yayımlanan ve Patrice CHALROFF’un “Neo Nazizm Dossier” adlı yapıtında MHP, Avrupa faşist partileri arasında sayılmış ve “MHP ve Ülkü Ocakları’nın CIA’den önemli ölçüde yardım aldığı” açıklanmıştır. Anılan yapıtı incelediğimizde dünyadaki bütün neonazist ve neo faşist partilerin isimlerinin içinde “Movement” yani “Hareket” sözcüğünün bulunduğunu hayretle görmekteyiz. Sırası gelmişken Emekli Amiral Sezai ORKUNT’un görüşlerini aktarmak istiyorum. ORKUNT uzun süre Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış bir kişidir. Gerçekleri en iyi bilecek görevlerde bulunmuştur. Milletvekilliği yapmış bir entelektüeldir. Savının ağırlığı büyüktür. ORKUNT diyor ki: “… Silahlı Kuvvetler, sağdan çok soldan korkar. Çünkü o zamana göre sağ organize değildi. Organizasyon MHP ile olmuştur. TÜRKEŞ’e verilmiştir bazı imkanlar” . Tam sırası gelmişken ECEVİT bu konuda söylediklerini anımsayalım; “1978-79’daki Başbakanlığım sırasında, bir Doğu ilini ziyaret ederken oradaki askeri birliğin komutanı olan generalle görüşürken, ‘bu ilçedeki MHP başkanı, Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı, gizli elemanlardan biri olamaz mı?’ dedim”. “General ‘evet öyledir’ yanıtını verdi”. Vatanseverlerden söz açılmışken Cevdet SUNAY’ın sağcı militanlar için “onlar vatansever çocuklardır”, TÜRKEŞ’in “bizimkiler devleti koruyor” ve DEMİREL’in ise “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” dediklerini de anımsayalım ve Emekli Kurmay Albay Mehmet ALANYUVA’dan söz edelim. ALANYUVA MHP davasının sanıkları arasındadır. Mahkemede “Sovyet işgaline ya da yerli komünist gruplara karşı gayrinizami harp” yürütmek için hazırladığı bir şemayı TÜRKEŞ’e verdiğini kabul etmiştir. Bu belge yapıtlarımda sıkça söz edilen, ST 31–15 kodlu Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nden esinlenerek hazırlanmıştır. ST 31-15’de yer alan Yeraltı Teşkilatı adlı örgüt Özel Savaş Dairesi çatısı altındadır ve bu konuda yetkili kişilerin açıklamaları doğrultusunda onun askeri bir işleve sahip olmadığını varsayalım, ALANYUVA, demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayılan siyasi partilerden biri olan MHP’nin başkanına, içinde sabotaj ve tedhiş hücreleri bulunan böyle bir şemayı neden vermiştir?

Burada bir hususun altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum: ABD tarafından empoze edilen ideolojiye göre düşman komünizmdir. İç düşman ile dış düşman arasında ayrım yapılamayacak şekilde tüm istihbarat ve güvenlik örgütü mensuplarının beyinleri yıkanmakta, bu amaçla legal, illegal paramiliter örgütler kurulmakta ve bu anlayışla cinayetler işlenmektedir. Düşman kavramında yanılgıya itilen ve|dolarla finanse edilen örgütler kendi halkına düşman edilmektedir. Sağ-Sol çatışması ortamı hazırlanarak ABD çıkarları emniyet altına alınmaktadır. Gladio türü örgütlerin en tehlikeli ve korkunç yönü de budur. 1966 yılında Dağ ve Komando Okul Komutanlığınca yayımlanan “Komando ve Özel Harp Muhtırası” adlı yapıtın “Psikolojik Hazırlık” bölümünde “Ayaklanmalara karşı koyma kuvvetlerinin” ne amaçla yetiştirildikleri açıklanmaktadır: “Tek eri kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşmaya hazırlar”. Kendi vatandaşına karşı savaşacak erin eğitilmesi nasıl yapılacaktır? Kuşkusuz antikomünist’ti tanıtılan vatandaşıyla bu koşullandırmayla savaşa çaktır. Bu sakat mantığı bizim anlamamız olanaksız Aynı anlayışla, özellikle Latin AMERİKA ülkelerinde paramiliter güçlerden oluşturulan “AAA” (7) simgeli faşist yeraltı örgütleri, düşman saydığı kendi vatandaşlarını öldürmektedir. AAA simgeli Ölüm Mangalarının içyüzü. “Doruk Operasyonu” adlı yapıtımda yeterince açıklanmıştır.

İzninizle. Kontrgerilla konusuna yeniden dönmek istiyorum. Çünkü bu konuda yetkili ve sorumlu kişiler gerçekleri saptırarak kavram kargaşası içinde havanda su dövmektedirler. 3 / 4 MAYIS 1972 gecesi 35 kişilik bir güruh, yasalarımızda yer alan tüm yükümlülükleri göz ardı ederek, evimi bastı ve beni gözlerim bağlı, ellerim kelepçeli olarak bilinmeyen bir yere götürdü. Sonradan Ziverbey Köşkü olarak ünlenen, aslında Zihni Paşa Köşkü olan bu yerde aklın ve havsalanın alamayacağı ölçüde bir ay süreyle aşağılık ve iğrenç işkencelere tabi tutuldum, bu konulardaki tüm ayrıntı “Bomba Davası Savunma–2” (İşkence) adlı yapıtımda verilmektedir. İşkenceciler bu yerin ve kendilerinin gizli kalacağını sanıyorlar ve pervasız davranıyorlardı. İşkenceli sorgulamalar sonucu sorguladıkları kişilere “Burası Kontrgerilla Örgütü” diyorlardı. İşkenceden sonra SELİMİYE Askeri Ceza ve Tutukevine alındım. Yaklaşık bir yıl sorgusuz sualsiz yattıktan sonra, mahkeme önüne çıkartıldım. Sorgulama sırası bana gelir gelmez, 8 HAZİRAN 1973 günü mahkemeye bir dilekçe vererek, Kontrgerilla  Örgütü’nden TÜRKİYE’de ilk kez söz ettim ve bilirkişi oluşturularak köşkte keşif yapılmasını istedim. Dilekçeme köşkün planını da ekledim. Mahkeme dilekçemi işleme koymadı. Bir sonraki duruşmada, 12 HAZİRAN 1973’de bu kez Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na birer dilekçe vererek, Kontrgerilla Örgütü olarak adlandırılan bu işkence, tertip ve provokasyon karargahındaki, yasadışı gizli örgüt çalışmalarının, bir Parlamento Komisyonu kurularak incelenmesini istedim. Bugün, 18 yıl sonra TÜRKİYE’nin gündeminde öncelikli sırada olmasını istediğim sorun Ziverbey Köşkünden kaynaklanmaktadır. Geçen yıl yapılan tartışmalar ise, ÖHD’ye bağlı sivillerden oluşan Yeraltı Örgütü üzerindeki kuşkuları artırmış bulunmaktadır. Türk kamuoyu bu Yeraltı Örgütü’nü Kontrgerilla Örgütü diye tanımlamaktadır. Ziverbey Köşkü’nün tertiplerine karışmış bazı kişiler, bu kavram kargaşalığından yararlanmaktadır.

ÖHD’ ye bağlı vatanseverlerden oluşan Yeraltı Örgütü’nü “X Örgütü” olarak tanımlamıştım. Aslında NATO istihbarat çevrelerinde tüm NATO ülkelerinde örgütlerinin tek tek kod isimleri sayılmaktansa, bu örgütlere, İTALYA’nın, YUNANİSTAN’ın, TÜRKİYE’nin “X” örgütü denilmektedir. İTALYA, YUNANİSTAN ve TÜRKİYE’yi gelişigüzel sıralamadım. Bu üç ülkede de “X Örgütü” bulunmaktadır. Bunlardan İTALYA’dakinin adı Gladio’dur. İTALYA’da yıllardan beri süregelen kuşkulu terör olayları ile ilgisi saptandığı için, Gladio olayı geçen yıl tüm Avrupa’yı sarsan bir skandala dönüşmüştü. YUNANİSTAN özellikle cunta döneminde olmak üzere, kuşkulu terör ve cinayet olaylarına sahne olmuştur. Orada Gladio benzeri yeraltı örgütünün kod adı “Sheep Skin’dir”, yani “Koyun Postu”. PAPANDREU gerçi 1985 yılında iktidara geldiğinde bu örgütü lağvetmiştir ama 17 KASIM adlı terör örgütünün üstlendiği terör ve cinayet olaylarının hiçbirisi şimdiye kadar aydınlanmamıştır. Canavar yaratmak kolay, onu ortadan kaldırmak güçtür.

TÜRKİYE’ye gelince “X Örgütü”nden en fazla kuşku duyan kişi Bülent ECEVİT’dir. Onun bu kuşkusu örgütün ideolojik anlayışı ile faşist anlayış arasındaki koşutluktan kaynaklanmaktır. Daha açıkçası Ecevit, “Vatanseverler”in MHP’li olmasından endişe duymaktadır. Bir General de, Başbakanlığı sırasında bu endişesini doğrulayıcı itirafta bulunmuştur. Gerçekte Gladio türü örgütlerin hepsi, resmi talimnamesi olan FM 31–15 kod adlı talimnameye göre düzenlendiği için birbirinin benzeridir. Bu örgütlerin bize göre sakıncası örgütlenme biçiminden kaynaklanmaktadır. Çünkü hücre tipinde örgütlenen X Örgütleri, ülkenin düşman işgaline uğraması durumunda istihbarat görevi yanında tedhiş ve sabotaj da yapacaktır. Biraz önce belirttiğim gibi, Gayrinizami Savaş Doktrini’nde iç ve dış düşman birbirinden farksız sayıldığına göre, X Örgütleri’nin içe yönelik kullanılma olasılığı bulunmaktadır. Bu konuda TÜRKİYE’de sözüne en çok güveneceğimiz tanık Kenan EVREN’dir. Çünkü kendisi Genelkurmay Başkanı olarak bu örgüte kumanda etmiş, Devlet Başkanı ve Cumhurbaşkanı olarak da örgüt faaliyetlerinden kuşkusuz yararlanmıştır. Açıklamalarında ÖHD’nin içe dönük olarak KIZILDERE Olayı’nda kullanıldığını kabul etmekte ve “Genelkurmay Başkanlığı sırasında bu teşkilat, görevi dışında kullanılmadı. Ama belki bana intikal ettirilmeden bazı yerlerde gayri resmi olarak teşkilattan bazı kişiler bu işe bulaşmış olabilir, bunu bilemem” demektedir. EVREN emir ve denetimi içinde bulunması gereken örgütün denetim dışına çıkabildiğini açıkça itiraf etme gereksinimini duymaktadır. Bir Orgeneral olarak talimnamelerimize göre, “bir komutanın yaptığı ve yapamadığı her işten sorumlu olduğunu” kuşkusuz biliyordur. İlginç bir rastlantı olarak

Kenan EVREN’in itirafta bulunduğu gün çıkan ALMANYA’nın ünlü “Der Speigel” dergisi “12 EYLÜL’ü Gladio yapmış olabilir” diye yazmakta idi.(8) Yeniden “Ziverbey Köşkü”nden kaynaklanan “Kontrgerilla Örgütü” savına dönmek istiyorum. 12 HAZİRAN 1973 günü Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığına gönderdiğim dilekçe yanıtsız kaldı. Yani bu makamlarda bulunan kişiler, suçu örtbas etmek suçunu işlediler. Güçleri mi yoktu, işkencecilerle ortak mı çalışıyorlardı? Bunu, ancak isteğimiz doğrultusunda bir Parlamento Araştırması açıklığa kavuşturabilir. Başvurumdan yaklaşık bir yıl sonra ECEVİT Başbakan oldu. İşkencecilere karşı çıkıyor ve Kontrgerilla’nın üzerine gideceği izlenimini veriyordu. Kendisine SELİMİYE Ceza ve Tutukevi’nden bir telgraf göndererek, Başbakan Narin TALU’ya yolladığım dilekçeden haberdar ettim. Çünkü Ziverbey Köşkü’nün işkencecileri sorgulama sırasında CHP ve ECEVİT’e küfrediyorlardı, bu durumu kendisine iletmeyi insani bir görev olarak algılamıştım.

Bu arada Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne 6 ARALIK 1973 tarihinde bir başka dilekçe vererek, Ziverbey’deki Kontrgerilla Örgütü’ne açıklık getirmeye çalıştım. Kontrgerilla, görünürde anarşizmle ve Marksizm-Leninizm’le mücadele etmek amacıyla kurulmuş, gerçekte bir ucunun nerelere kadar uzandığını muhtelif vesilelerle açıkladığım ve herkes tarafından bilinen İSTANBUL Mafyası’nın duruşma Tutanağına;  “İstanbul Mafyası’nın ucu Sunay ÇANKAYA’sına gider” şeklindeki savımı yazdırmıştım ve bu çeteyle bütünleşmiş egemen çevrelerin  çıkarlarını koruyan, birkaç muhterisin iktidar hırslarına hizmet için kurulmuş işkence ve provokasyon örgütüdür. Bu gizli örgüt STK(9) MİT, Emniyet Teşkilatı ve diğer güvenlik kuvvetlerinden iktidar içinde iktidar olmak isteyen şebeke elemanlarından seçilmiş, (…) yasadışı yöntemler uygulamıştır.

Bugüne kadar kendi suçsuzluğumun ispatı çabası içinde olmaksızın Türk Devletine, Türk Milleti’ne saygımın bir sonucu olarak Kontrgerilla Örgütünün devlete olan ihanetlerinin ortaya çıkarılması çabasında bulundum. Eylemleri ile devleti şaibe altına sokan bu gizli örgüt elemanlarının ve onları koruyanların tertipleri meydana çıkarıldığında, devletin sağlam güçleri şaibeden kurtulacaktır.

Bu konudaki savlarımdan vazgeçmiş değilim. Çünkü ülkemizdeki ABD Emperyalizminin çıkarları doğrultusunda başlatılan örgütlü işkencenin kaynağı Ziverbey Köşkü’dür. Bugün TÜRKİYE Batı’da insan haklarım en çok ihlal eden ülkeler arasında sayılmakta, suçlanmakta ve dışlanmaktadır. Bunun sorumluları ortaya çıkarılırsa, olaylar çorap söküğü gibi çözülmeye başlayacaktır. Bu nedenle geçen yıl  İSTANBUL’da 27 KASIM 1990 tarihinde yaptığım Basın Toplantısında, TÜRÜN’ün yakın hiyerarşisinde bulunan tüm kişilerin Meclis Araştırması kapsamına alınmasını önerdim, Ziverbey Köşkü işkencecilerinin CHP’yi suçlamak için özel bir çaba içinde olduklarını algılamam, sorunun daha da üzerine gitmeye zorladı beni. Bu nedenle 12 MART döneminin on binlerce sayfa tutan dava dosyalarını araştırdım. Özet bir sonuca vardım ve bunu 1975 yılında savunmamla birlikte Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açıkladım. Kanıma göre 12 MART muhtırasal darbesi ABD Emperyalizminin beklentilerine tam anlamıyla yanıt verememişti. İlerde bir dönem gelecek; 27 MAYIS tam tasfiye edilecek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin radikal kesimi tam tasfiye edilecek, CHP kapatılacak, ATATÜRK’çü demokratik sol görüş tasfiye edilecek ve faşist bir düzen kurulacaktı.(10) Nitekim beş yıl sonra 1980 askeri darbesi öngörümü tümüyle doğruladı. Neden CHP düşman seçilmişti? Çünkü antikomünist görüşle beyinleri yıkananlar için, sosyalizm ile sosyal demokrasi koşuttu. Bu nedenle ECEVİT ve CHP’nin üzerine  gidiliyordu.

Nitekim ÖHD’de görev yapmış emekli Yarbay Hüseyin YAKIŞ bir gazeteye yaptığı açıklamada “ÖHD Türk toplumunun ÖHD’si olma vasfını kaybetti. Çünkü kuruluşunda sağcı bir temel üzerine kuruldu. (Emekli Amiral Sezai ORKUNT’un silahlı kuvvetler sağdan çok soldan korkar dediğini anımsayalım) Mukavemet personeline dersler verilirken bazı sözler söylenmiştir. Örneğin, ‘komünist mihraklar vardır, bunlar dernekler, sendikalar, siyasi partilerdir, hatta bunlar içinde ATATÜK’ün kurduğu parti de var’. Böylece belirli bir siyasi görüşün ideolojisine sahip çıkmış görünmektedir”. “Yakış” örgütün içinden gelen çok önemli bir tanıktır. CHP’yi suçlayıcı dersler verildiğini açıklamaktadır. Buna karşın örgüt elemanlarına benimsetilmeye çalışılan ideoloji faşizm ile bağdaştırılabilir. Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen ülkelerde, faşist anlayışla yetiştirilen örgütlere yer verilmesi nasıl açıklanabilir?

Bu anlayışın benimsettirdiği paramiliter örgütler, partiler ve militanlar CHP’yi ve CHP’lileri Gayrı Nizami Savaş kapsamında “İç Komünistler” olarak kabul etmiş ve onlarla mücadele etmeyi “vatanseverlik” saymışlardır. AP’nin de bu anlayışa, o dönemde, destek verdiğini görüyoruz. Emekli olduktan sonra AP tarafından İSTANBUL’dan senatör adayı gösterilen TÜRÜN seçilemeyince, daha sonra MANİSA milletvekili adayı gösterildi. Bu kişi yaptığı seçim konuşmasında CHP’yi “komünizm ve anarşinin destekçisi ve teşvikçisi oymak”la suçladı. TÜRÜN’ün açıklaması, 1975 yılında öne sürdüğüm “CHP kapatılacak” savımın iki yıl sonra doğrulanması anlamına geldiği gibi, Ziverbey İşkence Köşkü’nün ne amaçla kurulduğunu gösterecek bir denek taşı kabul edilmelidir. Kuşkusuz bu görüşte TÜRÜN yalnız değildi. Nitekim DEMİREL de aynı dönemde “Cumhuriyet Halk Partisini anarşi ve komünizmi sessizce teşvik etmekle” suçlamakta ve TÜRÜN’ü savunmaktadır: “Halk Partisi Genel Başkanı devletin verdiği görevi şerefle yapan İSTANBUL eski Sıkıyönetim Komutanını faşist ilan ediyor, böylece Halk Partisi Genel Başkanının maskesi bir defa daha düşmüştür. Faşist dediği General ne yapmıştır? Ülkeyi rahatsız edenleri, görev gereği tesirsiz hale getirmek için kanunların verdiği yetkiyi kullanarak hizmet yapmıştır” DEMİREL bu sözleriyle sadece TÜRÜN’e arka çıkmıyor, dahası onun üzerinde yoğunlaşan Ziverbey İşkence Köşkü uygulamalarına dolaylı da olsa destek veriyordu. Aynı anlayışın bir uzantısı olarak AP milletvekili Müfit BAYRAKTAR “Komünistlere karşı Türk Devletini korumak için mücadele unsuru olan bir kuruluş ise Kontrgerilla teşkilatı mubahtır”diye açıklama yapıyordu.

Ziverbey İşkence Köşkü’ndeki Kontrgerillacıların katkısı ile CHP’nin kapatılmasına çalışanlar, günün birinde kendi partilerinin de kapatıldığını gördüklerinde şaşkına dönmüşlerdir. Ama iş işten geçmiştir. Bugün geçmişin bu olumsuz tavırlarından ders alınmış olduğu görülüyor. Demokrasi adına bu gelişmeyi saygı ile karşılıyoruz. AP ile CHP arasında her konuda olduğu gibi Kontrgerilla konusunda da kısır çekişmelerin sürdüğü bir dönemde ANKARA’ya giderek ECEVİT’i bilgilendirmek istedim. Bu amaçla ilk önce özel kalem müdürü Galip UZUN ile görüştüm. Kendisine Özel Savaş, Gayrinizami Savaş ve Kontrgerilla Harekatı’na ilişkin bazı resmi ABD ve Türk belge ve yapıtları gösterdim. Bana yanıt olarak, ECEVİT’in ertesi gün akşam LİBYA’ya gideceğini, bütün gününün dolu olduğunu, bu nedenle LİBYA dönüşünü bekleyip bekleyemeyeceğimi sordu. Dönmek zorunda olduğumu söyledim. Bu kez, ertesi gün ECEVİT’e göstermek üzere belgeleri benden istedi. Ertesi akşam buluştuğumuzda benden özür dileyip, fotokopilerini çektiklerini açıkladı. ECEVİT’in, Deniz BAYKAL ile görüşüp görüşemeyeceğim önerisini olumlu karşıladım. BAYKAL’ın önerisi üzerine Süleyman GENÇ ile birkaç saat görüşerek, bu konuda bildiğim gerçekleri kendilerine aktardım. Bir kopyası ECEVİT’e sunulmak üzere benden yazılı bir rapor istediler. İsteklerini yerine getirdim.

ECEVİT, LİBYA dönüşünde Cumhurbaşkanı Sayın KORUTÜRK’ü ziyaret etti. O günkü radyo ve TV haberlerinde ECEVİT’in KORUTÜRK’e “özel istihbarat” verdiğini açıklıyordu. ECEVİT bugüne kadar yaptığı açıklamalarda ismimi özenle gizlemeye çalışmıştır. Bu nedenle özel istihbaratın belgelerimin fotokopisi olup olmadığını bilmiyorum. Gerçi ECEVİT’e 1974 yılında ÖHD konusunda bir brifing verilmişti ama bu brifingde kendisine ÖHD’nin sivil uzantısı vatanseverlerden oluşan örgütün şemasının gösterilmiş olduğunu sanmıyorum. Benim özel kalem müdürüne verdiğim belgeler arasında ST 31–15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi de bulunuyordu. Anılan talimnamede Yeraltı Örgütü’nün şeması gösteriliyor ve bu örgütün “yasalara bağlı olmadığı” da açıklanıyordu.

CHP’ye sunduğum raporun bir kopyasını da Uğur MUMCU’ya vermiştim. MUMCU ve ilhan SELÇUK geçen yıl yazdıkla makalelerde anılan rapordan söz ettiler. 1976 yılında CHP yetkililerine sunduğum bu raporun bir bölümünü yineliyorum; “TÜRKİYE’nin bugün içine itilmek istendiği siyasal cinayetler dönemi, dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanmaktadır. Genellikle böyle bir döneme itilen ülkeyi Amerikan yanlısı bir düzen değişikliği izlemektedir.  Sağ terörist örgütlenme ve buna bağlı siyasal cinayetlerin, ABD açısından başka seçenekler kalmadığı ülkelerde düzen değişikliğinin ön hazırlıkları olduğu bilinmektedir. Doğal olarak ABD bir yandan Yunan Cuntası deneyinden, bir yandan da 12 MART sonrası uygulamalardan yararlanmak suretiyle iktidara aday gözüken CHP’nin iktidar olmasını önlemeye çalışmaktadır”. 1976 yılında, 1980 yılında olacakları bu şekilde açıklamıştım, ama sözümüzü dinletemedik. Kuşkusuz kâhin olduğumuzu iddia etmiyoruz. Yazdıklarım Özel Savaş kapsamı içinde yer alan kavramlarla, ülkemizde yaşanan olayların sentezi niteliğinde idi.

Terörden yararlanılarak TÜRKİYE istikrarsız duruma getirilmek isteniyordu. Bu planın bir parçası olarak, 5 HAZİRAN 1977 seçimleri öncesinde, niteliği hala aydınlanamayan olaylara tanık olduk. Kuşkusuz bu olaylar içinde en iğrenç ve aşağılık olanı TAKSİM Meydanı’nda Kurulu kanlı tuzaktı. 1 MAYIS 1977’de orada 34 vatandaşımız yaşamını yitirdi. Bizim istihbaratımıza göre 34 yerine, Örneğin 300 kişi ölseydi, 1980 darbesi üç yıl Önce 1977’de gerçekleşecekti, Ama bu plan sökmedi. TÜRKİYE seçimlere gitti. Bu arada K.K.K. Org. Namık Kemal ERSUN emekliye ayrıldı. Nedeni bugüne kadar aydınlanmış değildir. 1980 darbesinden sonra Kenan EVREN tarafından bu kişinin, en çok para getiren bir kuruluşun yönetim kurulu üyeliğine getirilmesi herhalde boşuna değildi.

O dönemde 1 MAYIS olaylarının soruşturmasını yapan yetkili bir kişiye rastladım. Yürekli çıkışlar yapıyordu. Kendisine Intercontinental (şimdiki adı The Marmara) otelinin şu numaralı odalarından, güvenlik güçlerince TAKSİM Alanı’nın gün boyunca filme çekildiğinden söz ettim. Bu filmi isteyerek gerçekleri aydınlatmasını rica ettim. Yanıt olarak “Talat Bey, oda numarasını yanlış biliyorsunuz… Numaralı odalardan film çekildi. Ama filmi bana vermeyeceklerini siz benden iyibilirsiniz” dedi. Gerçekleri bilmemek bizden daha mı iyi diye düşünmüşümdür. Ama ot gibi yaşamaktansa gerçeklerin aydınlanması için kavga vermenin daha onurlu bir davranış olduğuna inanıyorum. Kendisinden söz ettiğim kişi uzun süre büyük bir gazetede çalışmış bir profesördür. Bildiklerini açıklayabilseydi bazı gerçekleri öğrenebilirdik.

1 MAYIS 1977 olaylarından sonra bir darbe ihbarı almıştım. Kamuoyunu aydınlatmayı görev bildiğim için, ANKARA’da yayınlanan 7 Gün dergisine “İşkence, Terörizm, Siyasi Cinayetler ve Güvenlik Örgütleri” başlıklı bir dizi yazı hazırladım. Bu yazım 11 MAYIS 1977’den itibaren bir ay süreyle yayımlandı. Bu dizinden sonra aynı dergide “İktidarların Çeteleşmesi” başlığını taşıyan aylarca devam eden bir dizi yazı ile Soğuk Savaş, Özel Savaş, Gayrinizami Harp-Kontrgerilla Harekatı, Yeraltı Örgütleri, İstihbarat ve Güvenlik Örgütleri ile bunların ABD ile ilgilerini 390 kaynak tarayarak açıklamaya çalıştım. Şimdi anılan diziden bir bölümü aktarmak istiyorum; “Kontrgerilla örgütleri, ABD’nin denetimi altında ve dolar desteği ile azgelişmiş ülkelerde, sosyal, ekonomik, politik, kültürel yapıya ve halkın bilinç düzeyine göre, asıl amacı dışında çeşitli işlevleri yürütmektedir.

— Ulusal kurtuluş savaşlarının önlenmesi,

— Sosyal uyanışı ve bilinçlenmeyi geciktirici önlemlerin alınması, Yerli işbirlikçi ağının yaygınlaştırılması ve bunlara dayanarak istihbarat yapılması ve gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle anarşiyi araç olarak kullanarak ortam hazırlanması ve bu durumdan yararlanarak faşist askeri darbeler getirilmesi ve bu suretle azgelişmiş ülke düzenlerinin emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesi.” 1977’de yazdığım bu senaryo 12 EYLÜL 1980’de beş General tarafından sahneye konuldu, zamanın Amerikalı uzmanları bu cuntacılara “Our Boys” diyordu. Yani bizim çocuklar. Yani Amerikan çocukları, ATATÜRK’çü Amerikan çocukları!

TÜRKİYE karanlığa itildi. Binlerce kişi çağdışı işkencelerden geçirilip cezaevlerine dolduruldu. İRAN’daki infaz uygulamalarına özenen Milli Güvenlik Konseyinin zorlamasıyla gençlerimiz olağanüstü mahkeme kararlarıyla idam edildiler. TÜRKİYE on yılını yitirdi. YUNANİSTAN’da ve ARJANTİN’de olduğu gibi cuntacılardan hesap sorulmalıdır. Demokrasinin geleceği bu hesabın sorulmasından geçer. O zaman EVREN’in bilgisi dışında ÖHD’nin bazı olaylara karışıp karışmadığı öğrenilebilir ve gerçekler yazdıklarım doğrultusunda aydınlanabilir.

Özetle:

1- 1975 yılındaki savunmam ile faşist bir darbe yapılacağını söylüyorum.

2- 1976’da CHP’ye verdiğim raporda bir düzen değişikliğine gidileceğini açıklıyorum.

3- 1977’de yazdıklarımla da bir faşist darbenin geleceğini belgeler ve olaylara dayanarak yazıyorum. Herkes kös kös dinliyor. 1980 darbesi geliyor. On yıl suskunluktan sonra İTALYA’da Gladio olayı patlıyor ve tüm Avrupa’ya yansıyor. Bu arada TÜRKİYE’de de sorun yeniden gündeme geliyor. Bu konudaki 17 yıllık çabalarımın farkında olan değerli basın mensuplarının çoğu bana başvuruyor. Bir gazete, 16 KASIM 1990 günü benimle yaptığı söyleşiyi yayımlıyor. Bu söyleşide Türk Gladio’sunun, Özel Harp Dairesi olduğunu açıklıyordum; Açıklamadan bir gün sonra Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yapma gereği duydu. “Özel Harp Dairesinin görevi, savaş zamanında işgal edilen vatan topraklarında emir ve komuta zinciri içinde ve savunma planlarında belirtildiği şekilde, işgal kuvvetlerine karşı mücadele olup, başka hiçbir harekatı kapsamaz. Özel Harp Dairesi terör olaylarının hiçbirinde yer almamıştır. Alması da söz konusu olmaz. Dünyadaki yeni gelişmeler karşısında askeri stratejilerde değişiklik meydana geldikçe Özel Harp Dairesinin görevleri de gözden geçirilecektir”. Bu son cümledeki “Strateji değişikliği”ne ilişkin deyiminin altını çiziyorum. Zamanı gelince üzerinde durmamız gerekecek. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklaması kamuoyunu tatmin etmemişti. ECEVİT, “EVREN’e mi? Genel Kurmay’a mı inanalım?” derken gazeteler ilginç başlıklar atmışlardı.

1965 yılından bu yana gerçekleri yazıyor ve savunuyorum. Kanıtlan ve belgeleri konuşturuyorum. Demokrasimize hizmet etmeye çalışıyorum. Bir beklentim yok. Beni dikkatli dinleyiniz. Bu yasal ve onurlu kavgaya siz de katılınız ki 12’li karabasanları ulusça bir daha yaşamayalım. 1970 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’a bir açık mektup yazarak kendisini ağır bir dille eleştirmiştim. Bu mektupta DP iktidarının Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü ERDELHUN’un, 1958 yılında, İZMİR NATO Karargahında (SIX ATAF) ABD Generallerine hitaben “bu memleket bizim değil sizindir” dediğini yazmıştım.

Gerçekte DP’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı TÜRKİYE’yi “Küçük Amerika yapma özleminde olduğuna göre. Genelkurmay Başkanlarının da bu şekilde teslimiyet içinde olması doğaldı. ERDELHUN bir açıklama gönderdi; “Hava savunma babında bu memleket sizindir yolunda bir ifadede bulunduğumu hatırlamaktayım”. 1958’de TÜRKİYE’nin hava savunması ABD’lilere peşkeş çekilmişti, ama 1990 yılında. Körfez Savaşı sırasında hava savunması açısından büyük bir boşluk içinde bulunduğumuz en yetkili kişiler tarafından açıklanmıştır. NATO ittifakı içinde 32 yıl sonra varılan nokta budur. DEMİREL’in politikaya atıldığı ve ilk kez Başbakan olduğu dönemin gazete arşivlerini karıştıranlar onun hakkında Amerikancılık, Morrisonculuk, Eisenhower Exchange Fellowship üyeliği ve Masonluk savlarına rastlayabilirler. Ama geçmişin deneyleri DEMİREL’i Sosyal Demokrat bir çizgiye getirmiş gibi görünüyor. DEMİREL bakınız ne diyor; “TÜRKİYE’nin dış politikası ABD’nin dümen suyuna girmek olarak vasıflandırılmıştır. ÇANKAYA’yı Beyaz Saray idare ediyor, etmeyi bırak, rüzgarı bile yetiyor” şeklinde konuşmuştur.

Şimdi DEMİREL iktidarından, ABD vesayetinden bizi kurtarmak için girişimlerde bulunmasını istemek hakkımızdır. Bunun yolunun ABD istihbarat ve güvenlik örgütleriyle kurulmuş tüm bağların koparılmasından geçtiği kanısında olduğumu yineliyorum. 3 ARALIK 1990 günü Genelkurmay Başkanlığı’nda ÖHD hakkında gazetecilere bir brifing verildi. Bu brifingde dairenin askersel işlevi öne çıkarıldı. Buna karşın örgüt şemasında (11) sivil personelin bulunduğu ve bunların savaş durumunda yeraltı çalışmaları yapacakları açıklandı. ST 31–15 Talimnamesine bakıldığında, yeraltı örgütünde görev alacak Vatanseverlerin istihbarat, tedhiş ve sabotaj yapacakları anlaşılmaktadır.  TÜRKİYE’de yıllardan bu yana faili bilinmeyen kuşkulu terör olayları ve cinayetler işlenmektedir. Bu örgütün yapısı bu tür eylemleri yapmaya uygundur. Daha da tehlikeli olan, eri kendi vatandaşı ile savaşacak tarzda eğitime tabi tutan, ABD’den kaynaklanan eğitim tarzıdır. Bütün bunlara ek olarak örgütü ABD beslemektedir. Eski Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık Özel Harp Dairesi hakkında bakın ne diyor:  “Fikir planında geçerli ve doğru. Yalnız,

1- Fikri ABD vermiş,

2- Finanse etmiş,

3- Bu örgüte sızmalar olmuş, bu sızmalar, PENTAGON’dan başlar, CIA sızmasına kadar sürer.

Bir yabancı ülkenin TÜRKİYE’deki hareketlenmeleri izlemesini anlarım, ama o ülkedeki hareketleri yöneltmeye, kanalize etmeye başlamasını anlamak mümkün değil” Finansmanla ilgili bir soruya verdiği yanıtta ise; “ABD yardımından bir fasılla yolunu bulmuş olmalılar. Geçmiş zaman 50–100 milyon dolar uzun zamandan beri sürüp gidiyordu ” diyor.

Amerikan dolarlarıyla beslenenler vatansever ise, sizin, benim, tüm ulus bireylerinin sıfatı ne, öğrenmek hakkımız değil mi?(12) ÖHD’nin özellikle sivillerden oluşan, bize göre Gladio’nun koşutu olan, adını “X örgütü” olarak tanımladığımız yeraltı örgütü üzerinde kuşkuların yoğunlaşması için haklı nedenler bulunmaktadır. Kuşkusuz destabilisation uygulamaları için kullanılan tek örgüt “X örgütleri” değildir. Dünya genelinde, konuşmamın başında da belirttiğim gibi, başta CIA olmak üzere tüm istihbarat ve güvenlik örgütleri cinayet işlerler ya da o ülkedeki işbirlikçi örgütleri taşeron olarak kullanırlar. ABD, örgütlediği antikomünist kuruluşların yanında neonazist ve neo faşist partilerin yan kuruluşlarını kullanarak ya da bunlarla askeri, polisi ve jandarmayı karıştırarak karma paramiliter güçler oluşturarak cinayet, terör  kışkırtıcılık ve provokasyona başvururlar. Bu nedenle kuşkuların tümünün ÖHD üzerinde yoğunlaşması gerçekçi değildir.

Tüm legal örgütleri kuşkudan arındırmanın birinci yolu CIA bağlantılarının kesilmesinden geçer. Ondan sonra Meclis Araştırması ile gerçekler ortaya belki çıkarılabilir. Asıl korkunç olanı ÖHD’ye egemen olan anlayıştır. Bu anlayışa en belirgin örneği bu dairenin eski başkanlarından aynı zaman eski MİT görevlisi emekli Tümgeneral Cihat AKYOL, Silahlı Kuvvetler Dergisi’ne 1971 yılında yazdığı bir yazıyla, vermektedir: “Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen Gayrinizami Kuvvetlerin bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla halkın mukavemet cephesine iltihakına çalışılır” ve devam ediyor; “Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir”. Demokratik hukuk devletinde halka zulüm yapılması hangi yasadan alınan yetkiye dayanmaktadır? TÜRKİYE’deki kuşkulu operasyonların hangisi sahte, hangisi gerçektir? Bunların ne kadarını, hangi örgüt gerçekleştirmiştir? Yani zulüm yapacaksınız, bu amaca yönelik operasyonlar düzenleyeceksiniz ve bunu ayaklanma kuvvetlerine mal ederek halkı yanınıza çekeceksiniz, Doğrusu insan aklına sığması çok zor bir mantık. Bereket ki ulusal değil, ithal edilmiş bir mantık, “Made in USA” damgalı. Bu mantıkla komünizm ve komünistlerle mücadele edilecekti. Komünizm tehlikeli olmaktan çıktığına göre, bu amaçla savaşacak örgütlerin iç düşmanı hangi ideoloji olacaktır? Gerçekte Özel Savaş, Soğuk Savaş’ın ürünü olduğuna göre. Özel Savaş anlayışının da terk edilmesi gerekmektedir. PARİS’te 19–21 KASIM 1990 tarihinde yapılan AGİK toplantısında Soğuk Savaş’ın bittiği açıklanmıştır. BUSH pek yakın bir tarihte CIA başkanının göreve başladığı gün yapılan törende, “CIA’nin hedefi. Soğuk Savaş kavramlarından sıyrılarak 21. yüzyılın karmaşık sorunlarına doğru adım atmaktır” diye konuşarak ABD’nin bu konudaki eğilimini dile getirmiştir.

Bu anlayış sonucu, özellikle Gladio skandalından sonra bazı Avrupa ülkeleri “X örgütlerini” lağvetmişlerdir. Peki, TÜRKİYE ne yapacaktır? Genelkurmay açıklamasında; “Dünyadaki yeni gelişmeler karşısında askeri stratejilerde değişiklik meydana geldikçe ÖHD’nin görevleri de gözden geçirilecektir” denilmektedir. Yeni ulusal strateji yerine dünyadaki gelişmeler beklenilecektir. Gerçekte ilginç bir rastlantı olarak bu açıklamanın yapıldığı tarihten (16 KASIM 1990) bir kaç gün sonra yapılan ve AGİK toplantısından önce imzalanan AKKA Anlaşmasında, anlaşmaya imza koyan tüm ülkeler, konvansiyel silahlarda belirli bir oranda indirimi kabul ederken, MERSİN limanı dahil 39. paralelin güneyini antlaşma kapsamı dışında bırakmışlardı. Yani TÜRKİYE’nin Güneydoğu Bölgesi, başta Emperyalist ABD olmak üzere diğer NATO devletlerine savaş alanı olarak peşkeş çekilmişti. Gerçekte ABD, Körfez Savaşı’nda TÜRKİYE’yi kullanmak ve bu bölgedeki üs ve tesislerden kolaylıkla yararlanmak için, bu bölgeyi savaş alanı ilan etmişti. Buna gereksinimi de vardı.

İran İslam Devrimi’nden tedirgindi. SADDAM’ı yenmek için hem sadık müttefike, hem bir kaç cephede savaşı sürdürme gibi stratejik üstünlüğe de gerek duyuyordu. Daha da önemlisi gelişen İslam radikalizmine karşı bir İslam ülkesini kullanmak İslam alemi içindeki çelişkileri artırmak için bulunmaz fırsattı. BREZINSKI gibi ABD’li stratejisitler çoktan İslam’ı düşman ilan etmişlerdi. ABD’nin yeni düşmanı İslam radikalizmi idi. Peki ABD’nin sadık dost ve müttefiki olan TÜRKİYE nasıl İslam’ın düşmanı olabilirdi? Bu memleketin %99’u Müslüman değil miydi? Bunun bir yolunu bulmak lazımdı. Yoksa ABD, dolarları kesebilirdi. Bizim vatanseverler aç kalırdı. Laik-Anti laik çelişkisi ile inananlarla inanmayanlar çelişkisini abartmak onların işine gelebilirdi. Bunu kanıtlamak için bir kaç kişinin teröre kurban seçilmesinin önemi mi olurdu? Peki, böyle bir durumda ülke çapında meydana gelebilecek hoşnutsuzluk ve ayaklanma gibi olaylar olursa ne yapılacaktı? AKKA’da onun da çaresi bulundu. Tüm ülke sathında paramiliter güçler, yani “X örgütü”, ÖHD’nin sivil uzantısı indirim  kapsamı dışında tutuldu. Bütün dünya silahsızlanmaya giderken ve Soğuk Savaş kavramını terk ederken, ülkemiz paramiliter güçlerin cenneti haline dönüştürülüyordu. Güneydoğu hem konvansiyonel silahlar için kapsam dışı idi, hem de paramiliter güçler açısından. O halde “değişen strateji” belli idi. ÖHD, TÜRKİYE sathında vatanseverlerin sayısını artıracak, komünistlerin yerine içte ve dışta Müslüman’ı düşman olarak kabul edecekti. ABD’nin finansman desteği her halde bu koşula bağlı bulunacaktı. Bizim Amerikanofillere göre hava hoştu. Nasıl olsa, bu konuyu, Amerikalılardan daha iyi bilmemize olanak yoktu. Hele ekonomimizi IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Finans Kuruluşları, “ÇUŞ” (13) ve “ÇUH”ların (14) yönetimde ABD güdümüne terk ettikten sonra… (15) İslam Radikalizmi’nin düşman seçildiğine dair kanımı, iki-üç yıldan beri açıklamakta olduğumu sırası gelmişken belirtmek isterim.

3 ARALIK 1990 günü Genelkurmay Başkanlığı’nda Korgeneral Doğan BAYAZIT gazetecilerin sorularını yanıtlamaktadır, ÖHD’nin antikomünist bir kuruluş olup olmadığına dair soruya verdiği yanıtın bir bölümü, bizim yıllardır öne sürdüğümüz tezi doğrulayıcı niteliktedir; “Bizim ülkemiz sadece komünist istilaya uğrayacak tek bir komşuya sahip olsaydı, o zaman komünist işgale karşı işgal sahasında mücadele verecek bir teşkilat yeterli olabilirdi. Fakat bizim ülkemiz din ihracından tutun, diğer bütün, SADDAM’ın durumu, öbür tarafta BULGARİSTAN, YUNANİSTAN, tabii RUSYA dahil çeşitli tehditlere tabidir. Dolayısıyla antikomünist değildir. Din devrimine karşı da kullanılacaktır”. Generale teşekkür ederiz. Özel Savaş, (Kuraldışı Savaş, Gayrinizami Savaş), Gerilla ve Kontrgerilla Harekatı, Ayaklanmalara Karşı Koyma v.b. gibi konulan kapsayan ve ÖHD ile yakinen ilişkisi olan yerli ve yabancı, resmi ve yan resmi tüm yapıtlara göre, bu tür örgütler komünizme karşı kurulmuş antikomünist örgütlerdir. Gladio skandalında bu gerçek, Avrupa’da en yetkili ağızlar tarafından açıklandı. ÖHD’nin dünyadaki değişime ayak uydurduğu anlaşılıyor. Her halde Din Devriminden dış düşman olarak İRAN kabul ediliyor. Gayrinizami Savaş anlayışına göre iç ve dış düşman koşut sayılmaktadır. Ülke içindeki komünistle dışarıdaki komünistin pek farkı yoktur. Savaşın hedefi ideolojidir. Bu anlayışla İç Müslüman’la dış Müslüman’ın farkı yoktur noktasına gelindiğinde, sınırı hangi yasal makamları saptayacaktır? Daha da önemlisi dün komüniste, dini tanımadığı için düşman edilen faşist ve sağ tandanslı “vatanseverler”! nasıl yüz seksen derece çark ettirilerek kendi dininin mensuplarına düşman edilecektir? Eğer bunun yanıtı dolarlarla ise, söyleyecek sözümüz yok.  Ulusal savunma Konseptimizin tümüyle gözden geçirilmesinin, ülkemizin en öncelikli gereksinimlerinden biri olduğuna bugün daha fazla inanıyorum. Bu nedenle sırası gelmişken ABD’nin bakış açısın yansıtmak için birkaç örnek vermek istiyorum; “Askeri yardımlarımızın asıl amacı, az gelişmiş ülke askerlerini ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan gelecekte, gerektiğinde o ülke yönetimini de  yararlanmaktadır”. “Daha keskin olarak belirtmek gerekirse, Latin AMERİKA’ya yaptığımız yardımlarda güttüğümüz temel amaç, gerekli olduğu yerlerde, polis ve diğer güvenlik kuvvetleriyle birlikte, gereksinilen iç güvenliği sağlayacak yetenekte askeri ve yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olmaktır”. “Dış yardımları eleştiren herkesin karşısına, BREZİLYA Silahlı Kuvvetleri’nin GOULART Hükümetini devirmesi ve bu güçlerin demokrasi ilkeleri ve ABD taraftarı olma yönünde koşullandırılmasında, ABD yardımının temel öğe olduğu gerçeği  dikilmektedir. Bu subayların birçoğu AID programı çerçevesinde Birleşik Devletlerde eğitilmişlerdir”.

BREZİLYA’da Amerikanofillerin getirdiği GOLART Hükümeti ulusal çıkarlarını ABD çıkarlarından önce gözetiyordu. AID’ye gelince, askeri darbelerde rol alan ABD‘nin çok yönlü casusluk örgütüdür. Yapıt ve yazılarımda sıkça bu örgütten bahsediyorum. Ve nihayet ABD çıkarlarına ters düşen ALLENDE’yi deviren faşist General PINOCHET bu amaçla PANAMA’da bulunan Kontrgerilla okullarında yetiştirilmiş bir kişidir.(16) Bu koşullarda Türk halkı, ATATÜRK’ün “Ulusal Kurtuluşçuluk ve Tam Bağımsızlık” anlayışıyla, amerikan mandacılığı arasında bir yeğleme yapma durumunda bulunmaktadır.

Demokrasimizin sağlıklı yaşamasının ülkemizin olabildiğince dış etkilerden arınmasına bağlı olunduğunu tekrar eder,

Saygılar Sunarım.

Etiketler
BENZER YAZILAR
Talat Turhan
Türkiye

1924 Yılında Elazığ’da doğdu. O tarihte babası Elazığ Müdde-i Umumisi (Savcı) idi. Baba tarafı Rize ilinin Çayeli ilçesinin tanınmış ailelilerinden (Şerifoğulları)’na mensuptur. Anne tarafı Elazığ Harput’un tanınmış ailelerinden (Efendigiller) ‘dendir.....

anlaşmalı boşanma

anlaşmalı boşanma